entry'ler (142)

başlık listesine taşı
  • ilginç etimolojik bağlantılar

    cırmak>tırnak arasındaki bağıntı.
    tırnak< >tarnak > parmak bağıntısı.

    'tırnak'la da tırmık arasında ilişki var.
    uygur metinleri'nde de, divanü lugati-t türk'te de tanımı verilen sözcüklerden tırnak sözcüğü. yırtıcı hayvan ve insan tırnağı için kullanılmış.
    bahçe, tarla aletlerinden tırmık ile insan parmağı ve tırnağı arasındaki ilişki de gözle görülür bir ilişki.
    tır-ma-la-(mak), tır-man-(mak) sözcükleri de tırnakla yapılan işler aslında.
    cırmık, cırmak, çırmık, cırmala(-mak), çırmala(-mak), çırmıkla(-mak)....
    sözcükleri arasında hep bağlantı var. fakat t/ç değişimi hakkında kesin bir bilgi söz konusu değil, varsayımlar olarak mevcut. belki çocuk seslerinden kaynaklı, sonradan yaygınlaşan bir kullanım söz konusudur.

  • türk aile yapısı sisteminin en büyük sorunu

    yazacaklarım tamamen kişisel ama yine de burayı okuyacak olan aile kurmaya hazırlanan kişilerde bir farkındalık yaratabilir diye düşünüyorum.

    türk aile yapısı sisteminin en büyük sorunu -bence- 'terbiye etmenin' cezalandırmaya, cezalandırmanın da korkutmaya dayalı olması.
    korkutma dediğimiz şey, öylesine yıkıcıdır ki, hayatınız boyunca gerçek olmadığını, olamayacağını bildiğiniz şeylere karşı korku duymaya devam edebilirsiniz. bu namusunuzu korumayla da ilgili olabilir, ezan sesi duyduğunuzda elinizdeki işi bırakmanızla da. aklınıza gelebilecek her türlü saçma ya da saçma olmayan şeyle ilgili olabilir.
    küçük bir bireyin kendisine aşılanan bu belki de hiçbiri bir diğerine benzemez korkulardan arınması imkansız değildir. kişinin kendini olumlu anlamda geliştirmesiyle pek çoğu aşılabilir de. ama ne olursa olsun, kendisine aşılanan her türlü korkunun üstesinden gelmesi her seferinde yıpratıcıdır.
    bazen çok üzülüyorum; kuşaklar değişiyor ama yaşadığımız toplumdaki gelişim ve olumlu anlamda değişim o kadar yavaş oluyor ki. sanki birileri, mevcut düzen sonsuza kadar bozulmasın diye inanılmaz bir çaba gösteriyor, resmen baskı uyguluyor.
    düşünmesi önlenmiş, korkularla büyütülen, ruhsal açıdan sakat bırakılmış insanlar.
    din bu korkularla besleniyor. benim gözlemlediğim bu. hep diyorlar ya, aklınla değil, kalbinle inanırsın diye. ve o inançlar sorgulanamazdır ya hani.
    işte bu düzen kırılmadıkça, o özlenen dünya asla gelmeyecek. ve gelecek kuşaklar da bu tür başlıklara benzer şeyleri yazmaya devam edecekler.

  • margaret qualley

    sex, lies, and videotape, groundhog day, four weddings and a funeral.......filmlerinin yıldızı andie macdowell'ın iki güzeller güzeli kızından küçük olanı. büyük olan (rainey qualley) 2012'de miss golden globe olarak seçilmiş.
    netflix'de başladığım son dizinin baş kadın oyuncusu margaret. maid (hizmetçi) adlı bir mini dizi bu. şiddete meyilli kocasından küçük kızıyla kaçıp, ona bakabilmek için hizmetçilik yapan bir anneyi oynuyor. ve ben kızı makyajsız falan çok güzel buldum. annesi 'method acting' uygulayan bir oyuncu. kızı da bu mini dizide epey başarılı bana göre.
    başı eski sevgilisiyle belada olan, ne idüğü belirsiz shia labeouf'la çıkıyormuş en son haberlere göre. kadınlardaki 'piç' erkek merakı gerçekten tarif edilemez. (meğer bir yıl öncenin haberiymiş, ayrılmışlar bile.) tarihin yanlış olduğunu öğrendiğim sayfayı buraya da taşıyayım, ikisini de yan yana görün. https://www.insider.com/...gations-fka-twigs-lawsuit-2021-1
    ekleme: margaret'in shia labeouf'la oynadığı kısa film/şarkı klibi burada. (değil 'private' olmuş ne yazık ki. video hakkında ingilizce bir yazı buldum, o okunabilir.)-->https://thefilmstage.com/...ic-video-shot-by-natasha-braier/
    bu kısa filmi izleyince kızın shia labeouf'a bir zamanlar gerçekten aşık olduğu da çok rahat anlaşılıyor. aşk insana neler yaptırıyor ve insan aşık olduğunda 'zamanı nasıl sonsuz ve sınırsız zannediyor'un ispatı da bu klip aynı zamanda.

    'aşk'a ekleme: aşk var ve o kısacık zaman gerçekten sonsuz ve sınırsız. sonra, iki taraftan biri ya da ikisi, o sonsuzu sonluyor, sınırlarını çiziyor ve aşk bitiyor.

  • incir çekirdeğini doldurmamak

    incir çekirdeği görmeyen var mıdır, bilmiyorum ama kendisi çok minnacık bir şeydir.
    başlığımızdaki deyim, çok küçük, önemsiz birtakım 'şeyleri', durumları anlatmak için yaratılmış bir deyim.

    yeri gelmişken size incir çekirdeğinin de hikayesini anlatmak istiyorum:
    -incir seven veganlar belki de bu hikayeyi okumak istemezler, şimdiden onları uyarayım, onların okuması sakıncalı olabilir.-

    şimdi incir ağacının da hem dişisi hem erkeği var. erkek incir ağacının incirleri yenmiyor bildiğiniz gibi.
    dişi incirin meyvesinin yenilebilir hale gelmesinin nedeni incir arıları. çünkü erkek incirden gerekli polenleri alıp dişiye taşıyan ve böylece bizim bayılarak yediğimiz o ballı, şahane incirleri oluşturanlar hep bu incir arıları. yani incirin içinde o ağzımıza çıtır çıtır gelen şeyler aslında o arıcıktan geriye kalanlar. evet, onu arı haliyle tabii ki yemiyoruz, içeri erkek incir poleniyle giren ve dişiyi bu şekilde dölleyen incir arıları, incirin ürettiği bir tür enzimle, incirin içinde parçalanıyorlar ama yine de tümüyle yok olmuyorlar işte. belki de incirin ağzımıza bu kadar lezzetli gelmesinin nedeni de onlardır.

    şu arı denen canlıya neresinden bakarsanız bakın, gerçekten çok büyük saygı duymak gerekir. neredeyse yaşamın temel taşları onlar. zaten denmiyor mu hep bilim dünyasında; arılar dünyadan kaybolduğunda insanlık da sonlanır, diye.

    bütün bu anlattıklarım aklıma daha önce netflix'de izlediğim bir filmi getirdi. film pek matah bir film değil ama ilginç ve içinde arılar da var. buraya 'trailer'ını bırakayım, belki birinin ilgisini çekebilir.
    io:
    bilimkurgu sevenler, bu filmi de seveceklerdir eminim. bir de başrolünde margaret qualley'nin oynadığını öğrenirlerse. (bu kızla ilgili bir yazıyı da paylaşmalıyım, henüz başlığı da açılmamışken.)

  • pasyans

    amacı kartları belirli bir sistematik sırayla düzenlemek veya birkaç durumda onları atmak için eşleştirmek olan bir kart oyunu türüdür.
    pasians diye de söylense de ve aslında bu daha doğru olsa da, halk arasındaki yaygın adı pasyanstır. 'patience'-->sabır kelimesinden gelir. uzun sürdüğü için herhal. günümüzdeki kullanımı birebir 'solitaire' karşılığıdır. özellikle devlet kadrolarına yığımış, sabah erkenden masasına, bilgisayarının başına kurulmuş 'bankamatik memurları'nın en gözde oyunudur solitaire.

    ayrıca;
    ahmet hamdi tanpınar'ın saatleri ayarlama enstitüsü romanında, romanın kahramanlarından hayri irdal'ın da oynadığı iskambil oyunudur.*

  • edebiyat dedikoduları

    zamanın birinde -kim olduğunu şimdi unuttum- birisi, yahya kemal için 'miskin' demiş. o da durur mu, "ben miskin değil sakinim." diye cevaplamış.

    1-miskinle sakin aynı arapça kökten geliyor. (şimdi baktım, ikisi de arapça ama aynı kökten gelmiyorlar. miskinde, sefil, zavallı anlamları varken, sakinde ise, bir yerde oturan, hareket etmeyen -dolayısıyla dingin- anlamları var. yani sadece kafiyeli sesler içeriyorlar.)
    2-yahya kemal geniş adam. (hem gerçek hem mecaz anlamda:) romalılar gibi uzun yemek sohbetlerini çok severmiş, bedava sofra bulunca asla kaçırmazmış. üstü başı da -özellikle koca göbeğinin üstü- hep yemek lekeleriyle dolu olurmuş.

    bunu yazınca aklıma yine sözcük oyunlarını pek seven necip fazıl kısakürek geldi. kendisi sık sık çeşitli kişilerle girdiği polemiklerle tanınır.
    polemiğe girdiği bir yazara; "sana alçak diyemem, alçak da bir seviye gösterir. sen çukursun çukur." dediği rivayet edilir.

  • miteherik

    hala is ve kurum yağıyor. bu sıcakta kapı pencere hep açık mecbur. dün sabaha karşı yanık kokusuna uyandım. bütün evi dolandım korkuyla. yanık kokusu her gün değişen çarşaflara bile sinmiş, siniyor.
    insan aynı nedenle ne kadar acı çeker?
    hiç bitmeyecek bir yastayım.

  • şikayetname

    "selam virdim, rüşvet değildir deyu almadılar."
    yeniden selam olsun fuzuli'ye.
    genelde sinifa girip selam verdigimde yeterli karsilik goremezsem kurdugum cumledir. simdi tatil ve ben bugun de kurdum bu cumleyi.
    belediye calisanlari, chp ve belediyeler, chp'li belediye calisanlari.....et cetera......
    oysa selam butun dillerde en guzel sozcuktur.
    bugun tunceli'yi de konustuk epey, hakkinda yazasim da vardi, ilerleyen zamanlarda yazarim da.
    ama bugunluk/gecelik yeter.
    selam olsun hepinize, guzel gunleriniz, serin geceleriniz olsun.

  • politik doğruculuk

    sozluklerde okudugum hemen herkesin nefret ettigi kavram. black mirror'in son sezon son bolumunu biraz da korkarak actim. korku filmlerinden nefret ederim ve insanlarin korkmaktan mazosistce zevk almalarini da, anlayabilsem de, anlamli bulmam.
    son bolumun adi seytan79. adindan dolayi once biraz tereddut etsem de, 'black mirror'larin genel gidisati icinde, bolumun benim zannettigim gibi olmayacagi acikti. (izlemeye baslamadan once tek cumlelik arastirma yapmadigimi anlamissinizdir.)
    izledim.
    -bundan sonrasi acayip spoiler icermektedir, ben uyarimi yapayim, yine de siz bilirsiniz.-
    izledigim diger black mirror bolumlerinden oldukca farkli bir bolumdu. fantazyayla baslamasi, dini inanislardan beslenmesi bunda etkiliydi elbette ama adamlar yine yakalamislardi seyirciyi -nereden kiskaca alacaklarini-.
    siradan, bakimsiz, yalniz bir gocmen kadin. hint asilli. bir magazada ayakkabi departmaninda satis gorevlisi. kendisinden ve kendisinin temsil ettigi her seyden nefret eden bir beyaz kadin var yaninda onunla ayni isi yapan.
    kotu bir evde, kotu bir semtte oturuyor. minnacik pis bir arabasi bile var. evden ciktigi andan, isten ciktigi, evine gittigi ana kadar surekli duygularini baskalarindan saklayan mimikler gelistirmis, surekli gulumsemekte.
    burada yine hakkinda bir cumlelik arastirma yapmadan oyuncuya bakalim. bu kiz olmus arkadaslar. yasadigi her anin duygusunu seyirciye gecirmekte usta bir oyuncu bu kadin. onun hissettikleri -en azindan kendi adima, bana- aynen seyirciye gecmekte.
    butun bunlar, hikayenin devami, onun acimasiz katilligi falan degil bu yazinin konusu.
    su:
    kiyametin kopmamasi icin oldurulmesi gereken ucuncu kisi. o politikaci.
    onun o gocmenlerden nefret eden diger satici kizla yaptigi konusma, onu kendisine oy vermeye ikna edisi.
    ve sonra hint asilli kahramanimizin politikacinin gelecegi ile ilgili gordugu tum o goruntuler. o igrenc fasistin ilerde nasil yukselecegi, basbakanken cikartacagi savas, milyonlarin olumune nasil neden olacagi falan.
    hayir bunlar da degil asil konumuz.
    konu, izleyen herkesin onun olmesini ayni derecede isteyecek olmasi.
    ben istedim.
    (istemeyecek olanlarla ayni dunyada yasamak bile acikli geliyor bana.)
    bu pisligin olmemesi ve sonunda kiyametin kopmasi...... hic onemli degil. zaten o olmedikten sonra kiyamet de kopsundu yani. iste bu nedenle 'demon' ve kahramanimizin aldiklari kararla sonsuzluga birlikte gitmeleri benim icin de tatminkar bir sondu.
    simdi ben politik dogrucu muyum?
    ve evet simdi dusundugumde, j. k. rowling'in girdigi tartismada sonuna kadar onun tarafini tutmanin disinda simdiye kadar hep ezilenlerin yaninda oldum, hep asagilananlari asagilayanlara karsi durdum, ayrica siyah elfler daha yakisikli diye dusunuyorum.*

    so: you can count on me for political correctness.

  • halk ağır vergiler altında zevkle inliyordu

    ekşi'deki hoş başlıklardan biri. bugün için buraya da aktarayım dedim, bulunsun, lazım falan olur belki.
    (soru ekini yanlış yazmışlar ama olsun. ne yani, kıyamet mi kopacak.)

    ekleme:
    (bu fıkra da oradan)
    "padişahın biri halkının vergiye karşı hangi noktadan sonra direneceklerini test etmek ister. bunun için vezirlerini çağırır.

    vezirleri huzura çıkar, saygılı bir şekilde beklerler.

    padişah;

    köprülere adam koyun, geçenden bir akçe alsınlar! der.

    aradan bir süre geçtikten sonra padişah vezirlerine sorar:
    — nasıl, halk hayatından memnun mudur? herhangi bir şikâyet var mı?

    vezirler:
    — hiç bir tepki yok sultanım!

    — iyi o zaman. köprünün diğer tarafına da bir adam koyun, çıkandan da bir akçe alsın!

    aradan bir süre geçmiş, padişah tekrar sormuş vezirlerine:
    — var mı halinden şikâyet eden?
    — yok!

    halkının tepkisizliğine kızan padişah, gürlemiş:
    — köprülerin ortasına da birer adam koyun, gelip geçeni …. yapsın!

    aradan birkaç gün geçmiş, halktan bir tepkinin olmamasına içerleyen padişah, çağırmış vezirlerini,
    —halkı dinleyelim hele bir, demiş. gitmişler köye, padişah sormuş:
    — halinizden memnun musunuz, var mı bir şikâyetiniz?

    ses yok. padişah tekrar :
    —taş üstünde taş omuz üstünde baş komam! var mı şikâyeti olan hemen söylesin! diye gürleyince arkalardan cılız bir ses duyulmuş:

    —padişahım, o köprünün ortasındaki adam var ya!
    —eeee! demiş padişah bir umutla… ne olmuş o köprünün ortasındaki adama?

    — aksamları çok kalabalık oluyor, sıra uzuyor, eve geç kalıyoruz, mümkünse bir adam daha koysanız…"

  • perihan mağden

  • yürekte bukağı

    (yine-yeni-yeniden: lütfen harflere takılmayınız.)

    1979 yılı sait faik öykü armağanı kazanan bir tomris uyar öykü kitabı.
    iki bolum; birinci bolum sekiz, ikinci bolum iki oykuden olusuyor,
    paylasmak icin kitabin 'pdf'ini aradim, bulamadim. sonra sesli kitap videolari buldum. okuyan oykuyu rezil etmisti, buraya almadim, dinlemenizi tavsiye de etmiyorum.
    70'li yillarin edebiyat dunyasini kasip kavuran bir kadin tomris uyar. o donemin en unlu ve en saygin iki edebiyatcisiyla evlenmis, diger ikisiyle asklari destan olmus. tek basina 'ikinci yeni'nin anasi, sembolu sayilabilir. bu bilindik seyleri ben yazmayayim, bir yazi koyayim, dilerseniz okuyun.
    tipik burjuva, guzel, akilli, duyarli, entelektuel....
    ne arasaniz var kadinda.
    bazi insanlar icin iyi ki erken olmus denilebilirse, bu, tomris uyar icin de gecerli olabilir. gerci cok da erken sayilmaz ama gorece erken; 62.
    bunu deme nedenim, ona yasanti, dunyaya bakis ve populerlik acisindan epey benzeyen cagdasi bir kadin sanatcinin (füruzan) artik gorunmez, duyulmaz olmasi. bu tur kadinlara yaslilik yakismiyor. (bkz: ölümsüz marilyn monroe)
    kitap hakkinda yazmak isterken yazarindan kopamadik bir turlu ama bu gerekliydi.

    kucuk burjuva hassasiyeti.
    evet, tomris uyar ve bu oykuler tam da bu tanimlamayla tanimlanabilirler.
    tomris uyar'in bu oykuleri yazdigi zaman dilimi, hemen 80 oncesi. turkiye'nin yine karmasa ile boguldugu yillar. bu sefer basrolde askeri vesayet de var. oykuler bu sikintili ortami modern dokunuslarla yasatiyor size.
    otobiyografik; kitap, hic roman yazmamis ve hep bunun arzusunu gutmus bir yazarin bilincindeki o arzuyu ve ilk romanlarin otobiyografik olma kacinilmazligini bize hep animsatiyor. bunlar hep, o hic yazilamamis ilk romana hazirlik. oykulerde ic sesiyle konusan bir kadin, ic ses kullanma teknigini basariyla kullanan bir tomris uyar var.
    bu oyku kitabinin 79 yilinda sait faik odulu almasi, belki de yazarin sahsinda, o yillarda onun magduriyetini yasayan butun sanatcilara verilmis bir oduldu. ne de olsa tomris uyar ismi, yukarida da sozunu ettigimiz gibi bir donemin simgesi, ta kendisiydi.
    kitapla ilgili biraz arastirma yaptiginizda hemen karsiniza cikacak ilk bilgiler, bukağı sozcugunun anlami ve bu sozcugun yürek sozcuguyle iliskisi olacaktir. bu nedenle bir kere de ben yazmayacagim. yalnizca bukagidaki o ozgurlugu yok eden gucu ve bu gucun insan uzerinde yarattigi gucsuzlugu, kitaptaki butun oykulerde derinden hissedeceginizin garantisini verebilirim.

  • kedilerin şaşırtan davranışları

    hep kedilerin garipliklerinden söz ediyoruz şaşırarak. şaşırmamalıyız, biliyorum ama bu bizi güldürüp eğlendiriyorsa paylaşmak hoş.
    benim yaramaz mesela, benim neleri önemsemediğimi, neleri önemsediğimi kesinlikle hissediyor. hissettiğini bildiğimi de biliyor. aramızda süregiden tansiyonlu bir oyun var.
    ne zaman evin içinde bir yeri onun tüylerinden arındırıp bir şekilde ona çaktırmadan koruma altına almaya çalışsam, biliyor ve buluyor. fizik kanunları değişebilir ama bizde bu kural değişmez.
    dışarı çıkarken kep ve güneş gözlüğü kullanıyorum. kepin onun tüyüne bulanmasından da hoşlanmıyorum. bu nedenle kepi hep onun ulaşamayacağı yerlere koymaya dikkat ediyorum. genellikle de asıyorum. geçen koltuğun oturma yerine değil, sırt dayama yerinin üstüne koymuştum. aklımdaydı ama bir şekilde kaldırmayı unuttum işte.
    sabah bunu gördüğümde nerede uyanıp, geniş geniş gerinip esnediğini tahmin etmişsinizdir. üstelik o daracık yerde nasıl becerdiyse, kepin cırt cırtını da açmış, özellikle cırt cırtın üstü tüyden görünmez haldeydi. ben ona öylece bakarken bu, esnemesi biter bitmez, kepi bir tekmede koltuğun arkasına uçurarak, yere, yanıma zıpladı. "mavf!"
    böyle tek kelime, sonra kıçını döndü, tıpır tıpır merdivenlere. az sonra eşeleme sesleri de geldi.
    bence, bana, "bak üstüme gelme, bi dahakine o kıymetli şapkanın üstüne sıçarım!" demek istedi. anladım.
    n'apalım, kader. allah beterinden saklasın. gülü seven dikenine katlanır ve bilumum benzer atasözleri.......
    "ben şimdi seni........"

  • cırmık

  • memleket hikayeleri

    refik halit karay'ın iki hikaye kitabından biri. diğeri için (bkz: gurbet hikayeleri).
    yazarın 1920 yılında yayımladığı memleket hikayeleri, 17 adet hikayeden oluşmaktadır.

    "refik halit, memleket hikayeleri adlı kitabına aldığı hikayelerin pek çoğunu önceden ziya gökalp'a ait olan yeni mecmua adlı dergide yayımlamış, daha sonra kitap haline getirerek memleket hikayeleri adıyla bastırmıştır.

    bilindiği gibi refik halit, 1913 yılında ittihat ve terakkiciler ile ters düşmüş, bu nedenle sinop'a sürgüne gönderilmiş, 1913 ile 1918 yılları arasında; sinop, çorum, bilecik ve ankara'da bulunmuş, bu illerin köy ve kasabalarını da yakından tanımıştı."

    yazarın bu sürgün yılları, onun, anadolu'yu ve halkını yakından tanımasına fırsat olmuş ve memleket hikayeleri'ni yazmasını sağlamıştı.

    refik halit'in bu öyküleri; içten, sıcak, anlaşılır ve sade bir dille yazılmışlar, neredeyse yorumsuz ama gerçekleri ayan beyan ortaya koyan doğal gözlemlerle kaleme alınmışlardı. o devrin anadolu halkı ve sosyal yapısı hakkında son derece ilginç ve değerli bilgiler aktaran bu hikayeler, hem milli edebiyat döneminin dil anlayışı ile yazılmışlardır, hem de 'olay hikayesi' dediğimiz 'maupassant tarzı' (guy de maupassant) hikayenin de örnekleri arasındadırlar.

    memleket hikayeleri, yazıldığı döneminde büyük ilgi gördü ve sevildi. 1960'lı yıllara kadar devam eden memleketçilik akımını da başlatan hikayeler olarak kabul edilebilirler.

    "bu hikaye kitabı ve içindeki hikayeler, edebiyatımızda, 'gerçek anlamda' anadolu insanını, anadolu'nun doğal ve gerçek iç yüzünü, anadolu'daki memurların hayatlarını, osmanlının çökmeye başlamış olan devlet ve idari sistemini, halkın sosyal yaşantısını; adet, gelenek, görenek ve ekonomik koşullarını, samimi ve içtenlikle ortaya koyan, devrin sosyal hayatına dair belge değeri taşıyan ilk hikayeler olarak kabul edilebilirler."

    eğer okumadıysanız, okumanızı şiddetle öneririm. dili günümüz için azıcık ağır sayılsa da anlaşılmayacak gibi, sözlüğe ihtiyaç duyulacak gibi değildir.

    aşağıya onun yatır adlı hikayesini koyuyorum. bu hikaye, refik halit'in, ankara'dayken, 1916 yılında yazdığı bir hikayedir. okurken kendini bir çevreci kabul eden benim içimi sızlatan bu hikayeyi, sizin de; 'o zamandan bu zamana değişen hiçbir şey yok, kahretsin!' diyerek okuyacağınızı düşünüyorum.

    yatır

    harman sonunda ambarlarını zahire ile doldurup kilerlerine pastırmalarını, avlularına odunlarını istif eden halk, hükümet konağı altındaki sıra kahvelere toplanır, gevezelik ederek kışı tasasızca karşılardı.

    yenecek ve yakacak ne lazımsa eylül içinde hazırlamak, soğuk aylara kaygusuz bir zihin, rahat bir yürekle girmek memleketin âdetiydi. "etlik" dedikleri bu müddet kırk gün sürer, kırk gün kasabada peri, dev masallarındaki şehzade düğünlerini hatıra getiren bir hazırlıktır giderdi. bacaların boğula tıkana tüttüğü, kazanların taşa köpüre kaynadığı, evlerin sucuk dizileriyle çepeçevre donandığı bu gürültülü, telaşlı günlerin arkasından ortalığa, güz yağmurlarıyla başlayan derin bir uyuşukluk çökerdi.

    artık satır sesleriyle değirmen taşlarının uğultusu diner, baltaların çalışması biterdi. dolu ambarları ve tavana kadar yetmiş odunluklarıyla vücutlarının, ocaklarının yiyeceğini hazırlamış olan bu halk kahvelere dolarak -vakitlerini nargile köpürdetmek, öksürükler, tıksırıklarla sık sık fasılaya uğrayan manasız sohbetlere dalmakla geçirirdi.

    dışarı ister kış bir sonbahar gibi ılık geçsin, kasım içinde kızılcıklar sapsarı donanıp asmalar filiz versin; ister kar adam boyu yığılıp yolları örtsün, fırtınalar telgraf direklerini devirip kasabanın dünya ile alakasını kessin, onlar, iri sac sobaların nar gibi kızardığı kahvelerde toplaşarak, ocaklarında kütükler alevlenen yer odalarında hindi doldurup birbirine ziyafetler çekerek kendi alemlerinde kaygusuz yaşarlar, hudutlarından ötesini düşünmezlerdi.

    lakin bu sene çoktan beri başlayan odun sıkıntısı artık kıtlık derecesini bulmuştu; sobaların kızaracağı, odunların parlayacağı şüpheliydi. zira girdiği köyde boynuzlu bir çift hayvan bile koymayan yaman bir veba, bu civarı eli böğründe bırakmış, her işi yüzükoyun sermişti. on sekiz saat ötedeki ormandan kasabaya odun indirecek acar öküzler nerede? derileri tulum, kemikleri tarlaların etrafına çit olmuştu… harbe rastlayan bu yılda, zaten delikanlılar da azalmış, köyler boşalmıştı. merkeplerinin sırtına beş on çürük dal vuran kadınlar, vaktiyle bir arabaya istedikleri parayı alamayınca mallarını satmıyorlardı. daha kimse odununu alamamış, bir çare bulamamıştı.

    bu sene odun kıtlığı çok can yakacak, çok ocak söndürecekti.

    iki sene için peşin para ile kiraladığı hamamı, yakacak bulamadığından kapatmaya mecbur olan ilistir nuri:

    – ah şu maslaktaki orman!… ne etsek de köylüyü kandırsak? kasabaya dört saat… benim hamama da yeter, sizin evlere de!…

    diye ikide birde söyleniyor, bir yol gösteriyorsa da kimse yanaşmıyor, kimse bunun çıkar bir iş olduğuna kanmıyordu.

    zira içinde bir yatır, yani bir mezar, bir evliya vardı ve manevi silahlarıyla bu ormanı hükümetin korucularından ve yasaklarından daha iyi koruyordu. bir dalı kopmamış, bir ufak kütüğüne balta dokunmamıştı. dağların ağaçlarla örtülü olduğu feyiz zamanlarından yadigar gibi kalmış; çıplak tepeler, kayalı yamaçlar arasında gözleri dinlendiren yayvan gölgesiyle bütün ovaya bir şirinlik vermişti. yanındaki köy halkı, maslaklılar, iki gün öteden odun getirir, tezek kurutur, saman yakar, yatırın malikânesine dokunmayı hatırlarından geçirmezlerdi. mescidin minberini yakmakla, bu ormanın ağacını baltalamak arasında bir fark görmüyorlardı. hele biri, bir yabancı ilişsin alimallah, hükümet zindana atacak olsa bile gene parçalarlardı.

    bu, küçük bir çam ormanı idi. yazın kasabanın boğucu sıcağından kaçanlar gelirler, çadır kurarak gölgesinde serin günler geçirirlerdi. tam ortasında minimini bir kaynak yaz kış artıp azalmayan reçine kokulu berrak sızıntısıyla bu ziyaretçilere iştah, şifa verirdi. suyun yanında dedenin kabri vardı. halk özenmiş, bezenmiş, mezarın etrafına yeşil boyalı bir tahta parmaklık çekmişti. gül dikmişler, fener de koymuşlardı.

    tam beş tarafında güneşsizlikten büyüyemeyen cinsi belirsiz, cılız, bücür bir ağaç yeşermişti. renk renk paçavralarla donanmış olan eğri büğrü dalları onu, sıcak memleketlerin yaz kış çiçeğini dökmeyen tuhaf bir fidanına benzetiyordu. fenerin altındaki taş, çıra isinden kararmış, şemalı kibrit uçları yapışarak, mumlar eriyip taşarak kirlenmişti. devrilmiş bir pirinç şamdan, dipleri kırık iki üç kandil, mütemadiyen dökülen kuru çam yapraklarıyla her gün biraz daha örtülüyordu.

    yıllar yaşamış, yorgun edalı, bezgin sesli çamlar bu ıssız kabrin basma dolmuşlar, en sakin havada bile işitilen ahret fısıltılarıyla dervişler gibi, biteviye zikrederlerdi. ormanın bu en loş, en kuytu parçasında öbür dünyayı hatırlatan, insanı ölüme yaklaştıran, gönlüne üzüntüler veren bir hal, bir tesir vardı.

    işte ilistir nuri'nin maslaktaki orman dediği bu çam korusuydu. ilistir, memleket lisanında süzgeç demektir. bu lâkap belki yüzünün delik deşik denecek kadar çiçek bozuğu olmasından verilmişti. vaktini kahvelerde, gezmelerde, rakı alemlerinde geçirir, işsiz güçsüz yaşardı. kendine mahsus bir kuşak sarışı, bir püskül sarkıtışı, hele diz kapaklarım dik dik tuta tuta topalımsı bir yürüyüşü vardı ki. kasaba halkını katıltırdı. zaten herkesin mizacına göre şerbet verdiğinden bütün kaza ahalisinin dostu, her eğlencenin davetlisi, her yolcunun kılavuzuydu. kasabaya inen yabancılar karşılarında onu bulurlar, bildiklerini ona söylerler, anlayacaklarını ondan öğrenirlerdi. etraftaki üç vilayetin haberlerini fazla ilavelerle büyütüp kahve kahve yayan hep nuri idi. kırk yılda bir, bir iş tutayım demiş, hamamcılığa karar vermiş, fakat odun yokluğuna rasgelerek bu aksilik onu bir daha kar peşinde koşmaktan vazgeçirmişti.

    bir çare bulamazsa hamam, ona tarlalarını sattıracak, ilistir'i batıracaktı. haftalardan beri çare arıyor, dalgın dalgın dolaşıyordu. arkadaşları şakalaşıyorlar :

    –şeytanın bilmediğini bilirdin ülen ilistir, hala ormana bir çark takamadın mı? diyorlardı.

    güz içinde fırtınalı bir yağmur iki günde ağaçları yapraklarından soymuş, civar dağların tepelerine kardan beyaz takkelerini giydirmişti. tüten soba boruları, buğulanan camlar, gocuklu insanlarla kasaba kış halini çoktan almıştı. galiba, bu sene, soğuk aman dedirtecekti.

    bu taraflarda, bazan, ne sürekli, ne inatçı bir kış olurdu. bembeyaz, dümdüz ova ortasında kasaba her gün biraz daha gömülerek insana adeta, böyle örtüle ezile, siline ufala bitecek, bahar gelince eriyen karların içinde bulunmaz olacak hissini verirdi. nisan yağmurlarına kadar böyle yarı saklı, yarı canlı bir ömürle bekleyen kasabanın dolambaç, dar sokaklarında dört-beş ay hayat, hareket kesilir; ne kağnılar geçer, ne manda sürüleri dolaşır, ne at şakırtıları duyulurdu. yalnız, bazı günler bir tabut arkasında mezarlığa yollanan ufak bir kalabalık karları hışırdatarak, öksüre öksüre isteksiz, lakırdısız geçip giderdi. sonra gene sükût, karların büsbütün derin, korkunç ettiği bir durgunluk, deniz gibi gelir, bu sisli izi çarçabuk örterdi.

    kasabaya, böyle günlerde, bir hayat, biraz can veren bacalardı. rüzgarın önüne katılarak yassılana uzana, genişliye serpile, daima hareket eden dumanlar, uzaktan, bu donmuş ova ortasında kemiklerinin içi titreyen garip yolculara ne keyifli görünürdü.

    halbuki bu sene bacalar eskisi gibi taşa taşa tütmeyecek, ocak içleri rüzgarlara karşı meydan okuyarak alevlene alevlene homurdanamayacaktı.

    bir gün nuri sevinçli bir yüzle kahveden içeri girdi, oturan halkı, çekmece başındaki mal sahibine şöyle bir daire işaretiyle göstererek:

    –yap ağalara benden birer kahve!…dedi.

    ne olmuştu? soranlara: "hiç diyordu, öyle de battık, böyle de, bari ahbap kazanalım!…" öbürleri şüpheleniyorlar: "bir iş çevirdi amma nasıl anlasak." diye düşünüyorlardı.

    anlaması uzun sürmedi; ertesi gün gelen bir haber kahvelerde çalkalandı, halkı dışarı uğrattı: maslak ormanından, hemen de yatırın tam etrafından beş at çam kütüğü gelmiş, doğruca ilistir'in hamamına istif edilmişti. işitenler:

    –etme be, gerçek mi? diye şaşarak fırlıyorlar, bakmaya gidiyorlardı.

    haber doğruydu. külhanın istinasını getirecek kadar çıralı, kalın, sağlam kütükler biribirlerine dayanmış; çiseleyen yağmurun altında yağlı vücutlarından güzel bir koku bırakarak bekliyorlardı.

    ilistir, kasabanın pazar yerinde bir sabah abdi hocaya rasgelmişti. abdi hoca, maslak köyünden ak sakallı, yeşil sarıklı, titiz, sofu bir adamdı. elinden tesbih, ağzından dua düşmezdi. ahalinin büyük bir kayıtsızlıkla 'çiçek' ismini verdikleri frengiye nefes eder, tütsü yapardı. zelzele gibi, kolera ve muharebe gibi felâketleri evvelden haber vermek, kışın şiddetini yazdan, yazın kurağını kıştan anlamak gibi kerametimsi halleri onu yalnız köyde değil, kaza dahilinde bile nüfuzlu bir mevkie çıkarmıştı, istanbul zelzelesini ayni gün, ayni saatte, güya hissetmiş, kahvedeki minderli, pöstekili hususi köşesinden yarı uyku, yarı vecd içinde sessiz dururken birden:

    -aha yazık oldu gözüm yere…diye haykırmıştı. belki bunu kasabada belediyenin yıktırdığı eski kadı köşkünü hatırlayarak söylemişti; fakat ertesi günü vak'ayı öğrenen köylüler gezdikleri yerde abdi hocanın :

    -aha yazık oldu gözüm memlekete…

    dediğini yaymışlardı. onlar hocalarıyla övünürlerdi.

    işte ilistir'in rasgeldiği abdi hoca böyle yarı ermiş bir köylüydü. hemen koşup elinden öptü, boynunu büküp durdu. hoca bu hürmete mukabil tespihsiz sol eliyle ilistir'in arkasını sıvadı, geçtiler.

    fakat bu tesadüf nuri'nin zihninde derhal bir aydınlık hasıl etti; sanki haftalardan beri kafasının içini, çekmez bir ocak gibi dolduran isler, dumanlar sıyrılıp gitti, bir açıklık oldu. "acaba, diyordu, kandırabilir miyim?"

    geri döndü, pazar yerini altüst ediyor, aranıyordu, nihayet gördü: abdi hoca, halkın selamlarına yarı buçuk cevaplar vererek ağır ağır gidiyordu. koştu, bir şey söylemek ister gibi önünde durdu. elleri göğsünde, gözleri yerde, korkar gibi bekliyordu.

    –ne var ilistir, bir müşkülün mü var?

    ilistir ara sıra, alay çıksın diye hocaya leyleklerin hakikaten hacı olup olmadıklarına, domatesin hınzır eti kadar günah sayılıp sayılmayacağına dair zor sualler sorar, ta köye kadar yollanarak ırmak boyunda bu sene kırağı yağacaksa boş yere bağları belletmiş olmamak için danışmaya geldiğini söylerdi. fakat bunları o kadar ustalıkla, belirsiz yapardı ki hoca kanar, ilistir'i kendi kerametine inananların en sadığı sayardı.

    bu gün:

    -söyle bakalım, ne danışacaksın?

    sualine karşı biraz kekeledikten, öksürerek vakit kazandıktan sonra anlattı: üç gecedir biteviye rüyasında kendisini karanlık, sık bir orman içinde kaybolmuş görüyormuş: amma ne orman?… sağına dönüyor, ağaçlar önünü kapatıyor, soluna koşuyor, dallar ayaklarına dolanıyormuş… kan ter içinde böyle uğraşırken birden karşısında beyaz arakiyeli, yeşil cübbeli, nur yüzlü bir ihtiyar peyda oluyor:

    -bekle oğlum, abdi hoca yakında seni de feraha çıkaracak beni de…diyormuş… böyle uyanıyor, bakıyormuş ki sabah ezanları okunuyormuş. merak etmiş, kadiri şeyhine uğramış, anlatmış; bir iyi dinledikten sonra demiş ki:

    –bunu git ehlinden, hocadan sor; elbette maslak dede benden, senden evvel o cennetlik zaten malum olmuştur. evliyalar karanlık, izbe yerlerden, illa çam korusundan hiç hazzetmezler. onlar servi ile gül severler; vaktiyle ben malatya'da dervişken bir veli hepimizin rüyasına girer, "ferahlatın beni!" diye seslenirdi. türbesinin etrafındaki ağaçları baltalamadıkça bizi rahat bırakmadı. belki bu da öyle bir şeydir, allahü alem bissavab… ben de üç gecedir aynı rüyayı görüyorum… yine abdi hoca bilir…

    abdi hoca şaşalayarak dinliyordu, iliştir vakit kaybetmeden saf bir çehre ile hemen sordu: "hocaya da malum olmuş muydu?" bunu merak ediyordu.

    iliştir nuri'nin bu sade, fakat cevap isteyen suali karşısında hoca yutkundu: düşündü. 'hayır' diyemezdi ilistir'e, kadiri şeyhine, belki de daha başkalarına görünen velinin ona daha evvel görünmesi icap etmez miydi? hem mademki onlara da abdi hocanın ismini vererek zahir olmuştu, vukufsuz görünmek dal budak salan şöhretine ta dibinden bir balta vurmak demekti… iyisi mi, baltayı ormana vuracaktı; hem çoktandır köylünün şurada burada yayıp gezeceği ehemmiyetli bir iş, bir keramet göstermemişti; ara sıra kendisinden bahsettirmezse unutulacağı şüphesizdi; bu bir vesile idi; istifade etmeliydi.

    manalı yapmaya çalıştığı bir tebessümle, vakarını bozmadan ilistir'in arkasını bir daha sıvadı:

    -sen rahat ol, oğul. ben dedenin emrini çoktan aldım!.

    dedi; dudaklarında tehlil, parmaklarında teşbih, uzaklaştı. ilistir, sevincinden bastığı yeri görmeyerek koştu, kahveye kendini attı ve bildiğimiz gibi:

    –yap ağalara benden bir kahve!…diye haykırdı.

    ertesi gün maslak köylüsü, abdi hocanın: "haydi evlatlar, bize vazife göründü!" diye verdiği emri, itirazı hatırından geçirmeden yerine getirmeğe koşmuşlar, asırlar görmüş azametli çamlara, dini bir tevekkül ve sevinçle baltalarını sallamışlardı. akşama mezarın etrafında iki dönüm kadar yer açılmıştı. odunun fazlasını satarak türbeye bir lahit yaptırmayı düşünürlerken, ilistir yetişmiş, hemen pey sürerek elli at yükünün pazarlığını bitirmişti.

    işte külhanın önüne yığılan odunların hikâyesi bu idi. lakin bir defa kudsiliği ve ruhaniliği kaybolan mezar, artık eski kuvvetini gösterememiş, baltaların hücumundan bu yakın ormanı kurtaramamıştı. o güzel çam korusundan üç sene sonra çıplak bir tepe ile çıplak bir mezar kalmıştı.

    kaynak bile damlalarını azalta azalta nihayet, bir temmuz içinde kurumuş, kaybolmuştu; sanki o reçine kokulu parlak suyunu çamların damarlarından çekip çıkarıyor, çamların usaresini topluyordu. hatta rumeli muhacirleri daha ileri varmışlar, bir karlı gecede türbenin yeşil parmaklığını da sökmüşlerdi. bunu işiten abdi hoca:

    -dünyanın şerri arttı, maslak dede artık bizden elini çekmek, nam ü nişanını kaybetmek istiyor.

    diye tevile kalkışmıştı amma, şöhreti gittikçe azaldığından buna kulak asan olmadı.

    (eğer sonuna kadar geldiyseniz, araştırma yapacak olanlara kolaylık olsun diye, refik halit karay'la ilgili yapılan iki akademik çalışmayı da iliştireyim.)
    buradan
    buradan

/ 10 »