• refik halit karay'ın iki hikaye kitabından biri. diğeri için (bkz: gurbet hikayeleri).
    yazarın 1920 yılında yayımladığı memleket hikayeleri, 17 adet hikayeden oluşmaktadır.

    "refik halit, memleket hikayeleri adlı kitabına aldığı hikayelerin pek çoğunu önceden ziya gökalp'a ait olan yeni mecmua adlı dergide yayımlamış, daha sonra kitap haline getirerek memleket hikayeleri adıyla bastırmıştır.

    bilindiği gibi refik halit, 1913 yılında ittihat ve terakkiciler ile ters düşmüş, bu nedenle sinop'a sürgüne gönderilmiş, 1913 ile 1918 yılları arasında; sinop, çorum, bilecik ve ankara'da bulunmuş, bu illerin köy ve kasabalarını da yakından tanımıştı."

    yazarın bu sürgün yılları, onun, anadolu'yu ve halkını yakından tanımasına fırsat olmuş ve memleket hikayeleri'ni yazmasını sağlamıştı.

    refik halit'in bu öyküleri; içten, sıcak, anlaşılır ve sade bir dille yazılmışlar, neredeyse yorumsuz ama gerçekleri ayan beyan ortaya koyan doğal gözlemlerle kaleme alınmışlardı. o devrin anadolu halkı ve sosyal yapısı hakkında son derece ilginç ve değerli bilgiler aktaran bu hikayeler, hem milli edebiyat döneminin dil anlayışı ile yazılmışlardır, hem de 'olay hikayesi' dediğimiz 'maupassant tarzı' (guy de maupassant) hikayenin de örnekleri arasındadırlar.

    memleket hikayeleri, yazıldığı döneminde büyük ilgi gördü ve sevildi. 1960'lı yıllara kadar devam eden memleketçilik akımını da başlatan hikayeler olarak kabul edilebilirler.

    "bu hikaye kitabı ve içindeki hikayeler, edebiyatımızda, 'gerçek anlamda' anadolu insanını, anadolu'nun doğal ve gerçek iç yüzünü, anadolu'daki memurların hayatlarını, osmanlının çökmeye başlamış olan devlet ve idari sistemini, halkın sosyal yaşantısını; adet, gelenek, görenek ve ekonomik koşullarını, samimi ve içtenlikle ortaya koyan, devrin sosyal hayatına dair belge değeri taşıyan ilk hikayeler olarak kabul edilebilirler."

    eğer okumadıysanız, okumanızı şiddetle öneririm. dili günümüz için azıcık ağır sayılsa da anlaşılmayacak gibi, sözlüğe ihtiyaç duyulacak gibi değildir.

    aşağıya onun yatır adlı hikayesini koyuyorum. bu hikaye, refik halit'in, ankara'dayken, 1916 yılında yazdığı bir hikayedir. okurken kendini bir çevreci kabul eden benim içimi sızlatan bu hikayeyi, sizin de; 'o zamandan bu zamana değişen hiçbir şey yok, kahretsin!' diyerek okuyacağınızı düşünüyorum.

    yatır

    harman sonunda ambarlarını zahire ile doldurup kilerlerine pastırmalarını, avlularına odunlarını istif eden halk, hükümet konağı altındaki sıra kahvelere toplanır, gevezelik ederek kışı tasasızca karşılardı.

    yenecek ve yakacak ne lazımsa eylül içinde hazırlamak, soğuk aylara kaygusuz bir zihin, rahat bir yürekle girmek memleketin âdetiydi. "etlik" dedikleri bu müddet kırk gün sürer, kırk gün kasabada peri, dev masallarındaki şehzade düğünlerini hatıra getiren bir hazırlıktır giderdi. bacaların boğula tıkana tüttüğü, kazanların taşa köpüre kaynadığı, evlerin sucuk dizileriyle çepeçevre donandığı bu gürültülü, telaşlı günlerin arkasından ortalığa, güz yağmurlarıyla başlayan derin bir uyuşukluk çökerdi.

    artık satır sesleriyle değirmen taşlarının uğultusu diner, baltaların çalışması biterdi. dolu ambarları ve tavana kadar yetmiş odunluklarıyla vücutlarının, ocaklarının yiyeceğini hazırlamış olan bu halk kahvelere dolarak -vakitlerini nargile köpürdetmek, öksürükler, tıksırıklarla sık sık fasılaya uğrayan manasız sohbetlere dalmakla geçirirdi.

    dışarı ister kış bir sonbahar gibi ılık geçsin, kasım içinde kızılcıklar sapsarı donanıp asmalar filiz versin; ister kar adam boyu yığılıp yolları örtsün, fırtınalar telgraf direklerini devirip kasabanın dünya ile alakasını kessin, onlar, iri sac sobaların nar gibi kızardığı kahvelerde toplaşarak, ocaklarında kütükler alevlenen yer odalarında hindi doldurup birbirine ziyafetler çekerek kendi alemlerinde kaygusuz yaşarlar, hudutlarından ötesini düşünmezlerdi.

    lakin bu sene çoktan beri başlayan odun sıkıntısı artık kıtlık derecesini bulmuştu; sobaların kızaracağı, odunların parlayacağı şüpheliydi. zira girdiği köyde boynuzlu bir çift hayvan bile koymayan yaman bir veba, bu civarı eli böğründe bırakmış, her işi yüzükoyun sermişti. on sekiz saat ötedeki ormandan kasabaya odun indirecek acar öküzler nerede? derileri tulum, kemikleri tarlaların etrafına çit olmuştu… harbe rastlayan bu yılda, zaten delikanlılar da azalmış, köyler boşalmıştı. merkeplerinin sırtına beş on çürük dal vuran kadınlar, vaktiyle bir arabaya istedikleri parayı alamayınca mallarını satmıyorlardı. daha kimse odununu alamamış, bir çare bulamamıştı.

    bu sene odun kıtlığı çok can yakacak, çok ocak söndürecekti.

    iki sene için peşin para ile kiraladığı hamamı, yakacak bulamadığından kapatmaya mecbur olan ilistir nuri:

    – ah şu maslaktaki orman!… ne etsek de köylüyü kandırsak? kasabaya dört saat… benim hamama da yeter, sizin evlere de!…

    diye ikide birde söyleniyor, bir yol gösteriyorsa da kimse yanaşmıyor, kimse bunun çıkar bir iş olduğuna kanmıyordu.

    zira içinde bir yatır, yani bir mezar, bir evliya vardı ve manevi silahlarıyla bu ormanı hükümetin korucularından ve yasaklarından daha iyi koruyordu. bir dalı kopmamış, bir ufak kütüğüne balta dokunmamıştı. dağların ağaçlarla örtülü olduğu feyiz zamanlarından yadigar gibi kalmış; çıplak tepeler, kayalı yamaçlar arasında gözleri dinlendiren yayvan gölgesiyle bütün ovaya bir şirinlik vermişti. yanındaki köy halkı, maslaklılar, iki gün öteden odun getirir, tezek kurutur, saman yakar, yatırın malikânesine dokunmayı hatırlarından geçirmezlerdi. mescidin minberini yakmakla, bu ormanın ağacını baltalamak arasında bir fark görmüyorlardı. hele biri, bir yabancı ilişsin alimallah, hükümet zindana atacak olsa bile gene parçalarlardı.

    bu, küçük bir çam ormanı idi. yazın kasabanın boğucu sıcağından kaçanlar gelirler, çadır kurarak gölgesinde serin günler geçirirlerdi. tam ortasında minimini bir kaynak yaz kış artıp azalmayan reçine kokulu berrak sızıntısıyla bu ziyaretçilere iştah, şifa verirdi. suyun yanında dedenin kabri vardı. halk özenmiş, bezenmiş, mezarın etrafına yeşil boyalı bir tahta parmaklık çekmişti. gül dikmişler, fener de koymuşlardı.

    tam beş tarafında güneşsizlikten büyüyemeyen cinsi belirsiz, cılız, bücür bir ağaç yeşermişti. renk renk paçavralarla donanmış olan eğri büğrü dalları onu, sıcak memleketlerin yaz kış çiçeğini dökmeyen tuhaf bir fidanına benzetiyordu. fenerin altındaki taş, çıra isinden kararmış, şemalı kibrit uçları yapışarak, mumlar eriyip taşarak kirlenmişti. devrilmiş bir pirinç şamdan, dipleri kırık iki üç kandil, mütemadiyen dökülen kuru çam yapraklarıyla her gün biraz daha örtülüyordu.

    yıllar yaşamış, yorgun edalı, bezgin sesli çamlar bu ıssız kabrin basma dolmuşlar, en sakin havada bile işitilen ahret fısıltılarıyla dervişler gibi, biteviye zikrederlerdi. ormanın bu en loş, en kuytu parçasında öbür dünyayı hatırlatan, insanı ölüme yaklaştıran, gönlüne üzüntüler veren bir hal, bir tesir vardı.

    işte ilistir nuri'nin maslaktaki orman dediği bu çam korusuydu. ilistir, memleket lisanında süzgeç demektir. bu lâkap belki yüzünün delik deşik denecek kadar çiçek bozuğu olmasından verilmişti. vaktini kahvelerde, gezmelerde, rakı alemlerinde geçirir, işsiz güçsüz yaşardı. kendine mahsus bir kuşak sarışı, bir püskül sarkıtışı, hele diz kapaklarım dik dik tuta tuta topalımsı bir yürüyüşü vardı ki. kasaba halkını katıltırdı. zaten herkesin mizacına göre şerbet verdiğinden bütün kaza ahalisinin dostu, her eğlencenin davetlisi, her yolcunun kılavuzuydu. kasabaya inen yabancılar karşılarında onu bulurlar, bildiklerini ona söylerler, anlayacaklarını ondan öğrenirlerdi. etraftaki üç vilayetin haberlerini fazla ilavelerle büyütüp kahve kahve yayan hep nuri idi. kırk yılda bir, bir iş tutayım demiş, hamamcılığa karar vermiş, fakat odun yokluğuna rasgelerek bu aksilik onu bir daha kar peşinde koşmaktan vazgeçirmişti.

    bir çare bulamazsa hamam, ona tarlalarını sattıracak, ilistir'i batıracaktı. haftalardan beri çare arıyor, dalgın dalgın dolaşıyordu. arkadaşları şakalaşıyorlar :

    –şeytanın bilmediğini bilirdin ülen ilistir, hala ormana bir çark takamadın mı? diyorlardı.

    güz içinde fırtınalı bir yağmur iki günde ağaçları yapraklarından soymuş, civar dağların tepelerine kardan beyaz takkelerini giydirmişti. tüten soba boruları, buğulanan camlar, gocuklu insanlarla kasaba kış halini çoktan almıştı. galiba, bu sene, soğuk aman dedirtecekti.

    bu taraflarda, bazan, ne sürekli, ne inatçı bir kış olurdu. bembeyaz, dümdüz ova ortasında kasaba her gün biraz daha gömülerek insana adeta, böyle örtüle ezile, siline ufala bitecek, bahar gelince eriyen karların içinde bulunmaz olacak hissini verirdi. nisan yağmurlarına kadar böyle yarı saklı, yarı canlı bir ömürle bekleyen kasabanın dolambaç, dar sokaklarında dört-beş ay hayat, hareket kesilir; ne kağnılar geçer, ne manda sürüleri dolaşır, ne at şakırtıları duyulurdu. yalnız, bazı günler bir tabut arkasında mezarlığa yollanan ufak bir kalabalık karları hışırdatarak, öksüre öksüre isteksiz, lakırdısız geçip giderdi. sonra gene sükût, karların büsbütün derin, korkunç ettiği bir durgunluk, deniz gibi gelir, bu sisli izi çarçabuk örterdi.

    kasabaya, böyle günlerde, bir hayat, biraz can veren bacalardı. rüzgarın önüne katılarak yassılana uzana, genişliye serpile, daima hareket eden dumanlar, uzaktan, bu donmuş ova ortasında kemiklerinin içi titreyen garip yolculara ne keyifli görünürdü.

    halbuki bu sene bacalar eskisi gibi taşa taşa tütmeyecek, ocak içleri rüzgarlara karşı meydan okuyarak alevlene alevlene homurdanamayacaktı.

    bir gün nuri sevinçli bir yüzle kahveden içeri girdi, oturan halkı, çekmece başındaki mal sahibine şöyle bir daire işaretiyle göstererek:

    –yap ağalara benden birer kahve!…dedi.

    ne olmuştu? soranlara: "hiç diyordu, öyle de battık, böyle de, bari ahbap kazanalım!…" öbürleri şüpheleniyorlar: "bir iş çevirdi amma nasıl anlasak." diye düşünüyorlardı.

    anlaması uzun sürmedi; ertesi gün gelen bir haber kahvelerde çalkalandı, halkı dışarı uğrattı: maslak ormanından, hemen de yatırın tam etrafından beş at çam kütüğü gelmiş, doğruca ilistir'in hamamına istif edilmişti. işitenler:

    –etme be, gerçek mi? diye şaşarak fırlıyorlar, bakmaya gidiyorlardı.

    haber doğruydu. külhanın istinasını getirecek kadar çıralı, kalın, sağlam kütükler biribirlerine dayanmış; çiseleyen yağmurun altında yağlı vücutlarından güzel bir koku bırakarak bekliyorlardı.

    ilistir, kasabanın pazar yerinde bir sabah abdi hocaya rasgelmişti. abdi hoca, maslak köyünden ak sakallı, yeşil sarıklı, titiz, sofu bir adamdı. elinden tesbih, ağzından dua düşmezdi. ahalinin büyük bir kayıtsızlıkla 'çiçek' ismini verdikleri frengiye nefes eder, tütsü yapardı. zelzele gibi, kolera ve muharebe gibi felâketleri evvelden haber vermek, kışın şiddetini yazdan, yazın kurağını kıştan anlamak gibi kerametimsi halleri onu yalnız köyde değil, kaza dahilinde bile nüfuzlu bir mevkie çıkarmıştı, istanbul zelzelesini ayni gün, ayni saatte, güya hissetmiş, kahvedeki minderli, pöstekili hususi köşesinden yarı uyku, yarı vecd içinde sessiz dururken birden:

    -aha yazık oldu gözüm yere…diye haykırmıştı. belki bunu kasabada belediyenin yıktırdığı eski kadı köşkünü hatırlayarak söylemişti; fakat ertesi günü vak'ayı öğrenen köylüler gezdikleri yerde abdi hocanın :

    -aha yazık oldu gözüm memlekete…

    dediğini yaymışlardı. onlar hocalarıyla övünürlerdi.

    işte ilistir'in rasgeldiği abdi hoca böyle yarı ermiş bir köylüydü. hemen koşup elinden öptü, boynunu büküp durdu. hoca bu hürmete mukabil tespihsiz sol eliyle ilistir'in arkasını sıvadı, geçtiler.

    fakat bu tesadüf nuri'nin zihninde derhal bir aydınlık hasıl etti; sanki haftalardan beri kafasının içini, çekmez bir ocak gibi dolduran isler, dumanlar sıyrılıp gitti, bir açıklık oldu. "acaba, diyordu, kandırabilir miyim?"

    geri döndü, pazar yerini altüst ediyor, aranıyordu, nihayet gördü: abdi hoca, halkın selamlarına yarı buçuk cevaplar vererek ağır ağır gidiyordu. koştu, bir şey söylemek ister gibi önünde durdu. elleri göğsünde, gözleri yerde, korkar gibi bekliyordu.

    –ne var ilistir, bir müşkülün mü var?

    ilistir ara sıra, alay çıksın diye hocaya leyleklerin hakikaten hacı olup olmadıklarına, domatesin hınzır eti kadar günah sayılıp sayılmayacağına dair zor sualler sorar, ta köye kadar yollanarak ırmak boyunda bu sene kırağı yağacaksa boş yere bağları belletmiş olmamak için danışmaya geldiğini söylerdi. fakat bunları o kadar ustalıkla, belirsiz yapardı ki hoca kanar, ilistir'i kendi kerametine inananların en sadığı sayardı.

    bu gün:

    -söyle bakalım, ne danışacaksın?

    sualine karşı biraz kekeledikten, öksürerek vakit kazandıktan sonra anlattı: üç gecedir biteviye rüyasında kendisini karanlık, sık bir orman içinde kaybolmuş görüyormuş: amma ne orman?… sağına dönüyor, ağaçlar önünü kapatıyor, soluna koşuyor, dallar ayaklarına dolanıyormuş… kan ter içinde böyle uğraşırken birden karşısında beyaz arakiyeli, yeşil cübbeli, nur yüzlü bir ihtiyar peyda oluyor:

    -bekle oğlum, abdi hoca yakında seni de feraha çıkaracak beni de…diyormuş… böyle uyanıyor, bakıyormuş ki sabah ezanları okunuyormuş. merak etmiş, kadiri şeyhine uğramış, anlatmış; bir iyi dinledikten sonra demiş ki:

    –bunu git ehlinden, hocadan sor; elbette maslak dede benden, senden evvel o cennetlik zaten malum olmuştur. evliyalar karanlık, izbe yerlerden, illa çam korusundan hiç hazzetmezler. onlar servi ile gül severler; vaktiyle ben malatya'da dervişken bir veli hepimizin rüyasına girer, "ferahlatın beni!" diye seslenirdi. türbesinin etrafındaki ağaçları baltalamadıkça bizi rahat bırakmadı. belki bu da öyle bir şeydir, allahü alem bissavab… ben de üç gecedir aynı rüyayı görüyorum… yine abdi hoca bilir…

    abdi hoca şaşalayarak dinliyordu, iliştir vakit kaybetmeden saf bir çehre ile hemen sordu: "hocaya da malum olmuş muydu?" bunu merak ediyordu.

    iliştir nuri'nin bu sade, fakat cevap isteyen suali karşısında hoca yutkundu: düşündü. 'hayır' diyemezdi ilistir'e, kadiri şeyhine, belki de daha başkalarına görünen velinin ona daha evvel görünmesi icap etmez miydi? hem mademki onlara da abdi hocanın ismini vererek zahir olmuştu, vukufsuz görünmek dal budak salan şöhretine ta dibinden bir balta vurmak demekti… iyisi mi, baltayı ormana vuracaktı; hem çoktandır köylünün şurada burada yayıp gezeceği ehemmiyetli bir iş, bir keramet göstermemişti; ara sıra kendisinden bahsettirmezse unutulacağı şüphesizdi; bu bir vesile idi; istifade etmeliydi.

    manalı yapmaya çalıştığı bir tebessümle, vakarını bozmadan ilistir'in arkasını bir daha sıvadı:

    -sen rahat ol, oğul. ben dedenin emrini çoktan aldım!.

    dedi; dudaklarında tehlil, parmaklarında teşbih, uzaklaştı. ilistir, sevincinden bastığı yeri görmeyerek koştu, kahveye kendini attı ve bildiğimiz gibi:

    –yap ağalara benden bir kahve!…diye haykırdı.

    ertesi gün maslak köylüsü, abdi hocanın: "haydi evlatlar, bize vazife göründü!" diye verdiği emri, itirazı hatırından geçirmeden yerine getirmeğe koşmuşlar, asırlar görmüş azametli çamlara, dini bir tevekkül ve sevinçle baltalarını sallamışlardı. akşama mezarın etrafında iki dönüm kadar yer açılmıştı. odunun fazlasını satarak türbeye bir lahit yaptırmayı düşünürlerken, ilistir yetişmiş, hemen pey sürerek elli at yükünün pazarlığını bitirmişti.

    işte külhanın önüne yığılan odunların hikâyesi bu idi. lakin bir defa kudsiliği ve ruhaniliği kaybolan mezar, artık eski kuvvetini gösterememiş, baltaların hücumundan bu yakın ormanı kurtaramamıştı. o güzel çam korusundan üç sene sonra çıplak bir tepe ile çıplak bir mezar kalmıştı.

    kaynak bile damlalarını azalta azalta nihayet, bir temmuz içinde kurumuş, kaybolmuştu; sanki o reçine kokulu parlak suyunu çamların damarlarından çekip çıkarıyor, çamların usaresini topluyordu. hatta rumeli muhacirleri daha ileri varmışlar, bir karlı gecede türbenin yeşil parmaklığını da sökmüşlerdi. bunu işiten abdi hoca:

    -dünyanın şerri arttı, maslak dede artık bizden elini çekmek, nam ü nişanını kaybetmek istiyor.

    diye tevile kalkışmıştı amma, şöhreti gittikçe azaldığından buna kulak asan olmadı.

    (eğer sonuna kadar geldiyseniz, araştırma yapacak olanlara kolaylık olsun diye, refik halit karay'la ilgili yapılan iki akademik çalışmayı da iliştireyim.)
    buradan
    buradan