en beğenilenleri (128)

başlık listesine taşı
  • hepimiz gogol'un palto'sundan çıktık

    uzun uzadıya yazılacak bir başlık. ama cık. yok bugün bende o heves, o arzu, o iştiyak.
    şöyle ucundan kıyısından bir açıklayalım, sonra dileyen istediği kadar yazsın.
    şimdi efendim, gogol, bildiğiniz üzere rus edebiyatına yöne veren yazarlardan biri. bunu özellikle nasıl yapmış? yukarıdaki başlık cümlesinden de anlaşılacağı üzere 'palto' adlı öyküsüyle. (bu öykü de ayrı bir başlık açılarak incelenmeli, yorumlanmalı.)
    bu öyküde o güne değin alışılmışın dışında bir karaktere hayat veriyor gogol. sıpsıradan bir insana ait, o sıradan insanın sıradan heveslerine dair hem komik hem acıklı bir öykü bu. bu öykü kendisinden sonra gelenlere ışık oluyor, rehber oluyor bir nevi.
    peki başlığa konu olan sözü kim söylemiş?
    o konuda da pek çok spekülasyon var.
    kimileri bu sözü (bkz: dostoyevski)'te atfederken, kimileri de başka isimler veriyor. mesela, h. e. bates bunun gorki'nin bir sözü olduğunu iddia ederken, kimileri de turgenev'e ait olduğunu, çünkü dostoyevski'nin değil ama turgenev'in gerçek bir gogol hayranı olduğunu iddia ediyor.
    kim söylediyse söylesin, önemli olan böyle bir sözün söylenmiş olması.

    bu sözü bizim edebiyatımızla bağdaştırırsak, elbette, taaa, cumhuriyetin ilk yıllarında yayımlanan hasan ali yücel dönemi dünya klasikleri çevirilerinden itibaren gogol'la tanışan tüm türk yazarlarının da gogol'un paltosundan çıktıklarını* söyleyebiliriz. ama çok önemli iki ekleme yaparak:
    bunlardan birincisi batı'ya her anlamda yüzümüzü döndüğümüz 'tanzimat' yıllarında çalakalem de olsa yazdığı yüzlerce öyküyle 'batılı' anlamda öykücülüğümüzü başlatan ahmed midhat efendi ise, ötekisi de günümüz yazarları da dahil olmak üzere, edebiyatımızda yazarlarımızı en çok etkileyen yazar olma ünvanını taşıyan sait faik'tir.

  • halk ağır vergiler altında zevkle inliyordu

    ekşi'deki hoş başlıklardan biri. bugün için buraya da aktarayım dedim, bulunsun, lazım falan olur belki.
    (soru ekini yanlış yazmışlar ama olsun. ne yani, kıyamet mi kopacak.)

    ekleme:
    (bu fıkra da oradan)
    "padişahın biri halkının vergiye karşı hangi noktadan sonra direneceklerini test etmek ister. bunun için vezirlerini çağırır.

    vezirleri huzura çıkar, saygılı bir şekilde beklerler.

    padişah;

    köprülere adam koyun, geçenden bir akçe alsınlar! der.

    aradan bir süre geçtikten sonra padişah vezirlerine sorar:
    — nasıl, halk hayatından memnun mudur? herhangi bir şikâyet var mı?

    vezirler:
    — hiç bir tepki yok sultanım!

    — iyi o zaman. köprünün diğer tarafına da bir adam koyun, çıkandan da bir akçe alsın!

    aradan bir süre geçmiş, padişah tekrar sormuş vezirlerine:
    — var mı halinden şikâyet eden?
    — yok!

    halkının tepkisizliğine kızan padişah, gürlemiş:
    — köprülerin ortasına da birer adam koyun, gelip geçeni …. yapsın!

    aradan birkaç gün geçmiş, halktan bir tepkinin olmamasına içerleyen padişah, çağırmış vezirlerini,
    —halkı dinleyelim hele bir, demiş. gitmişler köye, padişah sormuş:
    — halinizden memnun musunuz, var mı bir şikâyetiniz?

    ses yok. padişah tekrar :
    —taş üstünde taş omuz üstünde baş komam! var mı şikâyeti olan hemen söylesin! diye gürleyince arkalardan cılız bir ses duyulmuş:

    —padişahım, o köprünün ortasındaki adam var ya!
    —eeee! demiş padişah bir umutla… ne olmuş o köprünün ortasındaki adama?

    — aksamları çok kalabalık oluyor, sıra uzuyor, eve geç kalıyoruz, mümkünse bir adam daha koysanız…"

  • iqsözlük

    beğendiğim yazıları hem 'fav'larım hem de 'like'larım. burada 'like'ın rengi beni gerçekten rahatsız ediyor. birini 'like'lamak bu kadar zor olmamalı.
    bu dertten sadece benim muzdarip olduğumu da düşünmüyorum. birçok arkadaş beğendiği bir yazıyı 'like'ladığını zannedip aslında 'like'layamıyor bence. keşke kırmızıyla yerleri değişse, en azından o hemen belli oluyor, üstelik 'hoşlanmama' burada pek de kullanılmıyor sanıyorum.
    bunların üzerine bir de 'derdini seveyim' tiki rica etsem mi acaba?*

  • türkiye'de seçimler

    onnot1: yazi tabletten yazilmaktadir, harfler icin kusura bakilmasindir.
    onnot2: asagiya yazacaklarim tamamen oznel yorumlarimdir, dogrulugu ve yanlisligi onemsizdir, kisisel tarihime not dusmek amaciyla yazilmaktadir.

    secim sonucunu onceden biliyordum, simdiye kadar da hep bildim. sonuclar benim icin surpriz degildi yani. peki bir an icin umut tasimadim mi icimde? tasidim elbette. sonra yuzde kirk sekiz(?)in isyanini da tasidim, hala tasiyorum, hep de tasiyacagim.

    bu halki taniyorum ben. kokenlerim manisa alasehir. dedemin anlattiklarini; ikinci dunya savasi sirasinda nasil ac kaldiklarini, supurge otu tohumundan nasil ekmek yapildigini, yasli insanlarin, daha once savasmis olanlarin bile nasil yeniden askere cagrildigini -ikinci dunya savasi yillari, halk ulkesine savas gelmedi, nasil gelmedi, buna sevinmez, yalnizca o yillarda cektigi acilari bilir- sonra chp'nin basindaki inonu'nun tek parti donemini bitirdigini, ege'nin verimli topraklarindan cikan okumus bir toprak agasinin nasil yillarca iktidarda kaldigini, 60 darbesi olmasa -tipki bugunku gibi- daha nasil yillarca iktidarda kalacagini, chp doneminde acliktan, sikintidan, korkudan, mutsuzluktan kirilan halkin menderes doneminde nasil refaha kavustugunu, sonrasinin nasil sikinti icinde gectigini......

    babamsa, 80 oncesi donemdeki sag-sol catismalarini, darbeden sonra ortaligin nasil duzene girdigini
    -cunku aslinda milyonlar yalniz gundelik yasar ve onu ilgilendiren yalnizca gundelik duzenidir-, erbakan'in, ozal'in sahneye cikisini.......

    simdi gelelim bu secimlere:
    fakir ve siradan insanlar sanssizdir. dogduklari kosullar; aileleri, cevreleri, gittikleri okullar, arkadaslari......her sey.
    bu yetersizlik ve tikanmislik icinde ortalama ya da altindaki zekalariyla hayatlarinda hicbir seyi degistiremezler. (bu yuzden sans oyunlari oynarlar, piyango bileti alirlar ornegin.) hep ayni dongunun icinde kisilip kalmislardir. kafalari basmadigi icin universiteye gidemezler, gunumuz kosullarinda gitseler bile dogru duzgun is bulamazlar. (iktidardaki partiye yanlansalar bile kosullarini degistirecek olcude buyuk paralar kazabilecekleri islere, memuriyetlere sahip olamazlar, evet yandas olsalar bile.)
    memuriyete kapilanamayan digerleri, cogunluk, sozunu ettigimiz kisir dongunun icinde kendilerine bicilen siradan hayatlari yasarlar. gecimlerini -yetersiz de olsa- saglayacaklari bir is, asik olmadan bir evlilik (istisnalar kaideyi bozmaz), cocuklar, olunceye kadar gececek sikinti icinde, sikici, siradan bir hayat.
    oysa cok zeki olmasalar da onlarin da hayalleri vardir. ve gorurler, izlerler. televizyondaki diziler, filmler onlara baska dunyalari ve baska hayatlari gosterir. hic oturamayacaklari evleri, hic gidemeyecekleri yerleri, hic evlenemeyecekleri kadinlari/erkekleri, hic giyemeyecekleri kiyafetleri, cogaltin cogaltabildiginiz kadar.......
    ve onlar da arzularlar, isterler, dus kurarlar bu asla sahip olamayacaklari, insan, yer, nesne ve hayatlara dair. iclerinde bir nefret buyur. onlar da pahali bir kafede guzel bir kizla beraber oturup sohbet etmek isterler, deniz kiyisindaki hos bir otelde gunes batarken buzlu limonatalarini (!) icmek....... ah!
    neden butun bu guzellikler hep kendilerini onlardan daha ustun goren o digerlerinin olsun ki!
    sonra iclerinden biri cikar. karisinin kafasi kapali, siradan bir adam. yuksek okul diplomasinin olup olmadigi bile belli olmayan. ustelik o, onlarin dilini, tam da onlarin anlayacagi/kullanacagi gibi konusmaktadir.
    simdi geliyoruz ikinci onemli noktaya:
    din ve inanclar
    bu iklimde din ve inanclar hep en kutsaldir. bu osmanlida da boyleydi, bugun de boyle ve yakin gelecekte de boyle olacak.
    onlar inanclari(ni) sorgulamazlar, en buyuk korkulari -pek cogunun- cehennem korkusudur. gunah islerler elbette ama allah buyuktur ve nihayetinde onemli olan inanmaktir. ote dunyada gunahlarinin cezasini cekecek olsalar bile en sonundaki cennet hayali ne guzeldir.
    ciddi ciddi.
    bu yazdiklarim cok bilinen ve evet cok siradan.
    ama gercek bu.
    siz bu insanlara 'gercekten dusunmeyi' ve her seyi ama her seyi 'sorgulamayi' ogretemedikten sonra bu ulkenin geleceginde hicbir seyi degistiremezsiniz.
    bugun fatih altayli'nin yazisini da okudum.
    kilicdaroglu ve chp konusunda soylediklerine katiliyorum. bu nedenle onun yazdiklarini tekrarlayacak seyler yazmaktan kaciniyorum. okumayanlar icin
    ondan farkli olarak, dedigim nedenden dolayi yani milyonlarin icindeki o 'diger mahalle' nefretini silmeden ve inanclarını sorgulamayı ogretmeden, bu ulkede hicbir seyin degisecegine/degisebilecegine inanmiyorum.
    bu simdi boyle, halkin zihniyetini soyledigim anlamda degistiremedikten sonra bes yil sonra da boyle olacak ve daha sonra da. onlar kalabaliklar ve daha da cogalacaklar. (diger mahallede zaten kacan kacana)
    ve evet insanlar olumlu, gunun birinde sirasi gelen olecek ama o 'zihniyet'i temsil edecek baska bir olusum cikacak ve yine kazanacak.
    bu halk tepeden inme 'demokrasi'yi hicbir zaman anlamadi/icsellestiremedi. ve hele bu 'demokrasi' onlara 'moderniteyi' 'kadin haklarini -hele ki kadin haklari!-' ve 'laik'ligi (summe hasa!) getirdi.

    yazi cok uzadi, gereksiz tekrarlara dusmek istemiyorum.
    sonuc:
    ben umutsuzum. bu umutsuzluk hala keyfimi kaciriyor. cevremde benim 'zihniyet'imdeki pek cok insanin dedigini soyleyebilirim tam burada: 'benim tuzum kuru', 'yasasin bana dokunmayan yilanlar', 'bana ne, benden sonra tufan'.........
    ama demiyorum.
    umutsuzlugum devam edecek. hayal kirikligim olmadigi icin bu daha da uzun surecek. ama mucadele etmeye -kendi gucumle, yapabildiklerimle- devam edecegim. ve yasayacagim.
    hayat devam ediyor ve 'yarin baska bir gundur'.

  • politik doğruculuk

    sozluklerde okudugum hemen herkesin nefret ettigi kavram. black mirror'in son sezon son bolumunu biraz da korkarak actim. korku filmlerinden nefret ederim ve insanlarin korkmaktan mazosistce zevk almalarini da, anlayabilsem de, anlamli bulmam.
    son bolumun adi seytan79. adindan dolayi once biraz tereddut etsem de, 'black mirror'larin genel gidisati icinde, bolumun benim zannettigim gibi olmayacagi acikti. (izlemeye baslamadan once tek cumlelik arastirma yapmadigimi anlamissinizdir.)
    izledim.
    -bundan sonrasi acayip spoiler icermektedir, ben uyarimi yapayim, yine de siz bilirsiniz.-
    izledigim diger black mirror bolumlerinden oldukca farkli bir bolumdu. fantazyayla baslamasi, dini inanislardan beslenmesi bunda etkiliydi elbette ama adamlar yine yakalamislardi seyirciyi -nereden kiskaca alacaklarini-.
    siradan, bakimsiz, yalniz bir gocmen kadin. hint asilli. bir magazada ayakkabi departmaninda satis gorevlisi. kendisinden ve kendisinin temsil ettigi her seyden nefret eden bir beyaz kadin var yaninda onunla ayni isi yapan.
    kotu bir evde, kotu bir semtte oturuyor. minnacik pis bir arabasi bile var. evden ciktigi andan, isten ciktigi, evine gittigi ana kadar surekli duygularini baskalarindan saklayan mimikler gelistirmis, surekli gulumsemekte.
    burada yine hakkinda bir cumlelik arastirma yapmadan oyuncuya bakalim. bu kiz olmus arkadaslar. yasadigi her anin duygusunu seyirciye gecirmekte usta bir oyuncu bu kadin. onun hissettikleri -en azindan kendi adima, bana- aynen seyirciye gecmekte.
    butun bunlar, hikayenin devami, onun acimasiz katilligi falan degil bu yazinin konusu.
    su:
    kiyametin kopmamasi icin oldurulmesi gereken ucuncu kisi. o politikaci.
    onun o gocmenlerden nefret eden diger satici kizla yaptigi konusma, onu kendisine oy vermeye ikna edisi.
    ve sonra hint asilli kahramanimizin politikacinin gelecegi ile ilgili gordugu tum o goruntuler. o igrenc fasistin ilerde nasil yukselecegi, basbakanken cikartacagi savas, milyonlarin olumune nasil neden olacagi falan.
    hayir bunlar da degil asil konumuz.
    konu, izleyen herkesin onun olmesini ayni derecede isteyecek olmasi.
    ben istedim.
    (istemeyecek olanlarla ayni dunyada yasamak bile acikli geliyor bana.)
    bu pisligin olmemesi ve sonunda kiyametin kopmasi...... hic onemli degil. zaten o olmedikten sonra kiyamet de kopsundu yani. iste bu nedenle 'demon' ve kahramanimizin aldiklari kararla sonsuzluga birlikte gitmeleri benim icin de tatminkar bir sondu.
    simdi ben politik dogrucu muyum?
    ve evet simdi dusundugumde, j. k. rowling'in girdigi tartismada sonuna kadar onun tarafini tutmanin disinda simdiye kadar hep ezilenlerin yaninda oldum, hep asagilananlari asagilayanlara karsi durdum, ayrica siyah elfler daha yakisikli diye dusunuyorum.*

    so: you can count on me for political correctness.

  • unutulmuş türkçe kelimeler

    sözlükler, memleketin farklı coğrafyalarından insanların toplandığı yerler. yöresel olarak günümüzde de kullanılan pek çok sözcüğü bugün kullanılan yörenin dışında pek bilen olmuyor. türkçenin hem tarama hem derleme sözlüğü var. meslek gerektirmesinin dışında bunlara bakıldığını sanmıyorum.
    böyle bir başlıkla belki, eskiden kullanılan ama günümüzde unutulmuş sözcükleri bu sözlük çatısı altında biriktirebiliriz diye düşündüm. herkes kendi duyduklarını yazsa, dünyanın sözcüğü olur. böylece hem sözlüğe hem kültüre katkımız olur. ben başlıyorum:

    beket-(mek): kapatmak. (örn: kapıyı beketsene.)

    nanna (anneanemin annesi) yörük kızıydı, yaşlılar hep çok üşüdüğü için sık kullanırdı bu sözü, ondan aklımda kalmış. araştırmadan, etmeden şu anda da futbol terimi olarak kullanılan "bek" sözcüğünün ve yine yaşayan türkçe içinde kullanılan bek-çi sözcüğünün bu "bek"le aynı kökten türediğini düşünmüştüm. çünkü bence 'cuk' oturuyordu. öyle değil elbette, alakası yok. biri has be has türkçeden, öteki ingilizceden. bunu fark ettiğimde epey hayal kırıklığı yaşamıştım. bekçi 'bek'ten geliyor, tamam, ama futbol terimi olarak kullanılan 'bek'in benim yazdığım kapatmak anlamına gelen 'bek' sözcüğüyle anlam ilişkisi olsa da etimolojik açıdan herhangi bir bağı, bağlantısı yok.

    fark et-(mek)-->arapça+türkçe : ayırdına var-(mak)--> türkçe

    apar-(mak): alıp götürmek--> 'geçme namert köprüsünden, ko aparsın su seni.' (evliya çelebi)

    yu-(mak): yıka-(mak)--> nanna bu sözcüğü de çok kullanırdı, eş anlamlı bir ikileme içinde--> yunmuş yıkanmış (çamaşır)

    kaltak: üzeri meşin, halı vb. şeylerle kaplanmamış olan eyerin tahta bölümü (tdk)

    örnek:
    şalvarı şaltak osmanlı
    eyeri kaltak osmanlı
    ekende yok biçende yok
    yiyende ortak osmanlı

    (not: yukarıda verilen örnek dörtlükten de anlaşılacağı üzere, zaman içinde dilde oluşan değişimler nedeniyle 'kaltak' kelimesi (üzerine oturulan 'şey' anlamındayken) anlam değişikliğine uğramış, günümüzde hepimizin malumu olan anlamını almıştır.)

  • memleket hikayeleri

    refik halit karay'ın iki hikaye kitabından biri. diğeri için (bkz: gurbet hikayeleri).
    yazarın 1920 yılında yayımladığı memleket hikayeleri, 17 adet hikayeden oluşmaktadır.

    "refik halit, memleket hikayeleri adlı kitabına aldığı hikayelerin pek çoğunu önceden ziya gökalp'a ait olan yeni mecmua adlı dergide yayımlamış, daha sonra kitap haline getirerek memleket hikayeleri adıyla bastırmıştır.

    bilindiği gibi refik halit, 1913 yılında ittihat ve terakkiciler ile ters düşmüş, bu nedenle sinop'a sürgüne gönderilmiş, 1913 ile 1918 yılları arasında; sinop, çorum, bilecik ve ankara'da bulunmuş, bu illerin köy ve kasabalarını da yakından tanımıştı."

    yazarın bu sürgün yılları, onun, anadolu'yu ve halkını yakından tanımasına fırsat olmuş ve memleket hikayeleri'ni yazmasını sağlamıştı.

    refik halit'in bu öyküleri; içten, sıcak, anlaşılır ve sade bir dille yazılmışlar, neredeyse yorumsuz ama gerçekleri ayan beyan ortaya koyan doğal gözlemlerle kaleme alınmışlardı. o devrin anadolu halkı ve sosyal yapısı hakkında son derece ilginç ve değerli bilgiler aktaran bu hikayeler, hem milli edebiyat döneminin dil anlayışı ile yazılmışlardır, hem de 'olay hikayesi' dediğimiz 'maupassant tarzı' (guy de maupassant) hikayenin de örnekleri arasındadırlar.

    memleket hikayeleri, yazıldığı döneminde büyük ilgi gördü ve sevildi. 1960'lı yıllara kadar devam eden memleketçilik akımını da başlatan hikayeler olarak kabul edilebilirler.

    "bu hikaye kitabı ve içindeki hikayeler, edebiyatımızda, 'gerçek anlamda' anadolu insanını, anadolu'nun doğal ve gerçek iç yüzünü, anadolu'daki memurların hayatlarını, osmanlının çökmeye başlamış olan devlet ve idari sistemini, halkın sosyal yaşantısını; adet, gelenek, görenek ve ekonomik koşullarını, samimi ve içtenlikle ortaya koyan, devrin sosyal hayatına dair belge değeri taşıyan ilk hikayeler olarak kabul edilebilirler."

    eğer okumadıysanız, okumanızı şiddetle öneririm. dili günümüz için azıcık ağır sayılsa da anlaşılmayacak gibi, sözlüğe ihtiyaç duyulacak gibi değildir.

    aşağıya onun yatır adlı hikayesini koyuyorum. bu hikaye, refik halit'in, ankara'dayken, 1916 yılında yazdığı bir hikayedir. okurken kendini bir çevreci kabul eden benim içimi sızlatan bu hikayeyi, sizin de; 'o zamandan bu zamana değişen hiçbir şey yok, kahretsin!' diyerek okuyacağınızı düşünüyorum.

    yatır

    harman sonunda ambarlarını zahire ile doldurup kilerlerine pastırmalarını, avlularına odunlarını istif eden halk, hükümet konağı altındaki sıra kahvelere toplanır, gevezelik ederek kışı tasasızca karşılardı.

    yenecek ve yakacak ne lazımsa eylül içinde hazırlamak, soğuk aylara kaygusuz bir zihin, rahat bir yürekle girmek memleketin âdetiydi. "etlik" dedikleri bu müddet kırk gün sürer, kırk gün kasabada peri, dev masallarındaki şehzade düğünlerini hatıra getiren bir hazırlıktır giderdi. bacaların boğula tıkana tüttüğü, kazanların taşa köpüre kaynadığı, evlerin sucuk dizileriyle çepeçevre donandığı bu gürültülü, telaşlı günlerin arkasından ortalığa, güz yağmurlarıyla başlayan derin bir uyuşukluk çökerdi.

    artık satır sesleriyle değirmen taşlarının uğultusu diner, baltaların çalışması biterdi. dolu ambarları ve tavana kadar yetmiş odunluklarıyla vücutlarının, ocaklarının yiyeceğini hazırlamış olan bu halk kahvelere dolarak -vakitlerini nargile köpürdetmek, öksürükler, tıksırıklarla sık sık fasılaya uğrayan manasız sohbetlere dalmakla geçirirdi.

    dışarı ister kış bir sonbahar gibi ılık geçsin, kasım içinde kızılcıklar sapsarı donanıp asmalar filiz versin; ister kar adam boyu yığılıp yolları örtsün, fırtınalar telgraf direklerini devirip kasabanın dünya ile alakasını kessin, onlar, iri sac sobaların nar gibi kızardığı kahvelerde toplaşarak, ocaklarında kütükler alevlenen yer odalarında hindi doldurup birbirine ziyafetler çekerek kendi alemlerinde kaygusuz yaşarlar, hudutlarından ötesini düşünmezlerdi.

    lakin bu sene çoktan beri başlayan odun sıkıntısı artık kıtlık derecesini bulmuştu; sobaların kızaracağı, odunların parlayacağı şüpheliydi. zira girdiği köyde boynuzlu bir çift hayvan bile koymayan yaman bir veba, bu civarı eli böğründe bırakmış, her işi yüzükoyun sermişti. on sekiz saat ötedeki ormandan kasabaya odun indirecek acar öküzler nerede? derileri tulum, kemikleri tarlaların etrafına çit olmuştu… harbe rastlayan bu yılda, zaten delikanlılar da azalmış, köyler boşalmıştı. merkeplerinin sırtına beş on çürük dal vuran kadınlar, vaktiyle bir arabaya istedikleri parayı alamayınca mallarını satmıyorlardı. daha kimse odununu alamamış, bir çare bulamamıştı.

    bu sene odun kıtlığı çok can yakacak, çok ocak söndürecekti.

    iki sene için peşin para ile kiraladığı hamamı, yakacak bulamadığından kapatmaya mecbur olan ilistir nuri:

    – ah şu maslaktaki orman!… ne etsek de köylüyü kandırsak? kasabaya dört saat… benim hamama da yeter, sizin evlere de!…

    diye ikide birde söyleniyor, bir yol gösteriyorsa da kimse yanaşmıyor, kimse bunun çıkar bir iş olduğuna kanmıyordu.

    zira içinde bir yatır, yani bir mezar, bir evliya vardı ve manevi silahlarıyla bu ormanı hükümetin korucularından ve yasaklarından daha iyi koruyordu. bir dalı kopmamış, bir ufak kütüğüne balta dokunmamıştı. dağların ağaçlarla örtülü olduğu feyiz zamanlarından yadigar gibi kalmış; çıplak tepeler, kayalı yamaçlar arasında gözleri dinlendiren yayvan gölgesiyle bütün ovaya bir şirinlik vermişti. yanındaki köy halkı, maslaklılar, iki gün öteden odun getirir, tezek kurutur, saman yakar, yatırın malikânesine dokunmayı hatırlarından geçirmezlerdi. mescidin minberini yakmakla, bu ormanın ağacını baltalamak arasında bir fark görmüyorlardı. hele biri, bir yabancı ilişsin alimallah, hükümet zindana atacak olsa bile gene parçalarlardı.

    bu, küçük bir çam ormanı idi. yazın kasabanın boğucu sıcağından kaçanlar gelirler, çadır kurarak gölgesinde serin günler geçirirlerdi. tam ortasında minimini bir kaynak yaz kış artıp azalmayan reçine kokulu berrak sızıntısıyla bu ziyaretçilere iştah, şifa verirdi. suyun yanında dedenin kabri vardı. halk özenmiş, bezenmiş, mezarın etrafına yeşil boyalı bir tahta parmaklık çekmişti. gül dikmişler, fener de koymuşlardı.

    tam beş tarafında güneşsizlikten büyüyemeyen cinsi belirsiz, cılız, bücür bir ağaç yeşermişti. renk renk paçavralarla donanmış olan eğri büğrü dalları onu, sıcak memleketlerin yaz kış çiçeğini dökmeyen tuhaf bir fidanına benzetiyordu. fenerin altındaki taş, çıra isinden kararmış, şemalı kibrit uçları yapışarak, mumlar eriyip taşarak kirlenmişti. devrilmiş bir pirinç şamdan, dipleri kırık iki üç kandil, mütemadiyen dökülen kuru çam yapraklarıyla her gün biraz daha örtülüyordu.

    yıllar yaşamış, yorgun edalı, bezgin sesli çamlar bu ıssız kabrin basma dolmuşlar, en sakin havada bile işitilen ahret fısıltılarıyla dervişler gibi, biteviye zikrederlerdi. ormanın bu en loş, en kuytu parçasında öbür dünyayı hatırlatan, insanı ölüme yaklaştıran, gönlüne üzüntüler veren bir hal, bir tesir vardı.

    işte ilistir nuri'nin maslaktaki orman dediği bu çam korusuydu. ilistir, memleket lisanında süzgeç demektir. bu lâkap belki yüzünün delik deşik denecek kadar çiçek bozuğu olmasından verilmişti. vaktini kahvelerde, gezmelerde, rakı alemlerinde geçirir, işsiz güçsüz yaşardı. kendine mahsus bir kuşak sarışı, bir püskül sarkıtışı, hele diz kapaklarım dik dik tuta tuta topalımsı bir yürüyüşü vardı ki. kasaba halkını katıltırdı. zaten herkesin mizacına göre şerbet verdiğinden bütün kaza ahalisinin dostu, her eğlencenin davetlisi, her yolcunun kılavuzuydu. kasabaya inen yabancılar karşılarında onu bulurlar, bildiklerini ona söylerler, anlayacaklarını ondan öğrenirlerdi. etraftaki üç vilayetin haberlerini fazla ilavelerle büyütüp kahve kahve yayan hep nuri idi. kırk yılda bir, bir iş tutayım demiş, hamamcılığa karar vermiş, fakat odun yokluğuna rasgelerek bu aksilik onu bir daha kar peşinde koşmaktan vazgeçirmişti.

    bir çare bulamazsa hamam, ona tarlalarını sattıracak, ilistir'i batıracaktı. haftalardan beri çare arıyor, dalgın dalgın dolaşıyordu. arkadaşları şakalaşıyorlar :

    –şeytanın bilmediğini bilirdin ülen ilistir, hala ormana bir çark takamadın mı? diyorlardı.

    güz içinde fırtınalı bir yağmur iki günde ağaçları yapraklarından soymuş, civar dağların tepelerine kardan beyaz takkelerini giydirmişti. tüten soba boruları, buğulanan camlar, gocuklu insanlarla kasaba kış halini çoktan almıştı. galiba, bu sene, soğuk aman dedirtecekti.

    bu taraflarda, bazan, ne sürekli, ne inatçı bir kış olurdu. bembeyaz, dümdüz ova ortasında kasaba her gün biraz daha gömülerek insana adeta, böyle örtüle ezile, siline ufala bitecek, bahar gelince eriyen karların içinde bulunmaz olacak hissini verirdi. nisan yağmurlarına kadar böyle yarı saklı, yarı canlı bir ömürle bekleyen kasabanın dolambaç, dar sokaklarında dört-beş ay hayat, hareket kesilir; ne kağnılar geçer, ne manda sürüleri dolaşır, ne at şakırtıları duyulurdu. yalnız, bazı günler bir tabut arkasında mezarlığa yollanan ufak bir kalabalık karları hışırdatarak, öksüre öksüre isteksiz, lakırdısız geçip giderdi. sonra gene sükût, karların büsbütün derin, korkunç ettiği bir durgunluk, deniz gibi gelir, bu sisli izi çarçabuk örterdi.

    kasabaya, böyle günlerde, bir hayat, biraz can veren bacalardı. rüzgarın önüne katılarak yassılana uzana, genişliye serpile, daima hareket eden dumanlar, uzaktan, bu donmuş ova ortasında kemiklerinin içi titreyen garip yolculara ne keyifli görünürdü.

    halbuki bu sene bacalar eskisi gibi taşa taşa tütmeyecek, ocak içleri rüzgarlara karşı meydan okuyarak alevlene alevlene homurdanamayacaktı.

    bir gün nuri sevinçli bir yüzle kahveden içeri girdi, oturan halkı, çekmece başındaki mal sahibine şöyle bir daire işaretiyle göstererek:

    –yap ağalara benden birer kahve!…dedi.

    ne olmuştu? soranlara: "hiç diyordu, öyle de battık, böyle de, bari ahbap kazanalım!…" öbürleri şüpheleniyorlar: "bir iş çevirdi amma nasıl anlasak." diye düşünüyorlardı.

    anlaması uzun sürmedi; ertesi gün gelen bir haber kahvelerde çalkalandı, halkı dışarı uğrattı: maslak ormanından, hemen de yatırın tam etrafından beş at çam kütüğü gelmiş, doğruca ilistir'in hamamına istif edilmişti. işitenler:

    –etme be, gerçek mi? diye şaşarak fırlıyorlar, bakmaya gidiyorlardı.

    haber doğruydu. külhanın istinasını getirecek kadar çıralı, kalın, sağlam kütükler biribirlerine dayanmış; çiseleyen yağmurun altında yağlı vücutlarından güzel bir koku bırakarak bekliyorlardı.

    ilistir, kasabanın pazar yerinde bir sabah abdi hocaya rasgelmişti. abdi hoca, maslak köyünden ak sakallı, yeşil sarıklı, titiz, sofu bir adamdı. elinden tesbih, ağzından dua düşmezdi. ahalinin büyük bir kayıtsızlıkla 'çiçek' ismini verdikleri frengiye nefes eder, tütsü yapardı. zelzele gibi, kolera ve muharebe gibi felâketleri evvelden haber vermek, kışın şiddetini yazdan, yazın kurağını kıştan anlamak gibi kerametimsi halleri onu yalnız köyde değil, kaza dahilinde bile nüfuzlu bir mevkie çıkarmıştı, istanbul zelzelesini ayni gün, ayni saatte, güya hissetmiş, kahvedeki minderli, pöstekili hususi köşesinden yarı uyku, yarı vecd içinde sessiz dururken birden:

    -aha yazık oldu gözüm yere…diye haykırmıştı. belki bunu kasabada belediyenin yıktırdığı eski kadı köşkünü hatırlayarak söylemişti; fakat ertesi günü vak'ayı öğrenen köylüler gezdikleri yerde abdi hocanın :

    -aha yazık oldu gözüm memlekete…

    dediğini yaymışlardı. onlar hocalarıyla övünürlerdi.

    işte ilistir'in rasgeldiği abdi hoca böyle yarı ermiş bir köylüydü. hemen koşup elinden öptü, boynunu büküp durdu. hoca bu hürmete mukabil tespihsiz sol eliyle ilistir'in arkasını sıvadı, geçtiler.

    fakat bu tesadüf nuri'nin zihninde derhal bir aydınlık hasıl etti; sanki haftalardan beri kafasının içini, çekmez bir ocak gibi dolduran isler, dumanlar sıyrılıp gitti, bir açıklık oldu. "acaba, diyordu, kandırabilir miyim?"

    geri döndü, pazar yerini altüst ediyor, aranıyordu, nihayet gördü: abdi hoca, halkın selamlarına yarı buçuk cevaplar vererek ağır ağır gidiyordu. koştu, bir şey söylemek ister gibi önünde durdu. elleri göğsünde, gözleri yerde, korkar gibi bekliyordu.

    –ne var ilistir, bir müşkülün mü var?

    ilistir ara sıra, alay çıksın diye hocaya leyleklerin hakikaten hacı olup olmadıklarına, domatesin hınzır eti kadar günah sayılıp sayılmayacağına dair zor sualler sorar, ta köye kadar yollanarak ırmak boyunda bu sene kırağı yağacaksa boş yere bağları belletmiş olmamak için danışmaya geldiğini söylerdi. fakat bunları o kadar ustalıkla, belirsiz yapardı ki hoca kanar, ilistir'i kendi kerametine inananların en sadığı sayardı.

    bu gün:

    -söyle bakalım, ne danışacaksın?

    sualine karşı biraz kekeledikten, öksürerek vakit kazandıktan sonra anlattı: üç gecedir biteviye rüyasında kendisini karanlık, sık bir orman içinde kaybolmuş görüyormuş: amma ne orman?… sağına dönüyor, ağaçlar önünü kapatıyor, soluna koşuyor, dallar ayaklarına dolanıyormuş… kan ter içinde böyle uğraşırken birden karşısında beyaz arakiyeli, yeşil cübbeli, nur yüzlü bir ihtiyar peyda oluyor:

    -bekle oğlum, abdi hoca yakında seni de feraha çıkaracak beni de…diyormuş… böyle uyanıyor, bakıyormuş ki sabah ezanları okunuyormuş. merak etmiş, kadiri şeyhine uğramış, anlatmış; bir iyi dinledikten sonra demiş ki:

    –bunu git ehlinden, hocadan sor; elbette maslak dede benden, senden evvel o cennetlik zaten malum olmuştur. evliyalar karanlık, izbe yerlerden, illa çam korusundan hiç hazzetmezler. onlar servi ile gül severler; vaktiyle ben malatya'da dervişken bir veli hepimizin rüyasına girer, "ferahlatın beni!" diye seslenirdi. türbesinin etrafındaki ağaçları baltalamadıkça bizi rahat bırakmadı. belki bu da öyle bir şeydir, allahü alem bissavab… ben de üç gecedir aynı rüyayı görüyorum… yine abdi hoca bilir…

    abdi hoca şaşalayarak dinliyordu, iliştir vakit kaybetmeden saf bir çehre ile hemen sordu: "hocaya da malum olmuş muydu?" bunu merak ediyordu.

    iliştir nuri'nin bu sade, fakat cevap isteyen suali karşısında hoca yutkundu: düşündü. 'hayır' diyemezdi ilistir'e, kadiri şeyhine, belki de daha başkalarına görünen velinin ona daha evvel görünmesi icap etmez miydi? hem mademki onlara da abdi hocanın ismini vererek zahir olmuştu, vukufsuz görünmek dal budak salan şöhretine ta dibinden bir balta vurmak demekti… iyisi mi, baltayı ormana vuracaktı; hem çoktandır köylünün şurada burada yayıp gezeceği ehemmiyetli bir iş, bir keramet göstermemişti; ara sıra kendisinden bahsettirmezse unutulacağı şüphesizdi; bu bir vesile idi; istifade etmeliydi.

    manalı yapmaya çalıştığı bir tebessümle, vakarını bozmadan ilistir'in arkasını bir daha sıvadı:

    -sen rahat ol, oğul. ben dedenin emrini çoktan aldım!.

    dedi; dudaklarında tehlil, parmaklarında teşbih, uzaklaştı. ilistir, sevincinden bastığı yeri görmeyerek koştu, kahveye kendini attı ve bildiğimiz gibi:

    –yap ağalara benden bir kahve!…diye haykırdı.

    ertesi gün maslak köylüsü, abdi hocanın: "haydi evlatlar, bize vazife göründü!" diye verdiği emri, itirazı hatırından geçirmeden yerine getirmeğe koşmuşlar, asırlar görmüş azametli çamlara, dini bir tevekkül ve sevinçle baltalarını sallamışlardı. akşama mezarın etrafında iki dönüm kadar yer açılmıştı. odunun fazlasını satarak türbeye bir lahit yaptırmayı düşünürlerken, ilistir yetişmiş, hemen pey sürerek elli at yükünün pazarlığını bitirmişti.

    işte külhanın önüne yığılan odunların hikâyesi bu idi. lakin bir defa kudsiliği ve ruhaniliği kaybolan mezar, artık eski kuvvetini gösterememiş, baltaların hücumundan bu yakın ormanı kurtaramamıştı. o güzel çam korusundan üç sene sonra çıplak bir tepe ile çıplak bir mezar kalmıştı.

    kaynak bile damlalarını azalta azalta nihayet, bir temmuz içinde kurumuş, kaybolmuştu; sanki o reçine kokulu parlak suyunu çamların damarlarından çekip çıkarıyor, çamların usaresini topluyordu. hatta rumeli muhacirleri daha ileri varmışlar, bir karlı gecede türbenin yeşil parmaklığını da sökmüşlerdi. bunu işiten abdi hoca:

    -dünyanın şerri arttı, maslak dede artık bizden elini çekmek, nam ü nişanını kaybetmek istiyor.

    diye tevile kalkışmıştı amma, şöhreti gittikçe azaldığından buna kulak asan olmadı.

    (eğer sonuna kadar geldiyseniz, araştırma yapacak olanlara kolaylık olsun diye, refik halit karay'la ilgili yapılan iki akademik çalışmayı da iliştireyim.)
    buradan
    buradan

  • kalevala destanı

    okuyanlara bir bütünlük içinde sunulsun diye bir önceki yazıda (https://www.iqsozluk.com/entry/5870/) yazılmış olan destan tanımını tekrarlayalım önce:
    bir ulusun tarihin bilinmeyen bir döneminde başından geçen çok önemli olayların (savaş gibi, kıtlık gibi, göç gibi, büyük iklim değişiklikleri, salgınlar, hastalıklar gibi........) halkın dil hafızasında unutulmayarak, nesilden nesile aktarılmasıyla ve geçen zaman içinde, içine her türlü olağanüstülüğün de girmesiyle oluşan, günün birinde de bir derleyici tarafından derlenerek yazıya geçirilen hikayeler bütünü olarak tanımlayabiliriz destanı.
    destan böyle tanımlanabilir. dilimize farsçadan geçmiştir. yunancası epos (şiir) sözcüğünden gelir ve batı dillerindeki karşılığı 'epope'yi oluşturur.
    bütün ulusların destanı vardır ama tarihte rol oynamış önemli ulusların destanları daha çok bilinir. örneğin ilyada ve odisei birer destandır. ya da ünlü iran ozanı firdevsi'nin yazıya geçirdiği şehname bir destandır. bizim oğuz kağan bir destandır. kırgızların hala devam eden manas destanı da bir destandır. kalevala da.

    destanların en önemli özelliklerinden biri, manzum olmalarıdır. mutlaka gerçek bir olaya dayandığı için, içinde ne kadar olağanüstülükler de olsa tarihi bir kaynak olarak da kabul edilirler.

    kalevala, elias lönnrot'un 19. yüzyılda fin halk hikayelerinden ve mitolojisinden derleyip kaleme aldığı bir destandır. fin edebiyatının en önemli eserlerinden biri sayılan kalevala, 1917'de finlandiya'nın rusya'ya karşı bağımsızlığını ilan etmesinden sonra, halkın moralini yükseltmek ve ulusun kendi milliyetine olan bağlılığını pekiştirmekte çok etkili olmuştur. bugün bir finli, kendi ulusu ve geçmişi için kendisine en önemli kanıt ve dayanaklardan biri olarak kalevala'yı görür ve gösterir.

    destanın yazıya geçiricisi elias lönnrot, destanı, bütün finlandiya'dan ama özellikle karelya bölgesinden topladı. lönnrot, derleme işine 1829'da başladı ve kalevala'nın 'eski' 'ilk' halini tamamladı. 1849'de kalevala'yı bugünkü haline getirdi. dünyanın türkçe dahil pek çok diline çevrilen kalevala, günümüzde bile ilgiyle karşılanmakta ve dünya dillerine çevrilmeye devam etmektedir.

    kalevala kelime anlamı olarak, kaleva'nın yeri/diyarı anlamına geliyormuş.
    destan, 50 bölüm (fince: runo) ve 22795 mısradan oluşturulmuş.

    aşağıya kalevala'nın her yerde bulabileceğiniz kısa bir özetini ve yine internetten bulduğum uzun ve bölümlere ayrılmış özetini koyuyorum. dileyen yalnızca birini, dileyen her ikisini de okuyabilir.

    -- spoiler --

    destandaki ana karakter väinämöinen'dir. finlerin ulusal çalgı aleti olan kanteleyi, bir turna balığının kemiklerinden yapan kahraman, başlangıçta çok kötü çaldığı bu enstrumanı, daha sonraları hayvanları bile büyüleyebilecek kadar iyi çalmaya başlar. daha sonraları kantelesini kaybeden väinämöinen, kantelenin günümüzdeki hali olan şeklini, huş ağacından yapar.

    kendine eş arayan ancak bir türlü evlenemeyen väinämöinen, destanda geçen joukahainen'in kardeşi aino'yla evlenmek üzereyken, aino, väinämöinen ile evlenmek istemez intihar eder boğulur ve ölür.

    destanın bir bölümünde, kıtlık içinde yaşayan köyleri için väinämöinen ve arkadaşları, kuzeydeki insanların yaşadığı bir kasabada, sampo adında sürekli un üreten sihirli bir değirmeni çalmaya giderler. (vikipedi)

    -- spoiler --

    runo 1
    gökyüzünde yaşamakta olan havaların bakiresi ilmatar, sudan ve rüzgardan hamile kalmış, çocuk beklemektedir. coşkun denizlerin sularında yıllarca çalkanır, ısdırap çeker.
    efsanevi bir kuş bakirenin dizini görür, yuvasını oraya yapar, yumurtalarını bırakır. yumurta kırılır, denize dökülür ve parçalarından gökyüzü, güneş, ay ve bulutlar meydana gelir. ilmatar da sonraları, yeryüzünü yaratır. ölümsüz ozan vainamöinen, ilmatar'dan dünyaya gelmiştir.

    runo 2
    vainamöinen kıyıya çıkmıştır. hiçbir yerde aradığını bulamaz. sampsa pellervoinen'den bitkileri yetiştirmesini ister.
    meşe ağacı diğer bitkilere göre çabuk gelişir, dalları gökyüzünü kaplar, ay ve güneş görünmez olur. bununla memnun kalmayan ozan mitolojik bir yaratıktan ağaçları kesmesini ister, bütün ağaçlar devrilir. yalnız bir ağaç kuşlar için bırakılır. kartal bundan memnundur. ozana yardım eder.

    bütün bitkiler çok güzel yetişmiş ama arpa çıkmamıştır. yeni bir tohum bulan vainamöinen arpayı da yetiştirir ve tanrıya dua eder.

    runo 3
    vainamöinen'in bilgisi ve tecrübesi artmıştır. şöhreti etrafa yayılmaktadır. dolaylardan joukahainen adında bir delikanlı onu kıskanır, boy ölçüşmek ister ve karşılaşırlar. sözden ve bilgiden yana delikanlı yenilir. ozanın büyüleri ile büyülenir ve batağa saplanır. kurtulmak için çare arayan joukahainen, sonunda kız kardeşi aino'yu ozana vermek vadinde bulunur ve kurtulur. kızın annesi bundan memnundur ama kız istemez.

    runo 4
    vainamöinen ormanda dolaşırken, kendisine meydan okuyan delikanlı joukahainen'in kız kardeşi aino'ya rastlar. genç kız, ormanda demet toplamaktan gelmektedir.
    yaşlı ozanın isteğini kabul etmez ve beğendiği her şeyi, incisini, küpelerini, kordelasını çıkarır, yerlere atar, annesinin yanında, baba evinde daha mutlu yaşayacağını söyler ve ağlayarak evine döner. annesi yine onu kandırmaya çalışır ve ozanla evlenmeye zorlar. kız kabul etmez ve üzüntü içinde evinden kaçıp uzaklaşır.
    aino bir gölde yıkanırken suda boğulur. haberi alan annesi yas tutar ve yıllarca ağlar.

    runo 5
    vainamöinen, aino'nun ölümünü duymuştur. çok üzgündür ve denizlerde onu aramaya gider. bir balık yakalar, bu aino'dur. kız ozana kim olduğunu söyler ve sulara kaçar.
    ozan keder içinde evine döner. annesinin ruhu ozana yardımcı olur ve pohjola'da bir güzel kız arayıp bulmasını tavsiye eder.

    runo 6
    joukahainen, kız kardeşi aino'nun ölümü yüzünden ozana kin tutmuştur ve öldürmek için fırsat kollar. annesi, joukahainen'i önlemek ister ama başaramaz. delikanlı pohjola'ya gitmekte olan ozanı bir gün denizde yakalar ve okuyla, ozanın çöpten hafif, nohut sapından ince, denizler üstünden bile atlayabilen atını devirir, ozanı öldürdüğünü sanır.
    vainamöinen ölmemiştir, uzun zaman sularda çalkanır ve bir yere ulaşır.

    runo 7
    uzun zaman sularda çalkanan vainö'yu, laponya'dan gelen ve eskiden beri vainö'yu tanımakta olan bir kartal sırtına alır ve vainö'nun bilmediği yerlere bırakır.
    ozanın bulunduğu yer pohjola'dır. ozanı kötü durumda bulan pojola'lı kadın ona bir süre bakar ve yaralarını iyileştirir.

    vainö bir süre sonra evine dönmek ister ve ev sahibi kadın ozana, onu evine göndermesi karşılığında kendisine ne vaat edeceğini sorar. vainamöinen altınlar gümüşler vaat eder ama pohjola'lı kadın kabul etmez ve kendisine bir sampo (fin mitolojisinde bulunduğu bölgeye bolluk ve bereket getiren bir nesne) yapmasını şart koşar ve karşılığında hem kendisini evine göndereceğini, hem de kızını vereceğini vaat eder. ozan sampo yapmayı bilmediğini bunu ancak demirci ilmarinen'nin yapabileceğini söyler ve demirciyi pohjola'lı kadına göndereceği sözünü vererek evine döner.

    runo 8
    vainamöinen pohjola'dan evine dönmekteyken, yolda louhi'nin güzel kızına rastlar ve ona evlenme teklif eder. kız bazı şartlarla kabul eder: ozan kirman kırıklarından (yün, kıl, pamuk iplikleri eğirmede ve bükmede kullanılan bir araçtır. halı yapımında da kullanılır. "kirman kırığı" bu işlemlerden geriye kalan artıklardır.) bir kayık yapacak ve bunu el değdirmeden yüzdürecektir.
    vainamöinen kayığı tamamlamak üzereyken baltayı dizine kaçırır ve yaralanır. tedavi için, güzel sözlere ve büyülere ihtiyaç vardır. civardaki bir yaşlı adam, tanrı'nın yardımı ile çare bulabileceğini söyler.

    runo 9
    yaşlı adam, vaimamöinen'in kimliğini bilmek, kudretini öğrenmek ister ve karşılıklı ilim irfan ölçmeye dayalı sorular başlar. yaşlı adam, ozanın demirin nasıl yaratıldığını bilmesi üzerine, bilgisine ve irfanına saygı duyar ve ona yardım eder. sihirli merhemlerle yarayı tedavi eder.
    vainamöinen hayatından memnun tanrı'ya şükreder.

    runo 10
    vainamöinen evine döndüğünde, demirci ilmarinen'i bulur. bir sampo yapması ve pohjola'ya giderek kızı alması için, onu ikna etmeye çalışır. demirci bunu pek istemez. sonuçta ozan, ilmarinen'i büyülerle meydana getirdiği bir ağaca bakmaya gitmeye ikna ederek oyun oynar ve ilmarinen kendini pohjola'da bulur.
    sampo yapılır ve kızın ilmarinen'e verilmesi kabul edilir. kızın annesi sihirli sampoyu gizli bir yere saklar.

    runo 11
    lemminkainen adında bir delikanlı vardır. evlenmek istemektedir. komşu adalardan birinde yaşayan bir güzel kızı ailesinden istemeye gider. adada kızlar bir araya toplanmış eğlenmektedirler. delikanlı ile alay ederler ama delikanlıya, oynadıkları türlü oyun ve sınavlardan sonra sonunda onunla dost olurlar.
    lemminkainen, kızların en güzeli kylikki'yi kaçırır. kız önce lemminkainen'i istemez, yurduna dönmek ister ama tümden de gönülsüz değildir. en sonunda lemminkainen kylikki'yi ikna eder ama kızın belli şartları vardır. lemminkainen hiçbir zaman savaşa gitmeyecek, altın, gümüş peşinde koşmayacaktır. lemminkainen kabul eder karşılığında da kızdan, kasabada, insan içinde başı boş gönlünce dolaşmamasını istemektedir. karşılıklı anlaşırlar ve lemminkainen'in yurduna dönerler.

    runo 12
    lemminkainen ve kyllikki birkaç zaman birlikte yaşarlar ve lemminkainen hiçbir savaşa karışmaz. günlerden bir gün delikanlı balık avına gider ve akşam eve dönmez. buna çok kızan kylliki kasabaya gider ve genç kızlarla toplanır ve haber lemminkainen'e ulaştırılır. lemminkainen buna çok kızar ve evi terk eder. uğursuz pohjola'ya yeni bir kız bulmaya gidecektir. annesi salmak istemez. delikanlı saçını tarar ve başına bir felaket gelirse fırçadan kan akacağını, bunun bir kötülüğe işaret olduğunu ifade eder ve yola çıkar.
    delikanlı pohjola'ya ulaşır, bir iki yere varır ama kabul edilmez. en son gittiği yerde gizlice içeri girer ve insanlar arasına karışır. fark edildiğinde lemminkainen'e hakaret edip meydan okurlar. karşılıklı atışmalardan sonra delikanlı hünerini gösterir ve herkesi büyüler.

    runo 13
    lemminkainen pohjola'da evin kızını ister. kızın annesi şartlar koşar: lemminkainen önce bir geyik yakalayıp getirecektir. büyülü bir geyik meydana getirip lemminkainen'i peşine salarlar. delikanlı türlü uğraş ve çabayla geyiği yakaladıktan sonra elinden kaçırır.

    runo 14
    lemminkainen geyiği tekrar ele geçirir. tatlı sözlerle yakalar ve pohjola'ya getirir. kızın annesi delikanlının geyiği yakaladığını görünce bir şart daha koşar: civarda yaşayan, ağzından ateş saçan bir atı yakalayacaktır. lemminkainen atı da getirir. lakin kadın yetinmez, kızını vermez. başka şart koşar: delikanlı tuonela'da yaşayan bir kuğuyu vurup getirecektir.
    lemminkainen kuğunun peşine düşer ama ona tuzak kurulmuştur. pohjolalı kör ihtiyar büyülediği bir yılanla onu kalbinden vurur ve kılıcıyla parçalar.

    runo 15
    lemminkainen'in evinde fırçadan kan çıkmıştır. bu delikanlının başına felaket geldiğine işarettir. annesi oğlunun peşine düşer, sonunda felaketi öğrenir. oğlu keçe külahlı adam tarafından öldürülerek tuonela nehri'ne atılmıştır.
    demirci ilmarinen'e tırmık yaptırır ve oğlunun parçalarını nehirden toplar. tanrıdan yardım diler ve kutsal merhemlerle tedavi ederek oğluna hayatını kazandırır.

    runo 16
    bu arada yaşlı ozan kayığını tamamlamaya çalışmaktadır. tarlaların yaratığı pellervoinen'i kayığına ağaç sağlaması için ormana yollar. tekne tamamlanmak üzeredir. pellervoinen meşeden topladığı tahtaları vainamöinen'e getirir. ozan sihirli şarkılarıyla, meşe tahtasından kayık yapmaya başlar. sonunda ozanın sözleri ve türküleri tükenir. kayığı tamamlamak için üç kelimeye daha ihtiyacı vardır. yeni kelimeler bulmak isteyen ozan, tuonela'ya gider. başına türlü dertler gelir ve istediğini bulamadan evine geri döner.

    runo 17
    tuonela'da aradığını bulamayan ozan, çok şeyler bilen, sözü bol ejderha vipunen'e başvurmak ister. bir çobanın salık verdiği yoldan ejderhaya ulaşır. lakin ejderha vipunen ozanı yutuverir. vainamöinen ejderha'nın karnında demirci kılığına girer, döver ve çekiçler. ejderha çaresiz bilgilerini ozana verir. vainamöinen evine döner ve kayığını tamamlar.

    runo 18
    yeni gemisini, bulduğu kelimelerle tamamlayan ozan vainamöinen pohjolaya yönelir. demirci ilmarinen'in kız kardeşi, ozanın ne maksatla yola gittiğini haber alır ve ağabeyine olayı anlatır.
    demirci ilmarinen, kendisinin sevdiği kızı ozanın almak istemesinden üzüntü duyar ve arkasından yola çıkar.
    ilmarinen kızakla, ozan kayıkla pohjola'ya varırlar. kız yaşlı ozanı istemez, demirciyi sevmektedir.

    runo 19
    demirci ilmarinen de pohjola'ya ulaşır ve kızı ister. kızı vereceklerini, ancak bazı şartların yerine getirilmesi gerektiğini söylerler. yılanlı tarlayı sürecek, tuonela'da bir ayı yakalayacak, manala'da bir bir turna balığı yakalayacaktır. demirci bunları gerçekleştirmek için neler yapması gerektiğini kıza danışır. kız altından bir saban yapıp, gümüşle süslemesini ve tarlayı bunula sürmesini, üç şelale'ye gidip köpüklü sularda çelikten bir gem yapıp, dizginleri büyülemesini ve ayıyı bununla yakalamasını, ateşte demirden, pençeleri sert çelikten, kanatları yelken kadar büyük koca bir ak kartal yapıp turna balığını bununla yakalamasını öğütler.
    ilmarinen, öğütler doğrultusunda söylenenleri yapıp görevleri başarır ve kızla nişanlanır.

    rono 20
    demirci ilmarinen ve kızın düğününde pohjola halkı büyük hazırlık yapar. adetlerine uyarak kocaman bir öküz de keserler. dolaylarda kim varsa davet edilir, yalnız çapkın lemminkainen çağrılmaz. yenilir, içilir, eğlenilir.

    runo 21
    misafirler arasında damat ilmarinen'in akrabaları, dostları da bulunmaktadır. ozan vainamöinen de gelmiştir.
    ozan güzel sözler ve türkülerle ev sahiplerini ve misafirleri över.

    runo 22
    düğün töreni devam eder, eski günleri anan türküler okunur. evinden ayrılmak üzere olan geline teselli edici sözler söylenir.

    runo 23
    düğün töreni bitmiştir, ilmarinen eşini evine götürmek üzeredir. eski günleri anan türküler söylenir, geline çok güzel öğütler verilir, kocasına karşı görevleri belirtilir.
    tecrübeli kadınlar iyi ve kötü kocayı anlatır.

    runo 24
    gelini götürmek üzere olan damada da öğütler verilir: eşine kötü davranmaması, iyi bakması saygı göstermesi anlatılır. bir yaşlı adam kötü eşinden yakınır. damatla gelin herkesle ayrı ayrı vedalaşır. üç günlük yolculuğa, damadın evine doğru yola koyulurlar.

    runo 25
    yeni gelin ve damat ilmarinen, evde uzun zaman beklenmiştir. anne oğluna hasretini ve geline olan sevgisini anlatır. iyi karşılanırlar. ozan vainamöinen de ordadır; ev sahiplerini, gelini ve damadı öven türküler söyler.
    (runo 20 ve 25 arasında düğün ve sonrası ayrıntılı bir şekilde işlenmiş, nazım şeklinde olan destanın orijinal metninde, vainamöinen'in söylediği türküler, övgüler, geline ve damada verilen öğütler ve yapılan övgüler yine nazım şeklinde, destanın çıktığı bölgenin halk edebiyatına uygun olarak uzun uzun işlenmiştir. bu yüzden bu bölüm, destanın ait olduğu kültürün özellikleri hakkında oldukça önemli ip uçları vermektedir.)

    runo 26
    lemminkainen düğüne davet edilmediği için üzgündür ve pohjola'ya gitmeye karar verir. annesinin, karşılaşacağı tehlikelerden yana, yalvarmalarına aldırmayarak yola çıkar ve türlü tehlikeleri geçerek pohjola'ya ulaşır.

    runo 27
    lemminkainen pohjola'da izinsiz girdiği bir şölende gösteriş yapmaya kalkar. pohjola'nın ev sahibi buna çok kızar ve atışma şeklinde bir süre yaptıkları ağız dalaşından sonra delikanlıyı kılıçlı kavgaya çağırır. dövüşte lemminkainen adamın kafasını uçurur. olayın intikamını almak isteyen pohjola halkı toplanır.

    runo 28
    lemminkainen pohjola'dan kaçar ve evine döner. annesinden gizlenebileceği bir yer sorar. annesi, vaktiyle, babasının savaş yıllarında saklandığı bir adayı öğütler.

    runo 29
    lemminkainen denize açılır, gideceği adaya ulaşır. adanın kızlarıyla dostluk kurar. ama bu, adanın erkeklerinin hiç hoşuna gitmez. yakışıklı çapkın lemminkainen'i öldürmek isterler. lemminkainen adadan kaçar. yolda fırtınaya yakalanır ve kayığı parçalanır. yüzerek kıyıya çıkar.
    evine geldiğinde çevrede kimsenin kalmadığını, evinin yakıldığını görür. annesinin öldüğünü düşünür.

    runo 30
    lemminkainen pohjola'ya doğru yola çıkar. yanında eski arkadaşı tiera vardır. pohjola'nın yaşlı kadını, üzerlerine bir soğuk hava yollar ve denizde gemileri donar. ölümden kurtulurlar ve evlerine dönerler.

    runo 31
    untamo, kardeşi kalervo'ya karşı savaşa girer ve onu bütün halkı ile birlikte yok eder. içlerinde bir tek gebe kadın hayatta kalmıştır. untamo'nun evine götürülen kadın bir çocuk dünyaya getirir. adını kullervo koyarlar.
    çocuk, daha beşikteyken, untamo'ya karşı kin taşır. untamo da bunun farkındadır. kullervo büyür. kendisine verilen her işi bilerek kötü yapar. untamo, onu köle olarak demirci ilmarinen'e satar.

    runo 32
    ilmarinen'in karısı kullervo'yu sığırtmaç yapar. azık torbasına koyduğu ekmeğin içine taş doldurur. sürüyü dualar okuyarak kıra salar.

    runo 33
    kullervo, sürünün peşinden gider. akşama doğru azığını torbasından çıkartır, ekmeğini kesmek ister. bıçağın ağzı taşa çalar, kırılır. çoban buna çok üzülür. çünkü ailesinden kalan tek hatıra çakısıdır.

    azığına taş katan kadından öcünü almak için, sürüyü bataklığa sürer ve kurt ve ayılardan yeni bir sürü hazırlayarak eve bu sürüyle döner. hayvanları sağmaya gelen ev sahibi kadını kurt ve ayılar parçalar.

    runo 34
    kullervo, ilmarinen'in evinden kaçar. üzgün bir şekilde ormanlarda dolaşırken yaşlı bir kadına rastlar. ondan, babasının ve annesinin hayatta olduğunu öğrenir. laponya sınırlarında barınmaktadırlar. kullervo onları bulur. annesi, kullervo'yu öldü sandığını ve bundan duyduğu üzüntüyü anlatır. büyük kız kardeşi dağa ahududu toplamaya gittiğinde kaybolmuştur.

    runo 35
    kullervo, babasının evinde bir şeyler yapmak ister. lakin hiçbir konuda faydalı olamaz. sonunda, babası onu mahsul harcı ödemeye yollar. kullervo, bu işini bitirip evine dönerken rastladığı bir kıza tecavüz eder. bu kız onun kız kardeşidir.
    olayın devamında, iki kardeş birbirlerini tanırlar. kız, nehirde intihar eder. kullervo, evine dönerek olayı annesine anlatır ve ölmek istediğini söyler. annesi öğüt verir, uzak bir yerde yaşamasını sağlar. kullervo, bu olayın da sebebini hazırlayan, untamo'dan intikam almaya karar verir.

    runo 36
    kullervo dövüş hazırlığına girişir, evde kalanlarla vedalaşır, annesi dışında hiç kimse, gidişine aldırış etmez.
    kullervo, untamo'nun köyünde kimi bulursa öldürür, evleri yakar. köyüne döndüğünde etrafı bomboş bulur. tek bir canlıya bile rastlamaz. bir yaşlı kara köpek karşısına çıkar. kullervo onunla birlikte ormana avlanmaya gider. yolu tesadüfen, kız kardeşini kirlettiği yere düşer. kullervo macerayı hatırlar ve kılıcı ile intihar eder.

    runo 37
    demirci ilmarinen ölen eşine ağlar durur. altın ve gümüş karışımı bir heykeli kendisine eş olarak hazırlamayı düşünür. bu iş kolay olmaz.
    heykel hazırlanır, ancak demirci buna can katamaz. bir geceyi altın eşiyle geçirir. sabah uyandığında altın eşinden yana olan tarafının buz gibi donduğunu görür.
    ilmarinen heykeli ozan vainamöinen'e vermek ister. ozan kabul etmez ve demirciye öğüt verir. heykelden faydalı bir şey yapmasını ya da altın olarak başka bir yere satmasını söyler.

    runo 38
    ilmarinen pohjola'ya gider ve küçük baldızını kendisine eşliğe ister. kötü karşılanır. buna kızan ilmarinen baldızını kaçırır. yolda giderken kız kendisine ağır sözler söyler. demirci buna çok kızar ve kızı büyüleyerek martı kılığına sokar.
    ilmarinen evine geldiğinde vainamöinen'i bulur ve pohjola'nın mutluluk içinde yaşadığını ve bu işi sampo'nun (destanın başında, pohjola'da vainamöinen'e yardım etmesi karşılığında, pohjola'lı kadının ozandan istediği ve vainö'nun ilmarinen'e yaptırdığı, bulunduğu yere bolluk ve bereket getiren nesne.) sağladığını anlatır ve baldızından yakınır.

    runo 39
    vainamöinen'in teklifi üzerine, ilmarinen ile ikisi, pohjola'dan sampoyu almak için yola çıkarlar. yolda lemminkainen'e rastlarlar. amaçlarını öğrenince, lemminkainen de onlara katılır.

    runo 40
    sampo'yu almak için yola çıkarlar. açık denizde, kayıkları kocaman bir turna balığının sırtına oturur. balığı öldürüp kayığa alırlar.
    vainamöinen, balığın çene kemiğinden bir saz, "kentele", yapar. bu yeni sazı, bir çok kimse çalmak ister; ama, kimse başaramaz.

    runo 41
    vainamöinen kendi icadı olan sazı başarı ile çalar. bütün yaratıklar, havadaki, sulardaki periler, kendisini dinlemek için etrafında toplanırlar. kalpler duygulanır, gözler yaşarır. vainamöinen de hislenmiştir; ağlar. ozanın gözyaşları sulara karışır. sulara karışan ozanın göz yaşları mavi inciler haline gelirler.

    runo 42
    kahramanlar pohjola'ya ulaşırlar. vainamöinen, sampo için geldiklerini anlatır ve hiç olmazsa yarısını kabul edebileceklerini söyler. pohjola'nın ev sahibi kadın, sampo'nun ne yarısını ne de tamamını vermeyi kabul eder ve halkını toplar. vainamöinen olanları görür, çalgısını çalmaya başlar, bütün halkı uyutur. sampo gizli bir yerdedir. uzun uğraşlardan sonra yerini bularak sampo'yu gömülü olduğu yerden çıkartıp kayığa yüklerler ve yola çıkarlar.
    pojola'nın kadını üç gün sonra uyanır ve işin farkına varır. büyü yaparak koyu bir sis meydana getirir ve türlü zorluklar çıkararak yolcuların peşine salar.
    bu karışıklık içinde vainamöinen sazını kayıktan denize düşürür ve bulamaz.

    runo 43
    pohjola'nın ev sahibi kadını savaş gemilerini hazırlar ve sampo'yu çalanların arkalarından yetişir. pohjola ve kalevala halkları arasında savaş olur; kaleva'lılar kazanır.
    ancak savaş sırasında pohjola'nın ev sahibi kadını sampo'yu denize itmiştir. kırılan sampo'nun iri parçaları denize gömülür, küçük parçalar ise, kıyıya sürüklenmiştir.
    vainomöinen kıyıdan topladığı küçük sampo kırıkları ile bir yenisini yapmaya çalışır ve tanrı'ya kötülüklerden uzak olmaları, kıtlık çekmemeleri, mutlu olmaları vs. şeyler için dua eder.

    runo 44
    vainamöinen denize düşürdüğü kentelesini aramaya gider; bulamaz. huş ağacından yeni bir saz yapar; bunu da başarı ile çalar ve herkesi hayran bırakır.

    runo 45
    pohjola'nın kadını kalevala'ya salgın hastalık salar. vainamöinen merhemleriyle ve sihirli sözleriyle halkı iyileştirir.

    runo 46
    pohjola'nın ev sahibi kadını, kalevala'nın sürülerini yok etmek için, bir ayı hazırlar. vainamöinen bu ayıyı öldürür; sonra da, kalevala'da adet olduğu üzere, büyük bir ziyafet tertiplenir. ozan saz çalar, şarkı söyler, türkü çağırır; gelecek günler için iyi temennilerde bulunur.

    runo 47
    ay ve güneş, vainamöinen'in şarkısını dinlemek için yere inerler. pohjola'nın kadını, her ikisini de yakalar ve bir dağın içine saklar.
    tanrı ukko, böylece hasıl olan karanlığa, şaşar kalır ve ay ve güneş yapmak için yeniden bir ateş yaratır.
    vainamöinen ve ilmarinen yere düşen ateşi görürler ve peşinden giderler. havaların bakiresi, ateşin aule gölü'ne indiğini, onu bir balığın yuttuğunu kendilerine söyler.
    vainamöinen ve ilmarinen bu sefer de balığın peşine düşerler; ama, balığı yakalayamazlar.

    runo 48
    ketenden bir ağ hazırlarlar; balığı, bununla yakalamaya giderler ve yakalarlar. ateş, balığın karnından çıkar. ancak tutamazlar; ateş, ilmarinen'in ellerini ve yüzünü yakarak kaçar.
    ormanı ve toprakları yakan ateşi, zorla ele geçirir ve kalevala'ya götürürler. ilmarinen iyileşir.

    runo 49
    ilmarinen yeni bir ay ve güneş hazırlar; ancak onlara ışık veremez. vainamöinen gerçek ay ve güneşin pohjola'da bir dağın içinde olduğunu öğrenmiştir, aramaya çıkar ama kurtaramaz.
    vainamöinen çaresiz evine döner ve ilmarinen'e dağı delmek için aletler hazırlatır.
    bu olayı haber alan pohjola'nın kadını, korkarak ay ve güneşi serbest bırakır. ozan büyük bir memnuniyet duyar ve güzel sözler söyler.

    runo 50
    marjatta kız mersin yemişinden gebe kalır. (destanın bu bölümünde, bakire kız marjatta'nın doğadaki varlıklarla, hep bekar mı kalacağı üzerine, şiirsel bir şekilde söyleşmesi yer alır. sonunda mersin yemişine uzanır, onu alır, yemiş kendiliğinden kızın ağsından girer ve marjatta hamile kalır.) bir oğlu olur.
    çocuk çok küçük yaşta iken kaybolur ve çocuğu bataklıkta bulurlar. bir ihtiyarı, oğlanı vaftiz ettirmek için, çağırırlar. adam oğlanı, babası belli olmadığından vaftiz etmek istemez. vainamöinen'e durumu anlatır, akıl danışırlar.
    ozan vainamöinen çocuğun öldürülmesi gerektiğini söyler. küçük oğlan dillenir ve ozana sert cevaplar verir.
    sonunda, yaşlı adam oğlanı karelia kralı olarak vaftiz eder. vainamöinen buna çok kızar ve birçok büyülü söz söyler ve bir bakır kayığa binerek, gökle yerin arasında, küskün bir şekilde uzaklaşır gider.
    yaşlı ozan hala oralardadır. kentelesini ve şarkılarını halklara miras bırakmıştır.

    -- spoiler --

    kalevala ezgisi
    (destanda geçen kişi ve olayların illüstrasyonuyla birlikte.)

    bu da ingilizce alt yazılı sözleriyle

    bu sayfa da fena değil

    son not: eğer bu özetleri okursanız fark edeceksiniz ki, iki çok sevdiğimiz eserle ilginç benzerlikler içeriyor: bunlardan biri patrick rothfuss'un kvothe'sinin çaldığı lavta isimli telli çalgı. öteki de ünlü ingiliz filolog ve yazar j. r. r. tolkien'in yarattığı orta dünya ve eser karakterlerine bu eski fin destanının etkisi.
    bu konuda dilerseniz kendiniz çok daha geniş bir araştırma yapabilirsiniz.
    sevgiler siz okuyan güzel insanlara.

  • özge

    öz ve özge; ne güzel sözcükler. (öz; ben demek, özge; başka, başkası.)

    "ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
    ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı."
    -fuzuli (16. yy)-

    yukarıya yazdığım beyitin açıklamasını da yazayım, öylesine güzel ki.

    bana, gönül(ümün) ateşinden başka ne kimse yanar, ne de tan yelinden başka kimse kapımı açar-->( o kadar yalnız ve kimsesizim ki, sabahları kapımı aralayan sabah rüzgarından başka uğrayanım yok. beni benden başka düşünen, derdime benden başka üzülen bir allahın kulu dahi yok.)

    (koca divan şiirinin içinde en sevdiğim birkaç beyitten biri.)

  • ko

    eski türkçedeki (kastımız 8. yy ve sonrası), kon-(mak), koy-(mak) ve koş- fiillerinin ortak atası olan bir fiil kökü.
    türkiye türkçesinden bir örnek yunus emre'den (1238?-1328?) gelsin:
    "ko ayruklar sözin, sen seni güt"-->başkalarının sözünü (sözlerini dinlemeyi) bırak, kendi kendinin efendisi ol (kendi yargılarına güven.).
    (13. yy. türkçesi. yunus azıcık sözle koskoca bir 'felsefe'yi özetlemiş. şahane bir sehl-i mümteni örneği ve ne güzel bir türkçe; arı, duru, öz.)
    bir de;
    "geçme namert köprüsünden ko aparsın su seni" (evliya çelebi) örneğini verelim.
    örneklerde de görüldüğü gibi, 'ko'-->bırak-(mak), izin ver-(mek) gibi anlamlar da taşımakta.

    amq-->bu yazılışın anlamını hepimiz biliriz. işte bu kısaltmanın sonundaki 'q', bahsettiğimiz 'ko-' kökünden türeyen koy-(mak) fiili.

  • duha koca oğlu deli dumrul

    duha koca oğlu deli dumrul destansı hikayesi; asıl adı kitab-ı dedem korkud ala lisan-ı taife-i oğuzan (oğuz boyunun diliyle dedem korkud kitabı) olan ve bir önsözle on üç* destansı hikayeden oluşan dede korkut hikayelerinin dresden nüshasındaki sırayla beşinci sırasındaki hikayedir:

    "meğer hanım, oğuz'da duha koca oğlu deli dumrul derlerdi bir er var idi. bir kuru çayın üzerine bir köprü yaptırmıştı. geçeninden otuz üç akçe alırdı, geçmeyeninden döve döve kırk akçe alırdı. bunu niçin böyle ederdi? onun için ki benden deli, benden güçlü er var mıdır ki çıksın benimle savaşsın der idi, benim erliğim, bahadırlığım, kahramanlığım, yiğitliğim rum'a, şam'a gitsin, ün salsın der idi.

    meğer bir gün köprüsünün yanında bir bölük oba konmuştu. o obada bir iyi, güzel yiğit hasta düşmüştü. allah'ın emriyle o yiğit öldü. kimi oğul diye, kimi kardeş diye ağladı. o yiğit üzerine dehşetli kara feryat koptu.

    ansızın deli dumrul dört nala yetişti. der: bre kavatlar, ne ağlıyorsunuz, benim köprümün yanında bu gürültü nedir, niye feryat ediyorsunuz dedi. dediler: hanım, bir güzel yiğidimiz öldü, ona ağlıyoruz dediler.

    deli dumrul der: bre yiğidinizi kim öldürdü? dediler: vallah bey yiğit, allah taala'dan buyruk oldu, al kanatlı azrail o yiğidin canını aldı. deli dumrul der: bre, azrail dediğiniz ne kişidir ki adamın canını alıyor, ya kadir allah, birliğin varlığın hakkı için azrail'i benim gözüme göster, savaşayım, çekişeyim, mücadele edeyim, güzel yiğidin canını kurtarayım, bir daha güzel yiğidin canını almasın dedi. çekildi döndü deli dumrul evine geldi.

    hak teala'ya dumrul'un sözü hoş gelmedi. bak bak, bre deli kavat benim birliğimi tanımıyor, birliğime şükür kılmıyor, benim ulu dergahımda gezsin, benlik eylesin dedi. azrail'e buyruk eyledi kim ya azrail, var ve o deli kavatın gözüne görün, benzini sarart, dedi, canını hırıldat, al dedi.

    deli dumrul kırk yiğit ile yiyip içip otururken ansızın azrail çıka geldi. azrail'i ne çavuş gördü ne kapıcı. deli dumrul'un görür gözü görmez oldu, tutar elleri tutmaz oldu. dünya alem deli dumrul'un gözüne karanlık oldu. çağırıp deli dumruj söyler, görelim hanım ne söyler:

    der:

    bre ne heybetli ihtiyarım
    kapıcılar seni görmedi
    çavuşlar seni duymadı
    benim görür gözlerim görmez oldu
    tutar benim ellerim tutmaz oldu
    titredi benim canım cuşa geldi
    altın kadehim elimden vere düştü
    ağzımın içi buz gibi
    kemiklerim tuz gibi oldu
    bre sakalcığı akça ihtiyar
    gözceğizi fersiz ihtiyar
    bre ne heybetli ihtiyarsın söyle bana
    kazam belam dokunur bugün sana

    dedi. böyle diyince azrail'in hiddeti tuttu, der:

    bre deli kavat
    gözümün fersiz olduğunu ne beğenmiyorsun
    gözü güzel kızların gelinlerin canım çok almışım
    sakalımın ağardığını ne beğenmiyorsun
    ak sakallı kara sakallı yiğitlerin canım çok almışım
    sakalımın ağarmasının manası budur

    dedi. bre deli kavat övünüyordun: al kanatlı azrail benim elime geçse, öldüreydim, güzel yiğidin canını onun elinden kurtaraydım diyordun, şimdi bre deli geldim ki senin canını alayım, verir misin yoksa benimle cenk eder misin dedi.

    deli dumrul der: bre, al kanatlı azrail sen misin dedi. evet benim dedi. bu güzel yiğitlerin canını sen mi alıyorsun dedi. evet, ben alıyorum dedi. bre azrail, ben seni geniş yerde istiyordum, dar yerde iyi elime girdin değil mi dedi. ben seni öldüreyim, güzel yiğidin canını kurtarayım dedi.

    kara kılıcını sıyırdı eline aldı. azrail'e çalmağa hamle kıldı. azrail bir güvercin oldu. pencereden uçtu gitti. insan oğlunun ejderhası deli dumrul elini eline çaldı, kah kah güldü. der: yiğitlerim azrail'in gözünü öyle korkuttum ki geniş kapıyı bıraktı dar bacadan kaçtı, mademki benim elimden güvercin gibi kuş oldu uçtu, bre ben onu bırakır mıyım doğana aldırmayınca dedi.

    kalktı atma bindi, doğanını eline aldı, ardına düştü. bir iki güvercin öldürdü. döndü, evine gelirken azrail atının gözüne göründü. at ürktü. deli dumrul'u kaldırdı yere vurdu. kara başı bunaldı, darda kaldı. ak göğsünün üzerine azrail basıp kondu. demin mırıldanıyordu, şimdi hırıldanmağa başladı.

    der:

    bre azrail aman
    tanrının birliğine yoktur güman
    ben seni böyle bilmezdim
    hırsız gibi can aldığını duymazdım
    tepesi büyük büyük bizim dağlarımız olur
    o dağlarımızda bağlarımız olur
    o bağların kara salkımlı üzümü olur
    o üzümü sıkarlar al şarabı olur
    o şaraptan içen sarhoş olur
    şaraplıydım duymadım
    ne söyledim bilmedim
    beylikten usanmadım yiğitliğe doymadım
    canımı alma azrail medet

    dedi. azrail der: bre deli kavat bana ne yalvarıyorsun. allah taala'ya yalvar, benim de elimde ne var, ben de bir emir kuluyum dedi. deli dumrul der: peki ya can veren can alan allah taala mıdır? evet odur dedi. döndü azrail'e, peki ya sen ne eylemekli belasın, sen aradan çık, ben allah teala ile haberleşeyim dedi.

    deli dumrul burada söylemiş, görelim hanım ne söylemiş:

    yücelerden yücesin
    kimse bilmez nicesin
    güzel tanrı
    nice cahiller seni gökte arar yerde ister
    sen bizzat müminlerin gönlündesin
    daim duran cebbar tanrı
    baki kalan settar tanrı
    benim canımı alacaksan sen al
    azraile almağa bırakma
    dedi. allah teala'ya deli dumrul'un burada sözü hoş geldi. azrail'e nida eyledi ki madem deli kavat benim birliğimi bildi, birliğime şükür kıldı, ya azrail, deli dumrul can yerine can bulsun, onun canı azat olsun der.

    azrail der: bre deli dumrul allah teala'nın emri böyle oldu ki deli dumrul canı yerine can bulsun, onun canı azat olsun dedi.

    deli dumrul der: ben nasıl can bulayım, yalnız, bir ihtiyar babam, bir ihtiyar anam var, gel gelelim. ikisinden biri belki canını verir, al, benim canımı bırak dedi.

    deli dumrul sürdü babasının yanına geldi.

    babasının elini öpüp söylemiş, görelim hanım ne söylemiş :

    ak sakallı aziz izzetli canım baba
    biliyor musun neler oldu
    küfür söz söyledim
    hak teala'ya hoş gelmedi
    gök üzerinde al kanatlı azrail'e emreyledi
    uçup geldi
    benim akça göğsümü bastırıp kondu
    hırıldatıp tatlı canımı alır oldu
    baba senden can dilerim verir misin
    yoksa oğul deli dumrul diye ağlar mısın

    babası der:

    oğul oğul ay oğul
    canımın parçası oğul
    doğduğunda dokuz erkek deve kestiğim aslan oğul
    penceresi altın otağımın kabzası oğul
    kaza benzer kızımın gelinimin çiçeği oğul
    karşı yatan kara dağım gerek ise
    söyle gelsin azrailin yaylası olsun
    soğuk soğuk pınarlarım gerek ise
    ona içme olsun
    tavla tavla koç atlarım gerek ise
    ona binek olsun
    katar katar develerim gerek ise
    ona yük taşıyıcı olsun
    ağıllarda akça koyunum gerek ise
    kara mutfak altında onun şöleni olsun
    altın gümüş para gerek ise
    ona harçlık olsun
    dünya tatlı can aziz
    canımı kıyamam belli bil
    benden aziz benden sevgili anandır
    oğul anana var

    dedi. deli dumrul babasından yüz bulmayıp sürdü anasına geldi. der:

    ana biliyor musun neler oldu
    gök yüzünden al kanatlı azrail uçup geldi
    benim akça göğsümü bastırıp kondu
    hırıldatıp canımı alır oldu
    babamdan can diledim ana vermedi
    senden can dilerim ana
    canını bana verir misin
    yoksa oğul deli dumrul diye ağlar mısın
    acı tırnak ak yüzüne çalar mısın
    kargı gibi kara saçını yolar mısın ana

    dedi. anası burada söylemiş, görelim hanım ne söylemiş : anası der:

    oğul oğul ay oğul
    dokuz ay dar karnımda taşıdığım oğul
    on ay diyince dünya yüzüne getirdiğim oğul
    dolma beşiklerle belediğim oğul
    dolu dolu ak sütümü emzirdiğim oğul
    akça burçlu hisarlarda tutulaydın oğul
    pis dinli kafir elinde esir olaydın oğul
    altın akçe gücüne dayanarak seni kurtaraydım oğul
    yaman yere varmışsın varamam
    dünya tatlı can aziz
    canımı kıyamam belli bil

    dedi, anası da canını vermedi. böyle diyince azrail geldi deli dumrul'un canını almağa. deli dumrul der:

    bre azrail aman
    tanrının birliğine yoktur güman

    azrail der: bre deli kavat daha ne aman diliyorsun, ak sakallı babanın yanına vardın can vermedi, ak bürçekli ananın yanına vardın can vermedi, daha kim verecek dedi. deli dumrul der: hasretlim vardır, buluşayım dedi. azrail der: bre deli hasretlin kimdir? der: el kızı helallim var, ondan benim iki oğlancığım var, emanetim var, ısmarlayacağım onlara, ondan sonra benim canımı alasın dedi.

    sürdü helallisinin yanına geldi, der:

    biliyor musun neler oldu
    gök yüzünden al kanatlı azrail uçup geldi.
    benim beyaz göğsümü bastırıp kondu
    benim tatlı canımı alır oldu
    babama ver dedim can vermedi
    anama vardım can vermedi
    dünya şirin can tatlı dediler
    şimdi
    yüksek yüksek kara dağlarım sana yaylak olsun
    soğuk soğuk sularım sana içme olsun
    tavla tavla koç atlarım sana binek olsun
    penceresi altın otağım sana gölge olsun
    katar katar develerim sana yük taşıyıcı olsun
    ağıllarda beyaz koyunum sana şölen olsun
    gözün kimi tutarsa
    gönlün kimi severse
    sen ona var
    iki oğlancığı öksüz koyma

    dedi. kadın burada söylemiş, görelim hanım ne söylemiş:

    der:

    ne diyorsun ne söylüyorsun
    göz açıp da gördüğüm
    gönül verip sevdiğim
    koç yiğidim şah yiğidim
    tatlı damak verip öpüştüğüm
    bir yastıkta baş koyup emiştiğim
    karşı yatan kara dağları
    senden sonra ben neylerim
    yaylar olsam benim mezarım olsun
    soğuk soğuk sularını
    içer olsam benim kanım olsun
    altın akçeni harcar olsam benim kefenim olsun
    tavla tavla koç atını
    biner olsam benim tabutum olsun
    senden sonra bir yiğidi
    sevip varsam beraber yatsam
    alaca yılan olup beni soksun
    senin o namert anan baban
    bir canda ne var ki sana kıyamamışlar
    arşşahit olsun sekizinci kat gök şahit olsun
    yer şahit olsun gök şahit olsun
    kadir tanrı şahit olsun
    benim canım senin canına kurban olsun

    dedi, razı oldu.

    azrail hatunun canını almağa geldi, insan oğlunun ejderhası eşine kıyamadı. allah teala'ya burada yalvarmış, görelim nasıl yalvarmış:

    der:

    yücelerden yücesin
    kimse bilmez nicesin
    güzel tanrı
    çok cahiller seni gökte arar yerde ister
    sen bizzat müminlerin gönlündesin
    daim duran cebbar tanrı
    ulu yollar üzerine
    imaretler yapayım senin için
    aç görsem donatayım senin için
    alırsan ikimizin canını beraber al
    bırakırsan ikimizin canını beraber bırak
    keremi çok kadir tanrı

    dedi. hak teala'ya deli dumrul'un sözü hoş geldi. azrail'e emreyledi: deli dumrul'un babasının, anasının canını al, o iki helalliye yüz kırk yıl ömür verdim dedi. azrail de babasının anasının derhal canını aldı. deli dumrul yüz kırk yıl daha eşi ile ömür sürdü.

    dedem korkut gelip destan söyledi, deyiş dedi. bu destan deli dumrul'un olsun, benden sonra alp ozanlar söylesin, alnı açık cömert erenler dinlesin dedi.

    dua edeyim hanım: yerli kara dağların yıkılmasın. gölgeli koca ağacın kesilmesin. taşkın akan güzel suyun kurumasın. kadir tanrı seni namerde muhtaç etmesin. ak alnında beş kelime dua kıldık, olsun kabul. derlesin toplasın günahınızı adı güzel muhammed'e bağışlasın hanım hey!"

    not: bu destansı hikayeyi okuyup bitirdiyseniz, sizin de dikkatinizi muhakkak çekmiştir, hikayenin 15. yy civarında yazıya geçirildiği tahmin edilmesine rağmen, tanrı ve azrail'le olan bu teklifsiz samimiyet, aslında bu hikayenin çok daha önce, türkler islamiyeti yeni yeni kabul ettiği zamanlardan kalma olduğunu gösteriyor. bunu da not düşmek istedim.

    bir not daha: kazakistan'da bulunan ve on üç destansı hikayeyi kapsayan nüsha, şimdiye kadar yapılan incelemelere göre eldeki üç nüshanın en eskisidir. yalnız üzerindeki çalışmalar henüz bitmediği için bu bilgi henüz teyit edilmemiştir.

  • epiko romanesk

    epico-romanesque: destansı hikaye
    hem destan, hem hikaye özellikleri gösteren edebiyat ürünlerine verilen bir tür adıdır.
    ortaya çıkışı sözlü halk edebiyatı ürünlerine dayanır.
    bu türe örnek olarak bizim edebiyatımızdan, dede korkut hikayelerini verebiliriz.

    (aşağıdaki satırlar bana ait değil. yazı eski olduğu için nereden alıntıladığımı hatırlamıyorum. zaten eğer bilgi verirken tırnak içinde yazıyorsam o satırlar bana ait değil demektir.)

    "dünya edebiyatında ilk edebi örneklerin mitolojik eserler olduğu kabul edilmekle beraber pek çok ulusta, edebiyatın destanlarla başladığı bilinmektedir. destanlardan sonra ortaya çıkan halk hikayeleri mutlaka tarihi bir olaya dayanmamaları (destanlar, tarihi bir olaya dayanırlar.), nazım-nesir karışık olmakla beraber zamanla nesir kısmının ağırlık kazanması, kişilerin ve olayların gerçeğe daha uygun olması, kahramanlıktan çok aşk maceralarına yer verilmesi gibi özellikleriyle destandan ayrılmaktadır. böylece destanlarla modern roman arasındaki geçiş döneminde ortaya çıktıklarından "epico-roma-nesque" diye de adlandırılan halk hikayeleri, gerek konu gerekse şekil olarak hem epik eserlerin özelliklerini taşır, hem de modern romandaki tipleri ve olayları içerir."

  • manipülatör

    insanda vantilatör, akümülatör, santrifüj gibi çağrışımlar yapan bu sözcük aslında modern çağlardan çok önceleri de 'mana' olarak vardı, şimdi de var ve insan olduğu sürece de olmaya devam edecek.
    son günlerde bu sözcüğün çeşitli varyasyonları üzerine epey yazı gördüm: yok backfire effect, yok mandela etkisi, misinformation effect, monte carlo yanılgısı, post-truth, anchoring effect.......
    manipülatör manipülasyon yapar.
    nedir?
    yönlendirme, etkileme, hile, yalan, acındırma, ikna, göz boyama, hedef şaşırtma, yüceltme, karalama, duygu sömürüsü, kamuoyu oluşturma, yalnızlaştırma ve daha birçok tekniği kullanarak karşı tarafı etkiler, şekillendirir.

    biz manipülasyonun 'device' tarafından değil pskolojik tarafından baktığımız bir yazı döşeniyoruz şimdi. bu nedenle önce bir yerlerden(!) alıntılayıp psikolojik manipülasyon tekniklerine bakalım önce:
    "sosyal psikologların üzerinde çalıştıkları manipülasyon tekniklerinden bazıları:

    -foot in the door, kapıya ayak koyma tekniği (freedman ve frazer, 1966)
    -low ball, oltaya takma tekniği (cialdini, 1978)
    -door in the face, yüzüne kapıyı çarpma tekniği (cialdini, 1975)
    -açık ve zımni tarzlar
    -klasik ve yeni tarzlar"

    devamında;
    "-gaslighting
    -psikolojik savaş
    -reklam
    -şantaj
    -toplum mühendisliği
    -yalan
    -zihin kontrolü........"gibi diğerleri.

    tam burada, kaynakları çeşitlendirme babında onedio'nun bu konulu bir sayfasına yönlendirme yapalım.
    yönlendirme

    dedik ya insanlığın başlangıcından beri var bu diye. geçmişte bu göz boyayıcılar, belki de 'büyücü' olarak nitelendiriliyordu. yapılan manipülasyonlar da 'büyü' diye.

    ve dünyanın gelmiş geçmiş en iyi manipülatörleri de politikacılar elbette. her çağda, bazı insanlar, bilgi, beceri ve konuşmadadaki ustalıklarıyla (ikna) başka insanları etkileri altına almayı başarabiliyordu. shakespeare'in ünlü julius caesar oyununda marcus antonius'un caesar'ın ölümünden sonraki tiradını hatırlayın: "dostlar, romalılar, vatandaşlar...." hitabıyla. bu konuşma, klasik bir ikna konuşması örneği olarak her daim karşımıza çıkar.

    bu son derece tehlikeli beyin yıkama oyununda, şu anda dünya yüzünde var olandan fazla insan kırılmıştır türdeşleri tarafından.

    hala bu yöntemleri kullanarak malını kolayca satabilir, seçim kazanabilir, savaş çıkarabilir, birinin ölümüne -kolaylıkla- neden olabilirsiniz.
    ama bunun bir kandırmaca olduğunu, bu kavramı hayatında duymamış milyonlara anlatamazsınız. evet, yine geldik dağdaki çobana!
    ünlü halk düşünürü aysun kayacı'ya da buradan bir selam çakarak yolumuza devam edelim; bu, aslında inanılmaz bereketli ve üzerine milyonlarca yazı yazılabilecek konuyu yavaşça sonlandıralım.
    neden her konuyu eğitim şart diyerek bitirmek zorundayız?
    aslında pekala da biliyorum ama iş dönüp dolaşıp benim de içinde bulunduğum camiada bitiyor. bir ülke insanlarını oyuncak edecekseniz eğitim sistemini yerle bir edin, ortada sistem falan bırakmayın, oyalama taktiği uygulayın, sürüm sürüm süründürün, sürüncemede bırakın. (hatırlatma: (bkz: köy enstitüleri))

  • şikayetname

    "selam virdim, rüşvet değildir deyu almadılar."
    yeniden selam olsun fuzuli'ye.
    genelde sinifa girip selam verdigimde yeterli karsilik goremezsem kurdugum cumledir. simdi tatil ve ben bugun de kurdum bu cumleyi.
    belediye calisanlari, chp ve belediyeler, chp'li belediye calisanlari.....et cetera......
    oysa selam butun dillerde en guzel sozcuktur.
    bugun tunceli'yi de konustuk epey, hakkinda yazasim da vardi, ilerleyen zamanlarda yazarim da.
    ama bugunluk/gecelik yeter.
    selam olsun hepinize, guzel gunleriniz, serin geceleriniz olsun.

  • tahrik

    "birini veya bir şeyi harekete geçirme, dürtme"
    sözlük anlamı bu.
    hatırlıyorum, bu sözcük millete aslında o kadar yabancıdır ki -ya da aslında o kadar yakındır ki- özellikle benim coğrafyamda bu sözcük pek kullanılmaz, söylerken utanılır çünkü, onun yerine 'tahriş' kullanılır. "kavgayı o çıkardı, beni tahriş etti, ben de dayanamadım, çaktım bi tane." bu cümleyi benden başka duyanlar parmak kaldırsın.*
    oysa dün ekşi'de okuduğum ve izlediğim bir 'haber'de bu sözcüğü, tastamam kendi asıl/birinci/gerçek anlamıyla çatır çatır kullanan bir dayı, kendini çatır çatır savunmasıyla -nereden ya da kimlerden destek aldığı ayan zaten. ne diyeyim, dehşete düşürdü mü diyeyim, küfrettirdi mi diyeyim, ne diyeyim- ülkenin gidişatı konusunda beni yine hiiiiiççççç şaşırtmadı.
    işte o haber: (tahrik olurken tahrip olursun inş......)

/ 9 »