entry'ler (1951) - sayfa 95

başlık listesine taşı
  • platon kimdir?

    i.ö 427-347 yılları arasında yaşamıştır. atina'nın soylu ailelerinden birinden gelmektedir, esas adı aristokles'tir. omuzlarının genişliği dolayısıyla geniş anlamına gelen platon şeklinde çağırılır. dayısı kritias otuzlar tiranlığının kurucularından olan bir sofisttir. sporla, edebiyatla ve felsefeyle ilgili ciddi bir eğitim almıştır. sokrates ile 20'li yaşlarının başında tanışmış ve sokrates'in ölümüne kadar onun yanından ayrılmamıştır. sokrates'i öldüren demokratik rejimi ise asla bağışlamayacaktır.

    sokrates'in ölümünden sonra atina'yı terk etmiş ve megara okulunda eğitimine devam etmiştir. ancak sarmamış olacak ki geri dönmüştür. sokrates gibi hoca bulmak kolay değildir. pythagorasçıların (bkz: pythagoras kimdir?) çalışmalarını izlemek için güney italya ve sicilya'ya geziler yapmıştır. platon'un sicilya gezileri özellikle önemlidir. sicilya'ya üç gezi yapan platon, sirakuza'da demokrasiyi yıkarak tiranlığını ilan eden ı. dionysios'un sayesinde siyasal düşlerini gerçekleştirebileceği sanısına kapılmış ama ne yazık ki bu hayali suya düşmüştür.

    i.ö 387 yılında, platon, kentin dışında bulunan ve eski savaş kahramanların­dan birinin adını taşıyan heros akademos bahçesinde kurulduğu için akademia adını alan okulunu kurmuş ve bu okul, etkinliği yüzyıllar içinde zayıflasa da i.s 529'da doğu roma (bizans) imparatoru ı. justinianos tarafından kapatılıncaya değin faaliyetlerini sürdürmüştür.

    yapıtlarını çoğunlukla diyalog formunda kaleme alan platon'un yapıtları konusunda geçmişte kimi tartış­malar olmuşsa da bugün yaygın ola­rak yirmi yedi yapıtının olduğu kabul edilmektedir. aynca platon'a atfedi­len on üç mektuptan yalnızca yedinci ve sekizincisinin kendisine ait olduğu üzerinde uzlaşılmıştır. diyaloglarının büyük çoğunluğunda baş konuşma­cı sokrates'tir. yaşlılık dönemi yapıt­larında sokrates yer alsa da artık geri planda kalmıştır; son yapıtı olan no­moi'de ise sokrates'e hiç yer verilmez.

    siyaset felsefesinin kurucularındandır. hocası sokrates (bkz: sokrates kimdir?) tartışmalarda karşı tarafı bozmayı bilmekte ancak onu yeniden yapılandırmamaktadır. platon işte hocasından tam burada işi devralır ve "hiçbir şey bilmiyor değilim!" diyerek işe koyulur.

    "onun bü­tün felsefesi adeta şöyle söylemek ister gibidir: iyi insandan ancak iyi bir siyasal örgütlenmenin (ki bu aynı zamanda iyi bir toplum anlamına gelmektedir) var­lık koşulu altında söz edilebilir; iyi ahlakı koşullayan şey, iyi bir toplumdan baş­ka bir şey değildir. o halde öncelikle yapılması gereken şey, iyi bir toplumun in­ şası ve bunun için gereken de iyiliğin bilgisidir."

    (bkz: platon'un bilgi kuramı)
    (bkz: platonik yöntem)
    (bkz: platon ve devlet)
    (bkz: platon ve koruyucular sınıfı)
    (bkz: platonik komünizm)
    (bkz: platonik aşk nedir?)
    (bkz: !platon'un sanat düşmanlığı)

    kaynak
    ağaoğulları, m. a., türk, d., yalçınkaya, a., yılmaz, z., & zabcı, f. (2012). sokrates'ten jakobenlere: batı'da siyasal düşünceler (3. bs). iletişim yayınları. sf.91-124

  • platon ve devlet

    platon için iyi devlet-iyi toplum-iyi insan ya da yurttaş arasında bir mesafe yok­tur. gerçek anlamda iyi insan ancak iyi bir yurttaştır; iyi bir yurttaş ise ancak iyi bir toplum tarafından koşullanır ki bunun açık anlamı da iyi bir devletin gerek­liliğidir. bu açıdan insan söz konusu olduğunda, biri özel, diğeri kamusal olmak üzere iki ayrı yaşam ya da deneyim alanından söz edilemez. kamusal yaşam bo­zuksa bu kaçınılmaz olarak tek tek insanların ruhlarını da bozacaktır; tersi de doğru. o halde, devlete özel bir dikkat gösterilmelidir. platon için devlet, kesinlikle sofistlerin savunduğu gibi, yapay ya da sözleş­meden doğmuş bir kurum değildir. aynı şekilde, kiniklerin devlete ve topluma karşı tutumlarına da sırt döner platon. platon için devlet doğaldır, çünkü top­lum doğaldır. insanlar kendi kendilerine yeterli varlıklar değillerdir. bu yeter­sizlik insanlan bir arada yaşamaya yöneltmektedir. bu durumda toplum ve bu­nu mümkün kılan devlet, insan gereksinimlerinin doğal bir sonucu olarak belir­mektedir. fakat doğallaştırılan toplumun ve devletin evrimi ve bu evrim içinde farklı biçimler alması insanların istençlerine ve koşullara bağlıdır.

    öncelikle toplumun kökeninde mademki insanların tek başına yaşayama­ması, tek başına kendi gereksinimlerini karşılayamaması ve bunun altında da her insanın şu ya da bu alanda farklı yetilere sahip olması yatmaktadır; o hal­de öncelikle toplum denilen birim, insanlar arasındaki iş bölümüyle ortaya çık­mış ya da bu temel üzerinde yükselmiş olmalıdır. ilk ortaya çıkan iş bölümü de en zorunlu mesleklerin ortaya çıkmasıdır. böylece en zorunludan daha az zo­runluya, hatta gereksiz alanlarda üretim yapılan faaliyet dallarına doğru bir iş­ bölümü sıralaması yapar platon. ama bunu yaparken temel kaygısı iktisadi bir çözümleme yapmak değildir; asli olarak işaret etmeye çalıştığı şey, insanlar ara­sındaki farklılık ve eşitsizliklerin insana içkin olduğu, yani doğal olduğudur. bu durumda herkes kendisinde içkin olan yetiye göre işler üstlenmelidir ki adalet­li bir düzen ortaya çıkabilsin. fakat ne yazık ki böyle olmaz.

    özellikle para eko­nomisinin ortaya çıkışıyla birlikte toplumda zorunlu olmayan gereksinimlere dönük, lüks üretim alanları belirir. toplum, yalın, sade yaşam tarzını yitirdik­çe yozlaşır. lüks yaşam ve daha çok kazanma tutkusu, ister istemez toplumları birbiri­ne karşı saldırmaya itecektir ve bu da toplumda daha önce olmayan bir başka meslek kolunun, askerlik mesleğinin belirmesine neden olacaktır. burada pla­ton, sparta dışındaki yunan polislerinde uygulanmakta olan yurttaşlar ordu­su anlayışına kesinlikle karşı çıkar. hatta bu yüzden platon'un sparta modelini kurma peşinde olduğunu iddia edenler bulunmaktadır. karşı çıkar, çünkü na­sıl ki diğer meslekler içkin doğal yetilere dayanıyorsa askerlik mesleği de aynı şekilde bir yetiyi ve buna bağlı bir uzmanlaşmayı gerektirmektedir. o halde, bu alan da yetenekli olanların ellerine terk edilmelidir. bu şekilde adım adım top­lumu oluşturan platon, toplumun ve devletin doğallığını buradan itibaren daha da ileriye taşır. o'na göre, "dev­let sağlam bir bedene benzer." böyle­ce platon, devletin toplumu oluştu­ran farklılıklar ya da kişiler arası güç ilişkilerine indirgenemeyeceğini, dev­letin bütün bunların üstünde oldu­ğunu, bir organizma olarak parçalar­dan (örgenlerden) oluşsa bile onların toplamına indirgenemeyeceğini söy­lemektedir.

    bu çizgi üzerinden ilerlendiğin­ de, devletin sağlığı ve varlığının deva­mı ancak bir bütünlük ölçeğinde dü­şünülebilecektir. tek tek, tikel olarak şu ya da bu parçanın sağlıklılığı ya da sağlıksızlığı, işlevselliği ancak orga­nizmanın bütünlüğü ölçeğinde anlamlı olacaktır. buradan kendiliğinden çıkan bir diğer sonuç, organizmanın belirli bir merkeze bağlılığıdır. nasıl ki beden ba­şa bağlıysa ve parçalar ancak başa boyun eğmeleri ölçeğinde işlevlerini yerine getirebiliyorsa ve üstelik bu boyun eğiş, parçaların kendi seçimleri ya da bir zor sonucu değil, tersine tam da parça oluşlarına içkin yapılarından kaynaklanıyor­sa devlet de işte böyle bir bütünlüktür. bu durumda atılacak tek bir adım kal­mıştır: organizmayı oluşturan parçaların tikel amaçlarının hiçbir hükmü yok­tur. biricik amaç, organizmanın bütünlüğü, yani devletin ta kendisidir. bunun dışındaki her tikel amaç, ancak amaç olarak devletle ilişkisi içinde anlamlıdır ya da değildir. platon, devleti zorunlu olarak birbirine gereksinim duyan insanların ara­larındaki iş bölümünün kaçınılmaz bir sonucu olarak gördüğünden ideal dev­let tasarımını da bu temele yerleştirir. ancak öncelikle belirtilmesi gereken şey, platon'un ideal bir devlet tasarımını sunarken, bunun gerçekleşip gerçekleşme­mişliğini ya da gerçekleşip gerçekleşemeyeceğini hiç mi hiç umursamadığıdır. onun temel problemi, böyle bir devletin kurulduğu/kurulmadığı/kurulamaya­cağı değil; ideal devletin bilgisini sunarak, bu bilgiyi edinenlerin yeryüzünde olabildiğince bu bilgiye uygun devletler kurmaları, bu modele yaklaşmaya ça­lışmalarının gerektiğini saptamaktır. bir anlamda giderek daha da zayıflayan po­lislerin varlığını tehdit eden sorunlara karşı bir çıkış yolu önermektedir platon. yoksa, platon da idealar evreninde yer alan devlet ideasının olduğu gibi nesneler evreninde gerçekleşemeyeceğinin farkındadır; en başta iki ayrı evrene içkin temel özellikler ve iki ayrı evren arasındaki düzey farkı buna engeldir.

    platon, devlet anlayışı gereği, iş bölümünden hareketle ideal devleti üç temel iş-meslek grubuna bölünmüş sınıflı bir toplumsal zemine yerleştirir. bu üç te­mel iş alanı, üretim, koruma ve yönetim işleridir ve her bir iş ayn bir sınıfa kar­şılık gelmektedir. bu üç sınıf üreticiler, koruyucular ve yöneticilerdir. bu üç ay­rı sınıfı oluşturan insanların ruhsal yapılanmaları, buna bağlı olarak yetenekle­ri, nihayet sahip oldukları erdemler de farklı farklıdır. hiyerarşik olarak en altta bulunan üreticiler sınıfına ait insanların ruhlarında, maddi istekler hakim kısmı oluşturmaktadır ve bu hakimiyet de ister istemez ufku yalnızca maddi istekler­le sınırlı, gözü tikellikler dünyasından başka bir şeyi görmeyen, yalnızca maddi istekler peşinde koşan para sever insan tipini oluşturmaktadır. bu insan tipine karşılık gelen erdemin ancak ölçülülük olabileceğini belirtir platon.

    ikinci ana sınıf olan koruyucular sınıfında hakim olan ruhsal kısım soylu isteklerle ilgilidir ve aynı şekilde, buna bağlı olarak bu sınıftaki insanlar, şan, onur, alkış, takdir peşinde koşan, yani kendilerini ancak başkalarının, kendi dışlarında yer alan insanların gözünde anlamlı bir yere sahip oldukça onaylaya­ bilen ün sever insanlardan oluşur. bu insanlar sürekli olarak şan ve ün peşinde koştukları için, bunlara karşılık gelen erdem, yiğitlik erdemi olacaktır.

    hiyerarşik olarak en üstte yer alan sınıf yöneticiler sınıfıdır ve bunların ruh­larında akıl, başlıca hakim özellik olarak kabul edilir. akıl, hakim olan bölüm olduğu içindir ki bu sınıftaki insanlar bilginin peşinde koşan, dolayısıyla erde­mi bilgelik olan, bilgi sever insanlar, yani filozoflar olacaktır.

    bu erdemlere sahip sınıflardan oluşan ideal bir devlette böylece bilgelik, yi­ğitlik ve ölçülülük olmak üzere üç temel erdemin olduğu görülür. ancak bu üç ayn sınıfın her birinin kendine özgü işlevsel alanda faaliyet yürütmesi, bunun dışına çıkmaması, birbirleri arasındaki ilişkilerin buna göre biçimlenmesiyle dördüncü bir erdem, doğruluk ya da adalet erdemi de ideal devlette cisimleşmiş olur. bu sayededir ki ideal devlet adaletin ta kendisidir. "her üç sınıftaki insan­ların kendi işlerinde kalıp yalnız kendi işleriyle uğraşması doğruluktur. bir dev­ leti doğru kılan da budur." buna göre, her sınıftaki insanlar sınıfsal konumla­ rının kendilerine dayattığı gerekleri yerine getirmelidir ki özgürlük denilen şey de, yapılması gerekeni yapmaktan başka bir şeye dönüşmesin.

    her sınıf kendine uygun rolü oynadığı ölçüde "organizma olarak devlet" ya da polis, bütünsel bir biçimde ortaya çıkacaktır. dikkat edilirse, her bir sınıfta tek bir erdem gerçekleşirken, bu tek tek erdemlerin gerçekleşmesiyle doğruluk ya da adalet adı verilen tümel erdem var olabilmektedir ve o da yalnızca poliste var olmaktadır. bu durumda, her bir sınıf, her anlamda, kendi başına eksiktir; tamam olan, mükemmel olan ve bu ölçüde de amaç olan devletin ta kendisidir. tek tek insanlar ancak bu tümel amacın gerçekleşmesi için birer araç niteliğindedir. peki ama bu durumda, sokrates'ten beri izi sürülen mutluluk nerede kalmıştır?

    mutluluk ancak bir bütün olarak devlette cisimleşir. organik bir bütün olarak devleti oluşturan her bir alt parçanın payına düşen mutluluk, sınıfsal konumuna uygun toplumsal rolünü yerine getirmenin mutluluğu olacaktır ve bir sınıf ile bunlara ait insanlar poliste tezahür eden bütünsel mutluluğa katkıda bu­lunmanın mutluluğuyla doludur!

    platon'un devlet ölçeğinde temel problemi, devleti olabildiğince organik bir birlik ya da bütünlük olarak inşa edebilmek ve bunu sürdürebilmektir. bunu gerçekleştirebilmek ve sürdürebilmek için gerekirse elbette zor kullanılacaktır ama platon, şiddetin sürekli başvurulabilecek bir araç olmadığının farkındadır. bu nedenle platon, sınıfların üstlendikleri rolü benimsemesi ve gereğini sürek­li olarak yerine getirmesi için, özellik­ le koruyucular sınıfına yönelik yoğun ve uzun bir eğitim programı tasarlar.

    aynı anda siyasal bütünlüğü koruyabilmek için, yöneticilerin gerektiğide gündelik ahlakın dışına çıkabileceğini ve hatta çıkmaları gerektiğini de belirtmekten geri durmaz ve yöneticilerin her bir sınıfa biçilen rolü benim­setebilmek ve meşrulaştırabilmek için farklı, doğallaştırıcı araçlara da baş­ vurması gerektiğini ileri sürer ve bu­na bağlı olarak metaller mitosu ya da üç cevher yalanını ortaya atar.

    (bkz: metaller mitosu nedir?)

    böylece sınıfsal farklılıklar kalı­tımsal olduğu iddia edilen temellere dayandırılarak meşrulaştırılmaktadır. mitos, yalnızca her bir sınıfı kendi ro­lünün yerindeliğine inandırmaya dö­nük değildir; aynı zamanda büyük bir korkuyu da yaymaya hizmet etmekte­dir: eğer herhangi bir sınıf, kendi ro­lü dışında bir role soyunursa, bir birlik olarak devlet ortadan kalkacaktır! üç cevher yalanını ortaya atan platon, elbette her bir sınıf içinde farklı yetilere sahip çocuklar olacağının farkındadır ama bu farklılıktan da hakim yönetici sını­fın daha da güçlendirilmesi ve saflaştırılması için yararlanır.

    buna göre, platon bir mekanizma öngörmediği için, zordur ama, üretici sı­nıf içinde altın ya da gümüş cevherli bir çocuk çıkacak olursa bu çocuk yönetici sınıf için devşirilecektir. platon'un asıl önemsediği şey, devletin bütünlüğünün güvencesi durumunda olan yönetici sınıfın içinden çıkacak "bozuk örneklerdir." çünkü bunlar bu sınıfın iç birliği için tehdit oluşturabilir ve bu da devleti yıkıma götürür. bu nedenle bunu fark eden bir yönetici, eğer çocuklarının hamurunda tunç ya da demir karışımı varsa, derhal gereğini yerine getirecek ve buna uygun işlere koyacaktır onları. böylece platon yönetici sınıfın başına damokles'in kılı­cını asmış olmaktadır: içinde bulunduğu sınıftan daha alt sınıfa kaydırılabileceğinin farkında olan sınıf üyeleri ken­di iç dayanışmalarını yitirmemek için her şeyi göze alacaklardır.

    (bkz: damokles'in kılıcı)

    platon, ideal devlet tasarımında bir filozof olarak kuşkusuz, bilgisine sahip olduğu imasını içeren "devlet ideası"ndan yola çıkmaktadır. ideanın tümel, değişmez, evrensel ve tarih üstü niteliği gözetildiğinde, ideal devle­tin devlet ideasına olabildiğince yak­laşabilmesi için bazı temel özellikler taşıması gerektiği açıktır. platon'un ideal devletinden sonra da, hemen ço­ğu ütopyaya ya da ideal toplum tasarı­sına damgasını vuracak olan bu özel­likler, birkaç ana başlık altında topar­lanabilir.

    öncelikle, ideal devlet, tarihsel­ toplumsal değişime olabildiğince kapatılmaya çalışılmaktadır. değişimin tehdit edici bir güç olarak kabul edildiği bu zeminde, bu tehlikeyi baştan önleyebilmek için platon, ideal devleti hem kendi kendine yeterli, dışa kapalı (otar­şik, autarkeia) , bu yanıyla da başka devletlerle en başta ticari nitelikte olanlar ol­mak üzere bütün ilişkileri en alt seviyeye indirilmiş bir model olarak sunar, hem de aynı anda içeriden doğabilecek değişim taleplerine karşı da devletin bekçilerini görevlendirir: "devletin bekçileri (. .. ) kurulmuş düzene aykırı hiçbir ye­niliğe meydan vermeyecekler"dir.

    ancak platon, toplumdan kaynaklanabilecek değişim istemlerinin arkasında çeşitli toplumsal dinamiklerin yer alabileceğinin farkındadır. bu farkındalık ölçüsünde de ideal devlette zenginliğe de yoksullu­ğa da yer verilmemiştir. zenginlik, tam da zenginlikten, keyiften, tembellikten ve buna dayalı sıkıntıyla, yoksulluk ise yoksunluk duygusuyla değişim arzusu­nu kışkırtmaktadır. ideal devlette zenginliğin ve yoksulluğun ortadan kaldırıla­bilmesi aynı zamanda bir nüfus politikası aracılığıyla gerçekleştirilmektedir ki platon bu anlamda biyopolitikanın da öncüsüdür: siyasetin aynı zamanda nüfusun kontrolüyle icra edilebilecek bir zanaat (tekhne) olduğunun farkında ol­duğu kadar; nüfus politikasının siyasetin en önemli araçlarının başında geldiği­ni de yüzyıllar öncesinden saptamıştır. platon, bu araç yoluyla ideal devletin nüfusunun devletin besleyebileceği sı­nırlar içinde kalmasını özellikle önemser ve bunun için çeşitli önerilerde bulu­nur. nüfus için düşünülen ideal sınırlar coğrafi olarak da düşünülmektedir. bu bakımdan ideal devlet kesinlikle yayılmacı olmayan, büyümeyi ve genişle­meyi amaçlamayan" bir devlettir. eğer ideal devletin coğrafi sınırları genişleme yönünde aşılacak olursa polisin bütünlüğü bozulacaktır, çünkü nüfus bileşeni değişecektir. şimdi önünde durulan soru şudur: devleti olabildiğince değişimin bozucu etkisinden uzak tutacak bu güç nedir ya da kimden oluşmaktadır?

    ideal devleti, kurulduğu ilkeler gereği, organik bir bütünlük olarak koruyacak ve değişimi durduracak güç, bunun bilgisi ve bilincine sahip yönetici ya da yö­neticiler olacaktır ki zaten bunlar da filozoftur. ama filozof ya da filozofların içinden çıktığı sınıf, koruyucular sınıfıdır ve bu anlamda ideal devlet özel ola­rak bu sınıfa yaslanır ve platon, uzun uzun filozofu bağrından çıkaracak olan bu sınıfın hayatını anlatır ve tüm ayrıntılarıyla düzenler.

    (bkz: platon kimdir?)

    kaynak
    ağaoğulları, m. a., türk, d., yalçınkaya, a., yılmaz, z., & zabcı, f. (2012). sokrates'ten jakobenlere: batı'da siyasal düşünceler (3. bs). iletişim yayınları. sf.98-103

  • damokles'in kılıcı

    "damokles i.ö. 4. yüzyılda yaşamış, sicil­ya'da sirakuza tiranı yaşlı dionysios'un "yoldaş"larındandır. cicero'nun aktardığı kadarıyla, tiranın mutluluğunu abartılı bir dille sürekli dile getiren damokles'e, tiran bir ders vermek istemiş. kendi yaşadığı hazzın ne olduğunu damokles'e de gös­termek üzere, büyük bir ziyafet vermiş ve damokles'i de baş köşeye oturtmuş. da­mokles, keyfinden kendinden geçecekken bir de bakmış, incecik bir ipe bağlı, başının üstünde keskin mi keskin bir kılıç sal­lanıyor. böylece tiran, iktidarı elde tutma­nın yalnızca haz verici boyutlarıyla sınırlı olarak düşünülmemesi gerektiğini, o anda damokles'in oturduğu yerde içinde bulun­duğu tehlike kadar büyük tehlikeleri de gö­ğüslemek gerektiğini anlatmak istemiştir."

    kaynak
    ağaoğulları, m. a., türk, d., yalçınkaya, a., yılmaz, z., & zabcı, f. (2012). sokrates'ten jakobenlere: batı'da siyasal düşünceler (3. bs). iletişim yayınları.sf.102

  • metaller mitosu nedir?

    "bu mitos da devlet'te yer alır. "bu toplumun birer parçası olan sizler ( ... ) birbirinizin kardeşisiniz. ama sizi yaratan tanrı, aranızdan önder olarak yarattıklarının ma­yasına altın katmıştır. onlar bunun için baş tacı olurlar. yardımcı olarak yarattıklarının mayasına gümüş, çiftçiler ve öbür işçilerin mayasına da demir ve tunç katmıştır. ara­nızda bir hamur birliği olduğuna göre, siz­den doğan çocuklar da herhalde size ben­zeyeceklerdir. ama arada bir, altından gü­müş, gümüşten de altın doğduğu olabilir. bunun için tanrı, her şeyden önce önder­lere, doğan çocuklara iyi bekçilik etmele­rini, içlerine bu madenlerden hangilerinin katılmış olduğunu dikkatle araştırmalarını buyurmuştur. (...) mayasında demir ya da tunç katışık olanların önderlik edeceği gün şehrin yok olacağını tanrı buyurmuştur.""

    kaynak
    ağaoğulları, m. a., türk, d., yalçınkaya, a., yılmaz, z., & zabcı, f. (2012). sokrates'ten jakobenlere: batı'da siyasal düşünceler (3. bs). iletişim yayınları.sf.101

  • platonik yöntem

    "platon da hocası sokrates gibi diyalektik bir yöntem kullanır ama bunu biraz daha geliştirmiştir. sokrates gibi, önce karşısındaki kişinin fikirlerini çürütür ve her şeyi bildiğini sanan kişinin hiçbir şey bilmediğini gösterir. fakat platon burada durmayacaktır. kişi, bir kez bir şey bilmediğinin bilincine varınca, ar­tık ruhun arındırılmasının ve akılsal bölümün harekete geçirilmesinin vakti gel­miş demektir. aklın harekete geçirilmesiyle ruh idealara doğru yönlendirilebile­cektir. bu açıdan platon'un amacı olabildiğince karşısındaki kişinin tikellikler­le, nesnelerle koşullu kişiliğinin aşamalı bir biçimde silinmesini sağlamaya çalışmaktır. platon'un yapıtlarında, bunun dışında ikinci bir diyalektik sürece da­ha rastlanır: insan, aklının sayesinde idealar evrenine yükselir ve burada en yük­sek idea olan iyiyi edilgin bir biçimde seyreder. bunun açık anlamı varlığın bü­tün aydınlığı içinde görülmesidir. varlığı seyredebilen insan, bütünün o en temel ilkesiyle birlikte parçaları da görür ve nesnelerin gerçek varlıkla ilişkilerini kavrar. o artık evrensel bir söyle­min sahibi olmuştur. böylece aşama aşama yükselerek varlığın seyrine kadar çıkan ussal insanın bir de geriye inişi söz konusudur ama. varlığın birliğini kav­radıktan sonra ideaların çokluğunun farkına varılması. aynca, ideaların çok­luğunun farkındalığı başka bir şeyi ya da ikinci bir iniş sürecini de içerecektir: aklın yeryüzüne dönmesi. akıl yeryüzüne dönüşüyle birlikte, idealar evreninde seyrettiği düzeni yeryüzünde kuracak ve iki evren arasındaki çelişkiyi ortadan kaldıracaktır. işte iki evren arasındaki çelişkiyi ortadan kaldıracak olan bu akıl, epistemeye sahip olması itibariyle filozof, bu epistemeyi izleyerek çelişkiyi orta­dan kaldıran irade ve güç sahibi olarak kraldır: yani filozof-kral! iki evren ara­sındaki çelişkiyi ancak kral olan filozofun aklı ortadan kaldırabilir; çünkü "ka­labalık" doğruya ulaşmak için kendi yargılarına güvenmenin yeterli olduğunu sanır; tikellere takılır kalır, kendi pratik gereksinimlerini doyurmakla yetinir ki bu da ister istemez farklı pratik gereksinimler arasında bir çatışmaya yol açar. böylece platon özgürlük vaat eden demokrasinin ister istemez çatışmayı doğu­racağını söylemeye çalışmaktadır. bu şiddet döngüsünden topluluğu kurtaracak olan şey ise filozofun kral olmasıdır ya da kralın filozof. peki, filozofun idealar evreninde gördüğü nedir? platon bu noktada hem parmenides'in (bkz: parmenides kimdir?) "varlığın tekliği" anlayışını yadsır, hem de herakleitos'un (bkz: herakleitos kimdir?) çeşitlilik ve devinimden ibaret varlık anlayışını. var olan hem devinimi hem hareke­ti aynı anda içermelidir ki bilimin konusu olabilsin. ama yine de platon hiçbir şeyden etkilenmeyen, kendiliğinden devinen bir ilke olduğunu söyler ki bu ruh­tur. ruh, maddedeki devinimden önce var olur ve onu devindirir. tüm evren devinim içinde olduğundan bütün devinimlerin bağlı olduğu özgül bir ruh, evrenin ruhu vardır ve o da varlık, en üstün idea olan iyi ideasından başka bir şey değildir. iyi ideası platon'da yer yer güzel, evrensel, tanrı, akıl gibi kavramlar­la özdeşleştirilir. ama her halükarda önemli olan nokta, evrenin bu iyi ideasına göre biçimlenmiş olmasıdır. bu durumda insana düşen şey, bu akıl yoluyla bi­çimlenen evrenin gerçek bilgisine ulaşmak ve idealar evrenindeki düzeni nesne­ler evreninde kurmaya çalışmaktır. görüldüğü gibi, özellikle sokrates sonrası ortaya çıkan küçük sokratesçi okulların yöneliminin tersine, iyinin bilgisinin edinilmesi, platon açısından ki­şisel ahlaki yetkinliğin elde edilmesi amacına dönük değildir; tersine iyi bir devlet ya da aynı anlama gelmek üzere iyi bir toplumun inşasına dönüktür. bunu yapabilecek olan da ruhu ve aklıyla idealar evrenine, bedeniyle nesneler evreni­ ne ait olan kişi, yani filozoftan başkası değildir."

    kaynak
    ağaoğulları, m. a., türk, d., yalçınkaya, a., yılmaz, z., & zabcı, f. (2012). sokrates'ten jakobenlere: batı'da siyasal düşünceler (3. bs). iletişim yayınları.sf.96-98

  • platon'un bilgi kuramı

    "platon'a göre, toplumsal ve siyasal sorunların çözülmesi, felsefe yoluyla müm­kün olabilir. yani pratiklerin, olguların, nesnelerin dünyasından kurtulmuş, akılla elde edilen salt teorik bilimin egemenliğiyle. yapılacak iş, akıl yoluyla varlık'ı yani tümel olanı, iyiyi, doğruyu kavramak ve yaşamı buna göre düzen­lemekten başka bir şey değildir. bu yolla siyaset ampirik olguların tikelliğinden kurtulup değişimden etkilenmeyecek evrensel değerlere ya da idealara bağla­nacaktır.

    platon, sokrates gibi, duyularla algılanan nesnelerin değil, ancak tümel kav­ramlar ya da evrensellerin bilimin konusu olabileceğini kabul eder ama ondan farklı olarak tümel kavramlara gerçeklik atfeder. buna göre, idealar insan zihni­nin dışında, duyusal nesnelerden ya da tikellerden ayn, evrensel bir gerçekliğe sahiptir ve gerçeklikleri başka nesnelerle olan ilişkilerinden değil, kendi öz ya­pılarından kaynaklanır. yani, hiçbir nesne aslında "gerçek" değildir; önünde so­nunda maddi bir yapısı vardır; değişir, bozulur vs. oysa, nesneye özünü veren, nesnenin o şekilde olmasını sağlayan idea sonsuz ve değişmezdir. bir anlamda nesneler ideaların birer kopyalarıdır. platon'un burada sözünü etmeye çalıştığı şey, nesnelerin cins adlarının ideayı karşıladığıdır. aynı adı taşıyan bütün cins­leri bağrında taşıyan bir idea vardır. örneğin at ideası bütün at cinsini kapsar. oysa nesneler dünyasında at denildiğinde doru, demir kın vb. gibi birçok alt grup anlaşılır ve hepsinin özellikleri birbirinden farklıdır. bu farklılıklarına kar­şın hepsine at adının verilmesini mümkün kılan şey at ideasının gerçekliğidir.

    idealara gerçeklik atfedildiği andan itibaren, ister istemez iki ayrı evren de kabul edilmiş olacaktır. duyularla algılanan nesneler evreni ve akılla kavranan idealar evreni. idealar evreni maddi, nesneye ilişkin anlamında, "nesnel" bir ya­pıya sahip olamayacağından -çünkü öyle olsaydı o da değişme ve bozulmadan etkilenecekti- ancak akılla kavranabilen aşkın bir evren olarak düşünülmelidir.

    ya da daha doğru bir ifadeyle, aslında idealar evreni denilen şey ideanın ta ken­disinden başka bir şey olmayacaktır. insanlar, nesneler evrenindeki kopyalara bakarak ideaları anımsarlar. yani herkes doru bir at da görse, demir kırı bir at da, her ikisinin de at olduğunu kendiliğinden bilir. bu da insan ruhunun at ide­asına önceden vakıf olduğunu ve nesneler evreninde, kopyayla karşılaştığında bunu anımsadığını göstermektedir.

    bu noktadan itibaren platon, bu iki ayrı evren kabulüne uygun olarak iki ay­rı "bilgi" alanını işaret edecektir. gerçekte iki ayrı bilgi alam yoktur. çünkü bil­gi (episteme) duyusal tikel nesnelerce koşullanmadığına göre, ancak idea üze­rine kurulu olabilir. bu durumda tikel nesnelerden duyular yoluyla elde edilen bilgiler gerçek bilgi değil, sanıdan (doksa) ibarettir. böylece idealar-nesneler ev­reni ayrımına karşılık doksa-episteme ayrımı inşa edilmektedir. bununla birlikte platon doksa ya da sanıyı hiçbir işe yaramaz , geçersiz bir şey olarak ilan etmez. aksine sanılar da kendi içlerinde pekala doğru ve yanlış olarak ayrıştırılabilir. ama bir sanının doğru olması yani tikeller dünyasındaki nesneleri anlamak ba­kımından işlevsel olması, yine de onun nesnelere bağlı olduğu ve değişken ni­teliği olduğu gerçeğini, yani sanı oluşunu elbette ortadan kaldırmayacaktır. bu bağlamda platon yanlış sanıdan epistemeye kadar uzanan bir bilgi hiyerarşisi ku­rar ve bunu da ünlü mağara alegorisiyle açıklar. (bkz: mağara alegorisi nedir?)

    fakat burada bir problem vardır: insan nesneler dünyasında duyuları yoluy­la nesnelerin "bilgisini" edinebilmektedir ama ideanın bilgisini nasıl edinecekir? yani idea ile insanın ilişkisi nasıl kurulacaktır? platon bu problemi aşmak için pythagorasçı etkiler taşıdığı düşünülen bir tür ruh göçü anlayışından ha­reket eder: idealar ile insan arasındaki ilişkiyi insan ruhu sağlamaktadır. platon bunu da kanatlı araba mitosu aracılığıyla açıklamaya çalışır. (bkz: kanatlı araba mitosu)

    ideaları şöyle ya da böyle gören in­san ruhu, doğumla birlikte bu "görü­şünü" de unutmaktadır. doğum hem unutuşun, hem de yeniden anımsayı­şın başlangıç anıdır. ruh, dünyadaki kopyalan gördükçe anımsamaya baş­lar. bu durumda öğrenme denilen şey bir anımsama sürecinden başka bir şey olmayacaktır. ancak anımsama süreci önünde sonunda belli belirsiz sallantılı tasarımlardan ibaret kalabi­lir. o halde bilim ya da felsefe bunun üzerine kurulamayacak demektir. ay­rıca her insanın bir ruh taşıyor olma­sı, her insanın öğrenme ve anımsa­ma bakımından aynı yetkinlikte oldu­ğu anlamına da gelmemektedir. çün­kü insan ruhu katışıksız ve bileşimsiz olarak tasarlansa da ruh üç ana bölümden oluşmaktadır: maddi isteklerin hakim olduğu iştahsal bölüm, soylu isteklerin hakim olduğu yürekli bölüm ve nihayet insanın tanrısal yönünü oluşturan ussal bölüm. kanatlı araba mitosu da bu bölümlemeye işaret et­mektedir. arabacı ruhun akılsal kısmını, yağız ve kötü at maddi istekler kısmı­nı, beyaz at ruhun yürekli bölümünü temsil etmektedir. insan ruhunun üç ay­rı bölümden oluşturulmasıyla, aynı anda her insanda şu ya da bu kısmın hakim ya da baskın olduğu da söylenir. böylece insanlar arasındaki eşitsizlik insan ruhuna bağlanmış, yani eşitsizlik kalıtımsallaştırılarak doğallaştırılmış olur. ideanın bilgisine, ancak kendisinde ussal kısım baskın olanlar erişebilecektir. ancak bir insanda ussal kısım baskın olsa bile, bu onun kendiliğinden ideanın bilgisine erişebileceği anlamına gelme­mektedir. us, ruhun diğer bölümlerini denetimi altına almalı, yani tikeller, nes­neler dünyasının baştan çıkarıcılığından, aldatıcılığından insan ruhu kurtarıl­mış olmalıdır. "düşüncenin gözü ne zaman görmeye başlar?" diye sorar platon ve yanıtlar: "gözlerimiz keskinliğini yitirince.".

    kaynak
    ağaoğulları, m. a., türk, d., yalçınkaya, a., yılmaz, z., & zabcı, f. (2012). sokrates'ten jakobenlere: batı'da siyasal düşünceler (3. bs). iletişim yayınları.sf.93-96

  • kanatlı araba mitosu

    "platon, phaidros'ta şöyle der: "ruhun, ka­natlı atlarla arabacının bir araya gelmesin­den doğan bir kuvvete benzediğini tasar­layalım. (...) bu atlardan biri güzel, iyi ( ...) , öteki pek kötü bir soydandır. bu durum­ da arabacının işi pek güç ve zahmetli bir iş olacaktır. (...) buna göre, bir tanrının ar­dı sıra gitmiş ve asıl gerçeklerden bazıları­nı görmüş olan her ruh, bir dahaki devrine kadar esen kalır. (...) fakat ruh, tanrıların ardı sıra gidemediği için gerçekleri tema­şa edemez, bir bahtsızlık eseri olarak da unutmaya ve kötülüğe gömülürse, ağırla­şır; bir kerede ağırlaştı mı, kanatlarını kay­bedip yeryüzüne düşer.""

    kaynak
    ağaoğulları, m. a., türk, d., yalçınkaya, a., yılmaz, z., & zabcı, f. (2012). sokrates'ten jakobenlere: batı'da siyasal düşünceler (3. bs). iletişim yayınları. sf.96

  • kafes münazarası

    bu meseleyi ciddi ciddi düşünmek gerekiyor. bence şöyle yapılabilir. başlığı "km- ahlak nedir?" şeklinde açabiliriz. burada km kafes münazarası olduğunu herkese haberdar eder ve başlığı açan bu münazaranın taraflarını belirterek başlar.

    örneğin başlıktaki metnin ilk cümlesi "bu kafes münazarası x-ile benim aramdadır." şeklinde olur ve sorunsalı tanımlayarak devam eder. ikinci cümle "üzerine münazara yapılacak sorunsal tam olarak: ahlak'ın idrak edilebilecek ve en çok insanı kapsayacak şekilde nasıl algılanması gerektiği sorusudur." şeklinde olabilir.

    sonrasında başlayacak paragraf kişinin argümanıdır ve kişi istediği uzunlukta ve derinlikte yazar. ancak kural olarak kaynak gösterme zorunluluğu yine olmalıdır. her postlanmış girdi en az 1 kaynak göstermek zorundadır.

    bir diğer kural olarak tarafların satranç usulü karşıdan bir girdi beklemesi zorunluluğunun olmayışıdır. yani a kişisi sonraki okumalarından edindiği verileri ilgili başlığa yeni bir girdi olarak girebilir. ancak flood yasaktır.

    kafes münazarası taraflar uzlaştıkları bir metin ortaya çıkarabildikleri noktada biter, zaten amaç da budur. uzlaşılan noktalar: şuşuşu, uzlaşılamayacağında uzlaşılan noktalar şuşuşu şeklindeki bir metin, başlığı açanın, münazara ettiği ile özel mesajlar ya da girdiler üzerinden konuşarak anlaştığı bir metin olarak ve bu belirtilerek paylaşıldığında münazara bitmiştir. ancak her zaman yeni bir katılımcı uzlaşılan metin üzerinden tartışmayı sürdürmek hakkına sahiptir. ancak kafes münazarası doğası gereği iki kişi arasındadır ve taraflar anlaşamayana kadar yeni bir tartışmacının ilgili başlığa "bir taraf olarak" yazması yasaktır. bunun dışında fact checking ya da bir hatalı önermeyi kaynaklarını gösterme amacıyla girilen entryler meşrudur, gereklidir, faydalıdır.

    bunun dışında smell after rain'in önerdiği şekilde bir lig kurmanın çok uzun vadeli bir plan olduğunu düşünüyorum ancak bunu yönetim katından ilan etmeden, yazarlar tarafından geliştirilmesine de açığım. umarım yeni fikirlerin de katkısıyla okuyanın da yazanın da çok şey öğrendiği ve okurken eğlendiği bir format yaratabiliriz.

  • kerkük'te türkçe'nin yasaklanması

    bir dilin konuşulmasının yasaklanması zamanında türkiye cumhuriyeti'nin de denediği ancak başarılı olmadığı gibi üstüne o dili konuşan insanlar üzerinde düşmanlık hisleri yaratan, çağ dışı, aptalca bir uygulama.

    insanlığın artık bir tür olarak kendini düşünmesi gereken çağda kendi alt kültür gruplarını budayarak kendi ulus devletinin temellerini güçlendirme çabası iyimser ihtimalle sadece bir tür dil içinde anlam bulan düşünceyi yok eder, kötümser ihtimalle o dili konuşan insanların gerekirse silahla dünyayı istediği gibi ifade etme hakkını savunmasını sağlar.

    bu bağlamda tüm sapiens kültür gruplarının dilleri eşit derecede yüksek değer ve sanat yaratabilme kapasitesine sahiptir ön kabulünden yola çıkarak, bu yasağın derhal kaldırılması ve türkiye'nin kırmançi, zazaki, azerice, çerkesçe vb. dillerini koruması ve bir zenginlik olarak kullanması gerektiği gibi, kerkük'te de facto egemen olanların da türkçe'nin koruması ve değerlendirmesi için gerekli önlemleri alması gerekir.

    aksi hal, hem türkiye ile olan ilişkileri zedeleyecek hem de sapiensin medeniyet yaratım sürecine darbe vuracaktır.

    wittgenstein'ın dediği gibi "dilinin sınırları dünyanın sınırlarıdır". bir arada yaşayan diller dünyaların, vizyonların, iş birliklerinin, anlamların çoğulculaşması ve genişlemesini sağlama ihtimaline sahiptir. bu sebeple 1930 model bir milliyetçilikle budanması değil, 2023 model bir hürriyetçilik ile korunması gereken bir durumdur.

  • mağara alegorisi nedir?

    platon bu alegoriye devlet'te yer verir. "yeraltında mağaramsı bir yer, içinde insanlar. ön­de boydan boya ışığa açılan bir giriş. (...) insanlar çocukluklarından beri ayaklarından, boyunlarından zincire vurulmuş, bu mağarada yaşıyorlar. (...) yüksek bir yerde yakılmış bir ateş parıldıyor arkalarında.mahpuslarla ateş arasında dimdik bir yol var. bu yol boyunca alçak bir duvar. (...) bu alçak duvarın arkasında insanlar düşün.ellerinde türlü türlü araç­lar, (...) kuklalar taşıyorlar." platon böyle çizmeye başladığı alegoriyle sanıdan gerçek bil­giye giden aşamaları işaretlemeye çalışmaktadır. mağaradaki mahpuslar, arkalarından geçen insanların taşıdıkları araçların gölgeleri önlerine vurdukça önce bu gölgeleri gerçek sanacaktır. sonra biri serbest bırakılacaktır. serbest bırakılan kişi aşama aşama gölgeden gerçeğe yöneltilecektir. önce gölgeyi var eden ateşi, sonra gölgenin kaynağı oları nesne­leri, ardından o nesneleri taşıyan insanları... her bir adımda bir önceki adımda gördüğü­nün gerçek olmadığını fark edecektir. biraz önce gördüğünün gölgeden başka bir şey ol­madığını anlayacaktır. nihayet doğrudan güneşe bakmaya zorlanırsa? güneş ışığı saye­sinde her şeyi apaçık görecektir. sonra aynı kişi, yeniden mağaraya gönderilirse, hem ru­hu azap çekecek, hem de mağaradakiler ona inanmayacak, belki de onu öldüreceklerdir. platon, nihayet şöyle der: "görünen dünya mağara zindanı olsun. mağarayı aydınlatan ateş de yeryüzüne vuran ışığı. üst dünyaya çıkan yokuş ve yukarıda seyredilen güzellikler de, ruhun düşünceler dünyasına yükselişi olsun. (...) benim düşünceme göre, kavranan dünyanın sınırlarında "iyi" ideası vardır. insan onu kolay kolay göremez. görebilmek için de, dünyada iyi ve güzel ne varsa, hepsinin ondan geldiğini anlamış olması gerekir. (...) insan ancak onu gördükten sonra iç ve dış hayatında bilgece davranabilir."

    kaynak
    ağaoğulları, m. a., türk, d., yalçınkaya, a., yılmaz, z., & zabcı, f. (2012). sokrates'ten jakobenlere: batı'da siyasal düşünceler (3. bs). iletişim yayınları. sf.93

  • sokrates kimdir?

    hitabeti iyi, kendisi çirkin ama dayanıklı, evliliği mutsuz, konuştuğu herkesi hayatından pişman olmaya ikna edebilen, i.ö.469-399 yılları arasında atina'da yaşamış, babası mermer ustası, annesi ebe ve genderfluid olan, bir süre baba işini yaptıktan sonra bırakmış ve sonrasında para kazanmak için hiç çalışmamış ve yoksul düşmüş, ksenophon'a göre sürekli boş zaman öven, askerliğini hoplit olarak yapmış, minimalist, yaz kış aynı kıyafetleri giyerek kombinini hiç umursamayan, içki içmeyen ama içti mi zurnaya dönen, ömrünü atina sokaklarında milletle muhabbet ederek geçiren, mecbur kalınca kamusal görev üstlenen ancak aktif olarak asla siyasetle ilgilenmeyen, dikbaşlı, açık sözlü, aklına uymayan yasalara uymayan, gençlerin hayranlık duyduğu punk bir serseri olan, hiçbir şey yazmamış, hakkındaki her şeyi platon'dan öğrendiğimiz, atina'nın at sineği olan, kendisiyle dalga geçmek için aristophanes'in denen hasis vatandaşın bulutlar adlı bir komedi yazdığı efsanevi tarihi kişilik, düşünür, filozof, sapiens.

    felsefi ilgisini bilinene, yani nesneye de­ğil; bilene, yani özneye, daha açık bir ifadeyle insana yönelttiğinden sofist gelenekle arasında bağlantılar mevcuttur. ancak bu noktadan sonra ayrılırlar, örneğin, sofist kuşkuculuk, her kabulü sorularla yerinden ederek görecelilik yo­luyla nihayet bir bilinemezciliğe yönelirken, sokrates'in kuşkuculuğu tikel, gö­receli olanın yanıltıcı karakterini ortaya çıkarmak ve bilinebilir bir tümele ulaş­mayı hedeflemektedir.

    "sokrates de sofistler gibi, insan hayatının sorunlarıyla ilgiliydi ama sofistler bu sorunlara daha çok yararcı bir bakış açısıyla eğilirken sokrates, ahlaki bir ciddiyetle sorunların kendince en temel kaynağına inmeyi hedefliyor­du. lnsanların gündelik, pratik gereksinimleri ve sorunları ölçeğinde geliştirile­cek çözümler ya da ortaya atılacak öneriler ancak, o sorunların kısmiliği içinde anlamlı olabilirdi. örneğin bir soruna karşılık doğru, güzel, iyi diye ortaya atılan bir öneri ancak o ölçekte bu sıfatları hak edebilirdi. ölçek değiştiği anda, daha önce doğru görünenin yanlış, iyi görünenin kötü, adil görünenin adaletsiz ol­duğu ortaya çıkabilirdi. öyleyse yapılması gereken şey, tek tek doğruluklardan, tek tek iyiliklerden hareket etmemek, öncelikle her tikel doğruluğa ya da iyili­ğe karakterini veren, onu iyilik ya da doğruluk olarak nitelememizi sağlayan tü­mel doğruluk ya da iyiliğin bilgisini edinmektir. bu bilgiye sahip olmadıkça in­san ne iyiliğin ne olduğu hakkında konuşabilir, ne de doğru davranabilir. tam burada sokrates'in en ünlü saptamalarından biriyle karşı karşıya kalınır: kimse bile bile yanlış yapmaz. yanlışlık bilgisizlikten kaynaklanır. insanlar doğru ol­duklarını sanarak öyle davranırlar. neyin doğru olduğunu bilen kişi, bile bile yanlış yapmaz. bilgi doğruyu da beraberinde getirir. öyleyse yanlış ya da kötü­lük bilgisizliğin ürünüdür."

    o halde erdem ve bilgi aynı şeydir. sokrates tek tek erdemlere odaklanmaz. mesela askerliğin erdemi cesarettir, zenginliğin erdemi cömertlik ancak sokrates cesaret ya da cömertlikle değil erdemin kendisiyle ilgilenir. buna (bkz: tümel erdem) denir.

    tümel erdem'in ereği mutluluktur. insan mutlu olabilmek için öncelikle bu ereği, kendi benliğinin ereğini bilmeli, onun bilgisine sahip olmalı­dır. tam burada delphoi tapınağı'nın alınlığında yazılı olduğu söylenen ve sok­ratik düşünceyi çok tipik olarak temsil eden o ünlü sözle karşılaşılır: kendini bil! kendini bilmenin yolu önce­likle insan yaşamının amacının ne ol­duğunu bilmekten, buna uygun ola­rak insan ruhunun yetkinleştirilme­sinden, bu yetkinleşme ise öncelik­le tek tek örneklerin, tikellerin dün­ yasının yanıltıcılığını biricik hakikat mertebesine çıkarmamaktan geçmek­tedir. insan tikel tecrübelere saplanıp kalmayacak, mevcut ideallere uygun davrandığı ölçüde erdemli bir yaşayı­şa kavuşacaktır.

    yani önce bir hedef belirlemek gerekiyor sonra da hayatı bu hedefe göre düzenlemek. bunu yapan insan mutsuz olmayacaktır sokrates'e göre. ancak sokrates "bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir!" diyerek de ahlaki olarak bilmekle iyi davranış arasında kendi kurduğu köprüyü havaya uçurmakta ve bizi naçar bırakmaktadır.

    kaynaklara bakılırsa tanrı apollon, delphoi bilicisi aracılığıyla "yaşayanlar içinde en bilge kişi, sokrates'tir" demiştir. tanrı'nın yanıldığını düşünen sokra­tes, bunun üzerine her kesimden insanı sorguya çekmeye başlar ve görür ki bir­ çok şey bildiğini sananlar aslında hiçbir şey bilmiyorlar. oysa sokrates, en azın­dan hiçbir şey bilmediğini bilmektedir. sokrates, bu savıyla, sahip oldukları ti­kel bilgiler yığınından hareketle bildiğini sananların tümel bilgiden uzak olduk­ça hiçbir şey bilmediğini, yani gerçek bilginin tümel karakteriyle episteme olduğunu ileri sürmektedir. sokrates'in kullandığı yöntem de tümelin yerine ikame edildiğini düşündüğü tikel bilgiler olan sanılar (doksa) yığınını yerinden etme­ye yöneliktir.

    sokrates diyaloglarında iki aşamalı bir yöntem kullanır: birincisi eironeia(ironi), ikincisi maieutike(ebelik). yani önce kişiye hiçbir şey bilmediği gösterilerek mıntıka temizliği yapılır sonra da sorular aracılığı ile kişiye bilgelik doğurtturulur. yani tek tek doğrulardan başlanarak büyük doğruya ulaşması sağlanır. özetle, aristoteles'in belirttiği gi­bi, sokrates tümevarım yöntemini izlemektedir. tikel örneklerden ya da olay­lardan yola çıkarak evrensel tanımlara (horismos) yönlendirmektedir konuştuğu kişiyi ; yetersiz olandan yeterli olana, eksik olandan tam olana, kusurlu olan­dan yetkin olana.

    "fakat bunu salt karşısındaki kişinin mantıksal çıkarım yapma konusundaki beceriksizliğini ya da ussal düşünme yetisindeki bir eksikliği işaret etmek için kullanmamaktadır. doğrudan ahlaki bir amacı vardır sokrates'in: kişiyi doğru davranabilmesi için ruhunda olduğunu kabul ettiği ereğin bilgisine, erdeme ya da gerçek mutluluğa yönlendirmek. bu yanıyla sokrates, yaptığını annesinin işi­ne benzetiyordu: ebeliğe. ebeler nasıl ki rahimde var olanın gün ışığına çıkması için yardımcı oluyorsa, kendisi de insan ruhunda zaten var olan bir şeyin insan bilincine çıkarılmasına hizmet ediyordu. bunun en ünlü örneği platon'un me­non diyaloğunda, sokrates'in eğitimsiz bir köleye karmaşık bir geometri proble­mini adım adım çözdürmesidir. öyle ki buradan hareketle öğrencisi platon, bil­menin anımsamaktan (anamnesis) başka bir şey olmadığı biçimindeki kuramı­nı geliştirecektir."

    tabii burada sokrates'in karşısındakinin yanlış bilgilerini değiştirip kendi doğru bilgilerini yerine koyduğunu düşünmemeliyiz. o, hatalı bilgilerden zihni temizleyip yerine kişinin kendini yeniden düşündükten sonra, yeni verilere ulaşmak için yeniden yola çıkmasını sağlamayı amaçlamaktadır. bu sebeple sokrates rahatlıkla bir kişi için doğru olduğunu söylediği şeyi diğeri için yanlışlayabilir zira her insan farklıdır ve bu doğal olarak onlar için mutluluğun ve erdemin anlamını da değiştirmektedir.

    sokrates'in yöntemi, yeni bir söz söylemeye izin vermemektedir. o da bunun farkın­dadır zaten. theaitetos'ta şöyle konuşturur platon, sokrates'i: "bilgelik konu­sunda ben de ebeler gibi kısırım, daima başkalarına soru sorduğum, kendim ise hiçbir konu hakkında hiçbir zaman kendi düşüncemi söylemediğim için -çünkü hiçbir bilgelik iddiasında değilim- birçokları beni kabahatli görürler, ki bu tamamıyla haklıdır. bunun nedeni şudur: tanrı beni başkalarını doğurt­maya zorluyor, fakat doğurmayı benim elimden almıştır." bu yöntemle ilerle­yerek yeni bir söz söyleyebilmek için kişinin kendini bilen kişi konumuna yük­seltmesi, kendini filozof olarak, bilgiyi seven değil, bilen anlamında filozof ola­rak onaylaması gerekir ki bunu öğrencisi platon yapacaktır. bu yüzden sokra­tes, "kendini bilmek mutluluktur" gibisinden birkaç önermesini sürekli yine­lemeye mahkum olur. bunun ötesine geçilmeye çalışıldığında sokrates'in yanı­tı hep aynıdır: ben bilge değilim, bilmiyorum ! o halde, tümeli, evrenseli, kav­ramı bilmediği halde tikellikleri nasıl zan altında bırakmaktadır ya da bu hakkı kendinde nasıl görmektedir? yalnızca tikellikler alanıyla sınırlı kalarak, bunlar arasındaki çeşitlilik, çelişki ve farklılıkları kullanarak ve muhatabının yetersiz­liğinden hareketle..."

    ölümüne gelirsek, sokrates otuzlar tiranlığı'nın idarecilerinden, platon'un dayısı olan kritias'ın da hocasıdır. bu sebeple demokratlar kendisinden nefret etmektedir. ilk başta anytos, lykon ve meletos sokrates'e "sokrates devletin inandığı tanrılara inanmamakla ve başka bir takım tan­rılar getirmekle suç işlemektedir; aynca gençlerin ahlakını bozmakla da suç­ludur. istenen ceza ölüm olmalıdır" şeklinde saldırmışlarsa da aslında herkes sokrates'in gönüllü sürgün cezasını alacağından emindir.

    sokrates bu suçlamaların bahane olduğunun farkındadır. ona göre esas suçu "sokaklarda dolaşıp ona buna öğütler vermesi, başkalarının işle­rine karışması, şöyle herkesin içinde kamutayda devlete öğütler vermeye ya­naşmamasıdır."

    mahkeme başladığında sokrates sürgün cezası bir yana, bir de yargıçlarla alay eder gibi kendisine en uygun şeyin `prytaneion­` da beslenmesi olduğunu söyleyince, ölüm cezasına mahkum edilecektir. bu cezanın infazı da yine sokrates'in dikkafalılığı ve bildiği doğrulardan şaşmaması yüzünden gerçekleşecektir. kimi dinsel gereklilikler nedeniy­le, sokrates'in mahkumiyeti ile ceza­sının infazı arasında bir ay gibi bir za­man aralığı vardır. bu dönemde sok­rates'in dostları başta kriton olmak üzere, o'nu tutulduğu yerden kaçır­mak ve atina dışına çıkarmak üzere tüm hazırlıkları yaparlar. rejim de bu kaçışa göz yumacaktır. ama sokrates kendi felsefi algısının siyasal sonuçla­rı gereği kaçmayı reddeder.

    platon, kriton diyaloğunda sokra­ tes'in kaçmayı reddedişini, devlet ve yasa algısına bağlar. yasalar kişilerin aleyhine sonuçlar doğursa bile, sok­rates'e göre, bu yasalara uyulmalıdır. ona göre yasalara uymamak anne babaya el kaldırmakla eş değerdir. ayrıca bir şehri sevmek onun yasalarını da sevmektir. hayatı boyunca da atina dışında yaşamamıştır zaten. bu sebeple de kaçmayı reddeder ve felsefesiyle uyumlu bir şekilde kendisi için hazırlanan baldıran zehrini içerek ölür.

    sokratesi'in polise bağlılığını bugünün insanının devlete bağlılığı olarak düşünmemek gerekir. onun için polis en büyük tümeldir ve rejimlerden, idarecilerden bağımsız bir bütündür ve herkes bunun içinde anlam kazanır. eğer bunun dışına çıkarsa kendi anlamı da yitecektir. ancak elbette bugünün bakışından kabul edilmesi epey zor, faşizme zemin hazırlama potansiyeli yüksek bir yaklaşımdır bu.

    kaynak
    ağaoğulları, m. a., türk, d., yalçınkaya, a., yılmaz, z., & zabcı, f. (2012). sokrates'ten jakobenlere: batı'da siyasal düşünceler (3. bs). iletişim yayınları.sf. 78-90

  • kendini bil

    eğer dört yön, dört mevsimden öte evren­ sel bir bilgelikten söz edilebilseydi, bu bil­gelik biçiminin şiarı "kendini bil!" olurdu. gerçekten de, doğu'dan batı'ya, dinsel ya da dinsel olmayan hemen tüm bilgelik biçimlerinin öne çıkardığı bir temadır kendi­ni ve sınırlarını bilmek teması. bu anlamda türk-islam kültürü içinde de, gerek tasav­vufi-mistik akımlarda, gerek heterodoks düşünce biçimlerinde sıklıkla bu temayla karşılaşılır. bunlardan en ünlüsü ve yaygın olarak bilineni heterodoks bir derviş olan yunus emre'nin dizeleridir: "ilim ilim bil­mektir/ ilim kendin bilmektir/ sen kendi­ni bilmezsin /ya nice okumaktır." ya da şu dizeler: "ondan yiğrek ne vardır / kişi bile kendüzin / kendizün bilen kişi / kamular­ dan ol güzin."

    kaynak
    ağaoğulları, m. a., türk, d., yalçınkaya, a., yılmaz, z., & zabcı, f. (2012). sokrates'ten jakobenlere: batı'da siyasal düşünceler (3. bs). iletişim yayınları.sf.81.

  • tümel erdem

    sokrates'e göre, (bkz: sokrates kimdir?) "erdemin ilişkili ol­duğu şey en temel rol ve işlevlerle ilgilidir. savaşçının erdemi cesarettir örneğini akılda tutalım. bir savaşçıdan söz ediliyorsa ondan beklenen temel işlev savaşmasıdır, sırtını dönüp kaçması değil; o yüzdendir ki cesaret onun erdemidir. bu örneğin insan ölçeğinde geniş­letilmesi, "insanın erdemi nedir?" sorusunu doğurur. bu sorunun yanıtlanabil­mesi içinse tıpkı savaşçının ereğinin savaşı kazanmak olması ve buradan hare­ketle cesaret erdeminin doğuşu gibi, insanın ereğinin ne olduğunun anlaşılma­sı gerekir. sokrates burada sofistler gibi, insanın ereğinin mutluluk olduğunu düşünmektedir. ama bu mutluluk tikel, değişken olmamalı: insanların tikel örnekler karşısında mutluluktan söz etmeye kendilerinde hak görebildikleri, her bir mutluluk örneğini mutluluk olarak niteleyebildikleri, her birinin ölçüsü ola­bilen bir tümel mutluluk olmalıdır."

    kaynak
    ağaoğulları, m. a., türk, d., yalçınkaya, a., yılmaz, z., & zabcı, f. (2012). sokrates'ten jakobenlere: batı'da siyasal düşünceler (3. bs). iletişim yayınları.sf.81.

  • hümanizm nedir?

    "yaygınca yanlış olarak bilindiği gibi, "in­sanseverlik" anlamına gelmemektedir. bi­rebir çevirilirse en fazlasından"insancılık" diye düşünülmelidir. insana ve insan değerlerine öncelik tanıma, insanı ve insani değerleri gelenek, din ve bunların kuşattığı kutsallık dışı, insan merkezli referanslarla açıklama girişimlerinin genel adıdır hüma­nizm.

    ansiklopedik anlamda hümanizm, humanitasa dayalı kültürel bir hareketi ifa­de eder. humanitas ise, insanı bütün boyutlarıyla, yalnızca kuramsal bilgiler açı­ sından değil, kuşatıldığı pratik yaşam için­de karşılaşabileceği bütün sorunlar hakkında bilgilendirmek ve yetiştirmek ama­cını güden bütüncül bir programın adıdır ki bu anlamda sofistlere yakıştırılması hiç boşuna değildir. ancak hümanizm bir ha­reket olarak, tarihsel anlamda rönesans'la birlikte düşünülmelidir."

    kaynak
    ağaoğulları, m. a., türk, d., yalçınkaya, a., yılmaz, z., & zabcı, f. (2012). sokrates'ten jakobenlere: batı'da siyasal düşünceler (3. bs). iletişim yayınları. sf.73

  • !felsefeye dair mizahi paylaşımlar

« / 131 »