en çok favorilenenleri (204)

başlık listesine taşı
  • oğuzhan uğur'a açık mektup

    dostum merhaba,

    bu yoğun tempo içerisinde umarım bu metni okumaya vakit bulabilirsin, ben de elimden geldiğince kısa tutacağım. bu mektubu buradan okuyabileceğin üzere nihat genç'in senin hakkındaki yazısının gördükten sonra kaleme alıyorum.

    nihat genç sana "paracuk"larını korumak için memleketi satan bir vatan haini, memleket gençlerini fetö, pkk ve liberalizm sempatizanı yapmak için atatürkçülük "ayağı" yapan bir yalancı, omurgasız, haysiyetsiz, namussuz, ciğerleri çürümüş, götü başı oynayan ve "pkk diliyle iç savaş iklimleri hazırlayan pilli bebek oyuncak siyasilerin oyuncağı" diyor. haksızlığına ve saldırganlığına gelmeden önce; bu ne edepsizliktir?

    daha önce de bu yazısında epey sert yüklenmişti sana. sen de twitter'dan "silkinmem lazım" demiştin. açıkçası bu tavrın beni çok şaşırtmıştı zira hakan şükür'ün konuşmasına bu kadar sert bir tepkinin gelmesi aslında hakan şükür'ü olduğundan daha önemli, tartışmalı bir adam haline getirerek onun etkisini artırmadı mı? bu tartışma büyüyüp ilker canikligil senin boşluğunu doldurduğunda ve ilker canikligil'in kolejli nezaketi şükür'ü durduramayınca aslında nihat genç'in en çok korktuğu olmadı mı? hakan şükür neredeyse 3 saat kesintisiz bir şekilde 800.000 aboneli bir kanalda konuşmadı mı? üstüne kendi hür iradenle soruları takip etmekten vazgeçip "otorite"ye itaat etmiş olmak sence sana yakıştı mı?

    bildiğim kadarıyla ailevi sebeplerin de etkisiyle türkçü camiaya yakın hissediyorsun kendini. seküler bir milliyetçiliğin -ki atatürkçülük temelde budur- ülkemiz ve insanlarımız için en hayırlısı olduğunu düşünüyorsun ve bu konuda açıkça bildiklerini, öğrendiklerini kamu ile paylaşmaktan imtina etmiyorsun. ben de bir on yıl kadar seninle aynı fikir safında idim, artık değilim ve gördüğüm kadarıyla sen de -belki farkında değilsin ama- tam olarak sınır çizgisindesin.

    liberal deyince senin de aklına batılıların hedefleri doğrultusunda çalışan, kendi ülkesini peşkeş çekmeye hazır, omurgasız, beyni yıkanmış, para düşkünü, batı hayranı, yerli işbirlikçi, ülkenin gerçek ihtiyaçlarından bihaber, kandırılacak kadar naif, "karı kızla takılan", korkak liboş tipinin geldiğini biliyorum. nihat genç'in sana söyledikleri ile ne kadar benzer değil mi? galiba benim başıma geldiği gibi, senin mahallen de seni ait olduğun yere, bireysel düşünmeye, batıyı batı yapan değerlere yani aydınlanma ve liberal düşünceye itiyor.

    nihat genç'in ve türkiye'de hemen her sürü ahlakının egemen olduğu yerden bakıldığında liberaller gerçekten de öyleler. gerçekten de liberallerin batılı bir ajandaları var. mesela hakan şükür olsan bile ifade hürriyetinin sağlanması. mesela ele geçirilmiş bir pkk'lı olsan bile kişisel hakların dokunulmazlığı, işkencenin önlenmesi. mesela her şeyi bilmekten çok sormayı, noktadan çok soru işaretini savunmak. mesela tarikat olsan bile ezilmekten çok anlaşılmak, denetlenmek ve toplumsal uzlaşının tarafı haline getirilmek. mesela göçmen, mülteci, sığınmacı, kaçak göçmen olsan bile temel insan haklarına uygun muamele görmek, mancınıkla atılmamak mesela, ucuz işçi olarak çalıştırılmamak, çoluk çocuğunla oturduğun evden polis copuyla zorla çıkarılarak yaka paça idam edileceğin ülkeye gönderilmemek. türkiye'nin en okumuşları akp'den kaçmak için yurtdışına giderken taliban denen akıl almaz medeniyetsizlikten kaçanları korku içinde yaşamamasını savunmak. mesela azınlıklardan korkmamak, kürtlerin de kendini eşit hissetmesini sağlamak. mesela "yerli ve milli" drone için bile kamusal ihale kanunlarını çiğnememek, yolsuzluğu aklamamak. mesela kendi ülkesinin çocuklarını ezen çin, rusya gibi otoriter devletlere mesafeli olmak. mesela kızların istediğini gibi giyinme, istedikleriyle sevişme haklarından yana olmak. mesela ibneyi küfür olarak kullanmamak, travestiyi e-5 caddesinde fuhuşla geçinmeye zorlayacak kadar toplumdan dışlamamak.

    ben de uzun süreler türkiye'de dört temel kafa olduğunu düşünüyordum. sosyalistler, kemalistler, milliyetçiler ve islamcılar. ancak görüyorum ki aslında sadece iki tip kafa var. sorulardan yana olanlar ve cevaplardan yana olanlar.

    biliyorsun ki kitle için sorular kafa karıştırıcıdır, uzun yanıtlar ise sıkıcı. onlar bir kaç kelimeyi geçmeyecek yanıtların arkasında birleşmeyi, gücü ele geçirmeyi ve kendilerinin rahatsız hissettiren kim varsa imha etmeyi amaçlarlar.

    diğer taraftaki bireyler için ise bir kaç kelimelik yanıt olmaz, zira sadece yanıtların dayandığı bilimsel kaynaklar bile sayfalarcadır. hedef gücü ele geçirmek değil gücün seni ele geçirmesini engellemektir, zira yaratılmış bir otorite pozisyonunu biri mutlaka ele geçirecektir ve önemli olan pozisyonun nasıl kullanılacağıdır. seni rahatsız edenleri değil seni onaylayanları uzaklaştırmak gerekir zira "sen haklısın!" diyen konuyu kapatıyordur, "sen haksızsın, çünkü..." diyen ise aslında ya bir soru soruyor ya da bilmediğin bir şeyi öğretiyordur.

    bu iki insan tipi, yani ister birey-toplum de, ister efendi ahlakı köle ahlakı, her ideolojik çatı altında görülebilir. ancak takip edebildiğim kadarıyla birey olarak düşünebilen insanlar her çatı altında ağırlıksız bir vitrin ögesinden fazlasını ifade etmiyor. sosyal medya ile birlikte fikrin geçerliliği de kalabalıkların like'ları ile ölçüldüğünden neredeyse tüm etkileri silinmiş durumda. yanıt veren sonsuz kaynaklara karşı soru soran -iqsözlük ve m.a.m. ve belki bir kaç grup daha hariç- hiçbir mekanizma, kurum yok. en hakiki mürşit'e dayanarak konuşanlar "kafa s.kiyor", karmaşık hakikati izah etmeye çalışanlar "bayıyor" ve rahatsız eden soruları soranlar "diğerlerinin ajanı" olarak derhal dışlanıyor. geriye kokoreç ısmarlayarak * tavlanabilen bir gençlik, duyanın mutlu olduğu sorular ve he deyip geçmekten farksız yanıtlar kalıyor.

    senin için değeri nedir bilmem ancak şunu açıkça söylemek istiyorum ki nihat genç'in bedeninde tecessüm etmiş sürü ahlakına karşı ben, soruların ve soruların yanında olan senin yanındayım. onlar biliyor olmaya, emin olmaya, inanmaya devam etsinler biz de sormaya ve şüphe duymaya. ancak vatanperverliği, karakterimiz olan hürriyeti ve soru işaretinin şerefini bu sürüye bırakmaya niyetimiz yok. senden de sadece kendi inandığın özgürlükçü değerleri takip etmenden başka bir beklentimiz, ricamız yok.

    senin kendinde fazla olanlara dayanarak hasan can'a, efe aydal'a sorduğun soruyu ben de bizde fazla olanlara dayanarak sana sormak istiyorum; oğuzhan, soru sorma konusunda yardıma ihtiyacın var mı? lütfen elimizden bir şey geliyorsan haberdar et bizi.

    sevgilerle,

  • daha güzel yaşamak parayla mı?

    entrylere baktıktan sonra farkettim ki soruyu peşinen evetleyecek gerçek dünya insanları adına da birinin konuşması gerekiyor.

    hemen ispatımızı yanlışlanamaz ve bu satırları yazarken reel zamanlı olarak yaşadığım meseleyi göstererek yapalım.

    msgsü'de öğrenciyim. okuldan çıktım. hiç param olmadığı için beşiktaş'a yürüyerek gitmeye karar verip yola çıktım. okuldan çıkalı 300 metre olmamışken birden sağanak bastırdı. sabah hava güneşli olduğu için yanıma şemsiye almamıştım. sağanak not almak için yanımda taşıdığım bilgisayara zarar verebileceği için kendimi bulabildiğim ilk "yağmur dinene kadar oturulacak" mekana attım. çayımı beklerken, burayı unutmayın önemli, yazıyorum bu satırları.

    mekan güzel. içeri girer girmez çalışanlar buyrun dediler. en son 17 nisan saat 18.00 sularında gıda aldığım için epey açtım. şakayla karışık çok pahalı değilsiniz değil mi? diye sordum personele. yok ya restoranlara göre ucuz bile sayılır dedi. sonra menüyü getirdiler. çay 19 lira, etli yemek 300 lira.

    yağmur hızlandı. (hala yağıyor.) mekanı beğenmeyip başka bir yere gitmeye çalışırsam yağmur diz üstü bilgisayarıma zarar verebilir diye korktum ve mekana oturup bir çay söyledim. bu bilgisayarın zarar görme ihtimali çok önemli zira eğer bilgisayara bir şey olursa şu kardeşiniz büyük ihtimal önümüzdeki 6 ay boyunca yeni bir girdi giremez.

    şimdi soruyu tekrar soralım. daha güzel yaşamak parayla mı? evet.

    ancak elbette başlığın açılışındaki küçük tuzağa düşmemek gerekiyor. "daha" epey göreceli bir kelime. daha iyi hissetmek için meditasyon yapmak bedava, sokağa çıkıp güzel bir yürüyüş yapmak bedava, yumurtayı bir kaç farklı şekilde yapmak bedavaya yakın. üstelik aşk, dostluk, aile sıcaklığı - en azından sen alt kuşak isen- insanı mutlu kılacak durumlar da bedavaya yakın.

    ancak parasızlıktan günde 10 kilometre yürümek kötü yaşam. parasızlıktan her gün yumurta yemek kötü yaşam. et yiyememek, paran olmadığı için hayatındaki kadının "arada dışarda da görüşelim" çemkirmesini duymak, sadece evin içinde titremeye başladıktan sonra kombiyi açmak, su parası kaygısıyla üç günde bir duş almak, yırtılan, epriyen elbiseni yenileyememek, adıyaman tütünü içerek sigaradan alacağımız tattan mahrum kalmak, büyük hayranı olduğum kalt'ın canlı gösterisine gidememek, çok yakın bir sanatçı arkadaşımın parçası olduğu etkinliklere parasızlıktan katılmamak, hocaların mutlaka okuyun dediği kitapların pdf'si yoksa okunamaması ve bunların tümünün farkında olmak, iyi yaşam değil. daha iyileştirilmesi de bedavaya değil.

    elbette birisi kinik bir felsefe savunabilir. sadece artık yemeklere tav olursan ölene kadar bedava gıda alırsın, sadece kimsenin istemediği kadınlarla yatarsan çok aktif bir cinsel yaşamın olur, kimsenin oturmak istemeyeceği evde oturursan bedava konaklar, insanların eskilerini giyersen bedavaya giyinirsin. bu yaşamı dahi daha iyi hale getirmek aslında ilk girdi sahibinin söylediği, ancak artısı kadar eksisini de hesaba katarsak elimizde "daha iyi yaşamak parayla değil" önermesi değil, "yeterince onursuzlaşırsan parasız da hayatta kalırsın" önermesi kalır. yağmur dindi, ben parasızlıktan sırtımda çantayla bir 5 km kadar yürüyeceğim, yürürken belki bir ıslık çalarım "daha iyi yaşıyor olmak" için. *

  • hainamoration

    fransız psikanalist jacques lacan tarafından türetilen bir terimdir ve bir kişi veya varlığa karşı hissedilen sevgi ve nefret duygularının geçişini ve bir arada var olmasını temsil eder. bu "nefretsevgi" durumu, sevdiğimiz kişiler aynı zamanda bazen nefret ettiğimiz, ve aynı şekilde, bizi sevenlerin de bize zaman zaman nefret ettikleri bir durum olduğu için yaygın ve evrenseldir. bu durum evliliklerde, ebeveynlikte, arkadaşlık ve kardeşlik ilişkilerinde görülebilir

    ayrıca, bu terim, derinden bağlantılı olduğu ancak bir takım şikayetlere sahip olduğu kurumlar hakkında birçok kişinin hissettiklerini de tanımlar. örneğin, bazı müslümanlar, özellikle belirli tartışmaların ardından, islam hakkındaki hislerini hainamoration olarak tanımlanabilir. islamı, temsil ettiği inançları nedeniyle severler, ancak kurumun belirli eylem veya davranışları nedeniyle ona karşı nefret hisleri de taşırlar

    hainamoration kavramı, nefretin duygusal yaşamlarımızdaki rolü ve işlevi hakkındaki daha geniş tartışmalara da bağlantılıdır. nefret hissetme yeteneğinin kişisel gelişimde olumlu bir rol oynayabileceği, travmaya karşı koruyucu bir yanıt olarak işlev gördüğü kabul edilir. nefret, öfke ile birlikte, bir kendini koruma mekanizması işlevi görebilir. ancak, bu duyguların özgürlüğümüzü, evrimleşen durumlara yanıt verme yeteneğimizi engellediği zamanlar, bunların zarar verici hale geldiğini fark etmek önemlidir. böyle bir durumda, bunların ötesine geçmenin bir yolunu bulmak gereklidir.

    nefret ve çelişkili duygularınızı ifşa etmek—onları bir terapist, manevi yönetmen veya arkadaşla paylaşmak—bu duygunun kalıcı ve patolojik bir duruma dönüşmesini önleyebilir. bu paylaşma veya ifşa, hainamoration için bir "tedavi" olmaktan ziyade, daha tatmin edici bir çözüm bulunana kadar onunla başa çıkmanın bir yoludur. nefretin bastırılmasını önler ve karmaşık duyguların daha sağlıklı bir ifadesine izin verir.

  • 24.01.2023 uykusuz dergisi'nin kapanması

    rehberimi kaybetmiş gibi hissettirmiştir bana kendimi.

    uykusuz dergisi ile başlamadı aslında maceram, penguen'in 650.000 tl olan 17. sayısıyla başladı. orta okulda olduğum için haftalık çıktığını bile anlamadan, hatta ersin karabulut'un sandık içini bile "çok yazı" olduğu için okumadan neredeyse her gün okulun karşısındaki süpermarkete gidip yeni sayı geldi mi diye bakardım. bir kaç sene sonra sayılar birikmeye başlayınca annem otisabi'nin benim "ahlakımı" bozacağını düşündüğü için ilk sayılarının hepsini çöpe atmıştı.

    lisede artık derginin haftalık çıktığını ve gününü biliyorum, yazar çizerleri tanıyorum ve her hafta dergiyi elime alıp en diplerine kadar okuyorum. yetmiyor penguen'in eksik sayılarını tamamlıyorum, kemik, lombak ne varsa elimdeki öğrenci harçlığından biriktirip onlara yatırıyorum. nietzsche'yi orada görüyorum ilk defa, bir umut sarıkaya köşesinde. hemen gidip kitaplarını alıyorum. yıllar sonra üniversiteden mezuniyet tezimi nietzsche üzerine yazacak kadar etkiliyor beni.

    çirkin ve kısa boylu bir çocuğum lisede. güldürmeye çalışıyorum kızları beni sevsinler diye. genelde işe yaramıyor. şakalarımı mizah dergilerinden çalıyorum. "ekmeklerini yiyorum" yani. onların toplum eleştirilerini süzüyorum, edebiyat derslerinde hoca hikaye yazın deyince "benim de söyleyeceklerim var" köşesini deftere yazıp sınıfta okuyorum. insanlar şok oluyor. kadın erkek ilişkilerinde, politikada, sosyal hayatta komik durumların ve komik durumlara düşenlerin maceralarına bakarak o komik durumlara düşmemeye çalışıyorum. mizah eğitiyor beni. her hafta alıyorum, tek bir sayısını bile kaçırmıyorum, erasmus'ta bile kız arkadaşım mektupla gönderiyor bana sayılarını bir kaç ayda bir. tam 20 senedir günleri penguen-uykusuz dergisinin hediye takvimlerinden takip ediyorum. çok arkadaşım yok hele oturup konuşabildiğim kimse yok. param çok az çıkıp dolaşamıyorum. her hafta perşembe gününü bekliyorum.az paramla alabildiğim en güzel şey. çok az paralı bir insanın hayatını güzelleştirebilecek bir şey. üniversiteye istanbul'a geliyorum, üniversiteli olmak benim için kadıköy vapuru'nda uykusuz okumak.

    sonra eksilmeye başladı kadro. en sevdiklerimiz ayrılmaya başladı. uğur gürsoy istisnaen çizmeye başladı, umut, ersin, yiğit komple gitti. 2021-22'de iyice dağıldı kadro. bana sorarsanız çok iyi yetişen bir yeni jenerasyon vardı ve aslında epey iyilerdi. cihan ceylan ve cihan kılıç dergiyi en keyifli hale getirenlerdi. ömer göksel yükselen bir yetenekti, yutuber olsa dahi nisan hakan ara sıra çiziyordu. ender yıldızhan bir görünüp bir kaybolan bir yetenek gibiydi. özer aydoğan, kubilay odabaş kadroya katılmıştı. cem güventürk artık genç kızların melankolik sevgilisiydi. deniz göktaş'ın rüştünü ispatlaması uykusuz'un onu kabul etmesiyle gerçekleşti bence. uykusuz toplumda birbirimizi tanımamız için en güzel yeşil sakaldı. ben hiç mizah dergileriyle içli dışlı olup kötü olan bir insana denk gelmedim.

    son sayısı 13 lira. kimse 13 liraya daha çok eğlenceyi satın alamaz. buna rağmen yetmedi. çizerlerin instagram'da karikatürlerini gördükçe hoşuma gidiyordu aslında herkesin artık biliyor olması, çizerler üzerine konuşabileceğin daha geniş bir çevrenin olması. işlerin buraya geleceğini nasıl tahmin edebilirdim ki?

    canım yanıyor gerçekten. kılavuzumu kaybetmiş gibi hissediyorum. gözlerim doluyor. ben hala her sayısını alıyorum. 2002'de başladığım mizah dergisi alışkanlığım uykusuzla birlikte ölüyor. 20 sene. leman'ı hiç sevmedim komik olmaktan çok politik olmaya çalışıyor gibi geldi bana. kafa bavul falan aynı ligde bile değil zaten.

    64'ü, fermuar'ı, ciciyi, para tuzağı'nı da sektirmeden takip ediyordum kapanmadan önce. ama uykusuz kapanmaz gibi geliyordu bana, devletin batmaması gibi bir şey bu. uykusuz da kapanırsa ne kalacak geriye? işte bugün oradayız. geriye hiçbir şey kalmadı. sadece bir dergi değil zira kapanan daha çok bir "basılı mizah dergisi geleneği". online dergiler takip etmek istemiyorum, mis dergisine hala erişemedim mesela. bilmiyorum çok mu uzatıyorum ama hiç arkadaşım ölmemişti benim daha önce. bu haberle ilk defa yakın bir arkadaşım öldü.

    bu akşamı yas tutmaya ayıracağım.

  • chp'yi yok ederek sekülerleri kurtarmak

    öncelikle türkiye siyasetinde chp'nin yenilgiye mahkûm oluşunun sebebini korkmadan doğrudan teşhis edelim: aidiyet. chp'li demek ne sadece atatürk'ü çok sevmek ne sadece sosyal demokrat olmak ne de belirli sosyal-siyasal politikaları savunmakla ilişkilidir halkın gözünde. chp'li olmak demek islam kültür çevresine ait bir toplum içinde sekülerleşme yanlılarından olmak demektir.

    türkiye cumhuriyeti'nin muhafazakar anadolu yurttaşları için sekülerleşmek bir fedakârlık ister ve bir yük getirir: fedakârlık: ebeveynlerimizden gördüğümüz hangi değerlerden vazgeçeceğiz? yük: hangi değerleri benimsemek için çabalayacağız?

    fedakârlık zordur zira bilinçli olarak siyasetle ya da toplumsal pozisyonlarla ilgilenene kadar zaten aileniz ve çevrenizden pek çok değeri farkında olmadan almışsınızdır: eğer büyük şehire üniversite için gelmişseniz neredeyse 20 yaşınıza kadar; allah vardır, kadınlar "korunmalıdır", dövme yaptırmak dejenerasyondur, erkek ve kadın dışında bir form yoktur, azınlıklar ve farklılıklar tehlikelidir, alkol yuva yıkar, veganlık anomalidir, sanat işleri bizi aşar, asker-polis her zaman haklıdır gibi temel yargılarınızın çoğu oluşmuş durumdadır. yok eğer büyük şehire gelmediyseniz zaten etrafınızda birkaç "marjinal" dışında kimse bu değerlerden şüphe etmemektedir.

    değişmek ise fedakarlıktan çok daha zordur. zira eski değerlerinizi bırakmak yetmez, üstüne yeni değerleri "doğru" bir şekilde benimsemeniz gerekir. eğer yeni değerleri denemeye kalkışır ve başaramazsanız kendi yuvanızı terk etmiş olmakla kalmaz aynı zamanda yeni yuva olarak seçmeye çalıştığınız mahallenizde de aşağılanırsınız. felatun bey'lik üzerinize yapışır kalır. yaptırdığınız dövme klişedir, dini hayatından çıkaramayan bir ateistsinizdir, cinsel özgürleşme "kezban/keko"luğunuza takılır, alkolü hep fazla kaçırırsınız, sanattan anlamıyor olursunuz, asker-polisten dayak yerken ona içten içe hak verirsiniz ve vegan mangalı size her zaman biraz yavan gelir. zira sekülerleşme de tek bir jenerasyonda tek bir insanın başarabileceği bir dönüşümden fazlasını gerektirir. ne yaparsanız yapın eğer çok iyi bir üniversite markasını arkanıza almadıysanız ya da aileden güçlü bir varlıklılığınız yoksa asla tam olarak ait olamazsınız. burada chp demografisi ön yargılıdır demek istemiyorum, ancak önyargılı olanları çok daha fazla aklınızda kalır. ailenizi, 20 yaşınıza kadar olan tüm çevrenizi ve kodlarını öğrendiğiniz tüm hayat algısını baştan yazmak zorunda kalırsınız. anadolu'nun orta sınıfı için sekülerleşmek zor değil, çok zordur.

    bu ikileme bir de chp markasına olan düşmanlık eklenir. anadolu'da bir nüfus chp'ye "ne olursa olsun" oy vermek istemez. saadet'in, gelecek'in, deva'nın kefaleti bile yetmez. chp camileri ağır yapmış "olabilir", chp herkesi eşcinsel yapmak istiyor "olabilir" chp zihniyetinin kötü olduğu "herkes bilir". chp sizin farklı yaşayan arkadaşınız değildir, chp sizi kendisi gibi yaşamaya zorlayan arkadaşınızdır. günün sonunda "chp'liler" size hep uzak kalır. anadolu'nun muhafazakâr çoğunluğu için güney afrika'nın siyahileri için boer'ler neyse ona dönüşür, "bizden" değildirler.

    chp başarısızlığında son faktör ise chp idaresinin çürümüş köhneliğidir. sekülerlerin akp'de eleştirdikleri ne varsa chp içinde de vardır. chp'li belediyelerde de yolsuzluklar gırla gider, chp de hâkim olduğu yerlerde kendilerinden olanlara torpil yapar, chp de kendi medyasını fonlar. ancak sekülerler – ki ben de bir sekülerim- inatla chp'ye oy vermeye devam eder, zira merkezde ve seküler olan başka parti yoktur. iyice sola kayılmayacaksa chp'liler için gidecek bir yer yoktur. chp idaresi bunu bilir ve her seçimde bir parti olarak başarısız olduklarını gündeme dahi getirmeden bir kara koyun aramaya girişirler. bu da chp'yi sürekli kaybeden tek bir blok halinde tutar ki muhafazakarların arayıp bulamayacakları bir şeydir bu. düşman tek başına, köşeye sıkışmış durumda ve asla ileri hamle yapamayacak bir halde.

    kemal kılıçdaroğlu birkaç seçim yenilgisinden sonra bu durumu görüp partinin markasını değiştirerek aşmaya çalıştı ancak gördüğümüz üzere işe yaramadı. ne ekrem imamoğlu ne de mansur yavaş bu seçim sonucunu değiştiremezdi. seçimleri kaybeden chp değil deniz baykal dendi baykal gitti, kılıçdaroğlu geldi ancak kaybetme serisi değişmedi. şimdi chp değil, kılıçdaroğlu seçimi kaybetti diyorlar, kılıçdaroğlu gidecek yerine yunus emre ya da özgür özel gelecek, chp seçimleri kaybetmeye devam edecek. çıkarılacak acı sonuç: sekülerler chp idarecileri tarafından esir alınmıştır ve bu esaret bitmedikçe chp'nin başında kimin olduğunun bir anlamı yoktur.

    özetle, chp'nin türkiye siyasetinde yukarıda saydığımız (a) markasının bagajı (b) sekülerliğe aidiyetin zorluğu (c) chp'li idarecilerin tahakkümü sebeplerinden ötürü gerçek anlamda bir başarı kazanma şansı yoktur. herhangi bir başarı ihtimali kendisine değil sağ siyasetin bölünmesine endekslidir. böyle bir durumda chp bir şekilde iktidara gelse dahi bu geliş ülkeye bir yön vermeye değil ancak sağ siyasete tekrar bir araya gelmek için vakit yaratmaya yarayacaktır. chp sağ partilerin bölünmüşlüğünü cezalandıran siyaset dışı bir aktör gibidir.
    peki ne yapmalı? chp demografisinin içinde bu soruya iki yanıt var. birincisi partinin yeterince sol olmadığı için yeni bir dalga yaratamadığını diğeri ise partinin fazla solda olduğu için toplumun tamamına açılamadığını iddia ediyor. ikisinden biri haklı değil, ikisi de haklı. ancak ikisi de chp markası yüzünden harekete geçemiyor. chp kendi markasının tarihsel ağırlığından dolayı ne tam olarak bir sol parti olabiliyor ne de muhafazakâr kesimlerle gerçek bir uzlaşmaya yanaşabiliyor. benim önerim chp'yi kurtarmak yerine seküler yurttaşlara odaklanmak ve türkiye'nin en kaliteli insan kaynaklarının bir toplamı olan bu demografi üzerinden bir politika üretmek.

    bu politika chp seçmeninin iki ana kanadının chp'yi terk ederek daha sola ve daha sağa yanaşmasını öngörüyor. chp demografisi içindeki bir kesim, özellikle gençler, tip'e yoğun bir ilgi duyuyorlar. türkiye'nin bugünkü durumunda güçlü bir sosyalist sol en çok ihtiyaç duyulan şeylerden biri. ancak %2-3 bandına sıkışmış bir sosyalist hareketin türkiye siyaseti üzerinde bir etki yaratması mümkün değilken %15 bandındaki bir sosyalist hareket hem türkiye'nin parçalı sol sorununa bir alternatif üretebilir hem yeşil sol parti ile birlikte rahatlıkla ittifak kurarak gerçek bir iktidar alternatifi haline gelebilir hem de sosyal adaletsizliğin bu denli gemi azıya aldığı bir dönemde halkın sorunlarına muhalefette iken bir itiraz üretebilir. örneğin tip %15 alıyor olsaydı bugün akbelen ormanları bu kadar kolay imha edilemezdi, beşli çetenin vergi borcu bu kadar kolay affedilemezdi.

    chp demografisinin ikinci yarısı olan uzlaşmacılar ise ekonomi politikaları itibarıyla bir sosyal demokrat olarak tanımlanabilecek ve saadet-gelecek ittifakından özellikle uzak durarak seküler hassasiyetlerini ispatlamış deva ile uzlaşmakta bir beis görmeyeceklerdir. akp'nin ekonomik başarısının baş mimarı olan ve chp demografisinin de dürüstlüğünü ve liyakatini çoğunlukla takdir ettiği ali babacan, uzlaşmacı ve çalışkan kişiliği ile de chp demografisinin sağa gerçekten açılmasında ve toplumsal polarizasyonun yatıştırılmasında son derece önemli bir kaldıraç görevi görecektir. cumhurbaşkanlığı seçiminde gösterdiği çalışkanlıkla ve orta-orta üst sınıf uzlaşmaya hazır makul muhafazakarların akp sonrası dönemde yoğunlaşacağı temel parti konumunda olmakla deva seküler politikaların önce şehirli muhafazakarlara sonra da anadolu'ya yayılmasında ciddi bir etki gösterecektir.

    chp'yi yok ederek sekülerliği kurtarmak türkiye'nin seküler-batıcı çizgisinin iktidara gelmesi önündeki yukarıda saydığımız üç engeli de aşar. 1- türkiye'nin %30'unun "ne olursa olsun" oy vermeyeceği bir markanın bagajından kurtulunur 2- deva aracılığı ile muhafazakarların sekülerlikle tanışması çok daha kolaylaştırılırken tip aracılığı ile türkiye 70'lerden beri ihtiyacını duyduğu özgüvenli sola kavuşmuş olur. 3- deva ve tip kadrolarının taze enerjileri sayesinde "böyle gelmiş böyle gidecek" chp'liliğini kendine bir çeki düzen vermek zorunda bırakır. böylece yönetim kadrosunda 60 yaş altında neredeyse kimsenin bulunmadığı chp yerine genç ve dinamik kadrolarla seküler politikalar iki farklı kanattan türkiye siyasetine katılmış olur.

  • liberteryenizm

    liberteryenizm 3 döneme ayrılabilir.

    1- primordial liberteryenizm

    libertertenizmin ilk ortaya çıkışı olarak thomas hodgskin'in "the natural and artificial right of property contrasted" (1832) kitabını düşünebiliriz. 1840-50'li yıllarda ise tam anlamıyla bir liberteryen eser patlamasının yaşandı. herbert spencer'ın the man versus the state'i, gustave de molinari'nin the production of security"'si (1849), frédéric bastiat'ın "the law"'ı (1850), ve spencer'ın, social statics (1851) adlı eseri.

    bu dönem için liberterliğin ilk defa sistematik bir hale geldiği dönem diyebiliriz. klasik liberallerden ise özgürlükçü felsefenin altı sacayağı olan bireycilik, özel mülkiyet, otorite düşmanlığı, serbest piyasa, kendiliğindenlik and negative özgürlük başlıklarında tavizsizlikleri ile ayrıldılar. klasik liberaller için toplumun genel çıkarı için bu altı başlıktan yer yer fedakarlıklar yapılabilirdi, liberterler için ise bu başlıkların herhangi birinden verilecek en ufak bir taviz bile kabul edilebilir değildi.

    bu dönemde liberterlerin klasik liberallerden ayrılmasının esas sebebi sosyalizmin yükselmesidir. özellikle ingiltere ve fransa'da sanayi devriminin yarattığı yeni koşullar sosyalizmin bir alıcı kitlesinin oluşmasına yol açtı. bunun karşısında klasik liberallerin daha uzlaşmacı yaklaşımı, liberter diye bildiğimiz cenahın kopmasına yol açtı. abd'de ise durum biraz daha farklıdır. orada sosyalizm tehlikesinin olmayışı liberterlerin anti-kölelik hareketi olarak güçlenmesine yol açtı. bu noktada belirtmekte fayda var amerika'daki ilk liberterler katı derecede anti-kapitalistlerdi. bir malın satış değerinin onun maliyetinde olması gerektiğini savunuyorlardı. avrupa'daki "haklar" liberalizmine karşı abd'de daha çok "ego" liberalizmi gelişmekteydi. önemli son fark ise abd liberterleri zenginlerden çok orta ve alt sınıfın özgürlüğü ile ilgilenmişlerdir.

    2- soğuk savaş liberteryenizmi

    bu dönemin en verimli yılı olarak 1943 sayılabilir.rand'ın fountainhead'i, lane'in the discovery of freedom'ı ve paterson'ın the god of the machine'i bu yılda basılmıştır. bu dönemin karakteristik özelliği de anti sosyalizmdir. önceki dönemden farklı olarak abd'de de ağırlık merkezi anti-sosyalizme kaymıştır.

    bu dönemin bir diğer önemli özelliği ise liberteryen düşüncelerin adım adım farklılaşmaya başlamasıdır. kimi liberterlere göre sosyalizme karşı muhafazakarlıkla birlikte hareket edilmeliyken kimilerine göre esas rakip olarak sosyalizmi bir kenara bırakmak ve muhafazakarlığa odaklanmak gerekir.

    bu dönemde sosyalizmle birlikte özellikle nozick'in şahsında görülen bir rawls eleştirisi de liberteryen düşüncenin ağırlık merkezlerinden biri haline gelmiştir.

    3- üçüncü dalga liberteryenizm

    üçüncü dalga liberteryenizminin esas ayırıcı özelliği ise biribiri ile mücadele eden pek çok liberteryen pozisyonun varlığıdır.

    birinci pozisyon 1990'larda ortaya çıkan ve liberteryenizmi kültürel muhafazakarlık ile birleştirmeye çalışan görüştür. llewelyn rockwell jr. bu görüşün kurucusu sayılabilir. bu pozisyona paleo-liberteryenizm denir.

    ikinci pozisyon aşağı yukarı aynı dönemde belirmeye başlayan akademik liberteryenizmdir. bu tipte ise minimal bir devlet ve yeniden dağıtıma düşman olmayan bir liberteryenizm görmekteyiz. daha çoğulcu, daha empirist bir yaklaşıma sahiptirler.

    üçüncü pozisyon ise bleeding heart libertarians olarak bilinen pozisyondur. bu pozisyondaki önde gelen yazarlar olarak john tomasi, matt zwolinski sayılabilir. hareketin temel hedefi hayek ile rawls'ı birleştirmeyi başarmaktır.

    dördüncü pozisyon ise 2006 yılından sonra yükselişe geçmiş olan cato enstitüsü ve brink lindsey'in başını çektiği liberalterizm'dir. bu pozisyon liberterler ile demokratlar arasında bir uzlaşma arayışı olarak düşünülebilir.

    beşinci pozisyon olarak sol liberterleri sayabiliriz. bu fikrin esas argümanı "kapitalizmin liberter standartlara göre yeterli zengiliği yaratıp dağıtamaması"dır.

  • ama-gi

    özgürlük kelimesinin bilinen ilk halidir. sümercedir. ama anne anlamına gelir, gi ise geri dönmek.

    kaynak

  • aptallığın norm olma süreci

    her camia nesnenin doğası gereği güçlenme çabası içindedir ve bu gayenin yolu -özellikle- yirmi birinci yüzyılda olabildiğince kalabalık olmaktır. organize kalabalık sahip olduğu güç sebebiyle gündem yaratıp, değiştirebilir. özellikle sosyal medya gibi örgütlü kalabalıkların seslerini süratle duyurabildikleri imkanların varlığında her bir etkileşim değerlidir. teoride bu hızlı örgütlenme ve gündem olabilme becerisinin herhangi bir camia içinde en makul ve bilge olanlar tarafından idare edileceği ve zıt kutuplarda olsalar dahi büyük destekçileri olan akil kişiler arasında gerçekleştirilecek diyaloglar neticesinde tartışmalı konularda makul bir orta yol bulunacağı düşünülür, ümit edilir. antik çağlardan beri var olan meclis mantığının ardında da bu düşünce vardır. ancak günümüzde meclislerde de nüveleri görünen fakat sosyal medyada abartı derecesinde karşımıza çıkan, süreç ilerledikçe tartışmanın çözüme değil, geri dönülemez ayrışmalara doğru ilerlemesini sağlayan mekanizma nedir ve nasıl toplumun yeni normu haline gelmiştir?

    bu sürecin üç genel adımı olduğunu düşünüyorum. birinci adımda radikaller ciddiye alınmamakla ve takdir edilmemekle birlikte herhangi bir davaya karşı olan aşırı inançları ve kendilerini göstermek için harcadıkları abartılı çabalar sebebiyle o meselenin/davanın makulleri tarafından hoş görülürler ve zamanla camiaya iyice adapte olurlar. ara sıra "tuhaf", camiayı sıkıntıya düşürecek çıkışlar yapsalar dahi bizden oluşlarıyla kollanır, görmezden gelinirler. bu süreçte makuller pek beğenmedikleri ve yetersiz buldukları bu radikallerle ilişkilerini sınırlı tutarlarken toplumun çoğunluğunu oluşturan kitle aynı radikalleri gözünde gittikçe büyütür.zira bu radikaller makullerin aksine hiçbir şeyden korkmamakta -çünkü neyden korkmaları gerektiğini dahi bilmezler- ve kitlenin ifade etmek istediklerini en basit ve pervasız şekilde dile getirebilmektedirler. tıpkı körler ülkesindeki samimiyetle körlerden yana olan tek gözlü kral gibi.

    ikinci adımda süreç içinde kendilerine sağlam bir yer ve belirli bir takipçi kitlesi edinen bu vasat radikaller ilk ortaya çıkan tartışmalı hususta her zamanki gibi radikal, sadece düşmanları değil müttefikleri de irite eden bir çıkış yaparlar. bu çıkışın ertesinde alacakları iki tip tepkiyi bilirler; bu tepkilerden birincisi makul insanlardan gelecek olan "fazla abarttın", "haddini aştın" tarzında eleştiriler şeklindeyken ikincisi " yürü be aslanım" tarzındaki tasdikler ve sıradan cahilin abartılı tebriklerinden ibarettir. vasat radikal kritik eşiği tam bu ikilemdeyken aşar: ya kendisine rol model olan ve sağlıklı mücadele eden insanların takdirini kazanacak ancak yavaş ilerleyen bir sürecin herhangi bir taşı olacaktır ya da kendisini yeni lider ilan edip gündemi belirleyen ve daha hızlı kitleselleşen basitleşmenin taşıyıcısı olacaktır. bahsettiğimiz üzre bu kişi vasat olduğundan doğal olarak ikinci yolu seçer ve artık bilinçli olarak provakatif çıkışlar yapmaya başlar. bu sorunlu çıkışlar camianın içindekilerden bazen tartışmanın o anlık öfkesiyle genelde ise sırf öteki tarafa karşı saldırıda "hep birlikte" yer almak için üzerine düşünülmeden desteklenir. bu ikinci adım vasatın popülerleşmesi ve artık bir figür haline gelme aşamasıdır. o artık dostlar tarafından arkasında birleştiğimiz gözü pek bir savaşçı düşmanlar tarafından ise (çünkü düşmanlar da bir diğer kitledir ve provokatif çıkışı karşı tarafın genel fikri olarak görmek işlerine gelir ) baş düşman haline gelmiştir. bu noktadan sonra artık vasat radikalin görüşleri tam olarak doğru olmasa dahi sırf düşmanlar karşısında güç kaybetmemek için desteklenmek zorundadır.

    üçüncü adımda iki tarafın da makulleri mezkur radikalin hem kendi haklı noktalarına zarar verdiğini hem de anlamsızca saldırgan tutumundan dolayı karşı tarafla olan verimli uzlaşma zeminini yok ettiklerinden bahsetmeye başlar. fakat bu bahsediş radikal vasat tarafından behemehal sığlaştırılır ve korkaklık, davaya ihanet, karşı tarafa sempatik görünmeye çalışmak, geri adım atmak şeklinde değersizleştirilir. bu noktada radikalin sözü ve makulün sözü karşı karşıya gelir ve kimin haklı olduğunu belirlemek kalabalığa kalır. sncak hepimizin bildiği üzere kalabalığın ne tartışmanın gerçek doğasını anlamaya yetecek birikimi ne de bunu anlamaya niyeti vardır. kitle -hemen her zaman- kendisine daha yakın hissettiği ve daha kolay anlayabildiği vasat radikali, karmaşık ve uzun konuşan, biraz kibirli biraz monşer ve biraz da kitleden uzak durmayı tercih eden makule tercih eder. böylece herhangi bir görüşün, fikrin, tavrın ilk ve gerçek savunucuları binbir çabayla belli bir noktaya getirdikleri hareket içinde marjinalleşmek durumunda kalırlar. bu kansız devrim hemen her zaman tartışmanın iki karşı kutbu arasında yakın zamanlarda gerçekleşir ve gerçekleştikten sonra artık tartışma hiçbir makul insanın içinde barınmayacağı tek gözlü krallar egemenliğindeki körler dövüşüne döner. bu dövüşte ne herhangi bir ilerleme ne de herhangi bir uzlaşma mevzubahistir. ortada olan tek şey iki tarafın da birbirini olabildiğince irite etme ve aşağılama çabasıdır.

    neticede her görüş, tavır, fikir sesini duyurabilmek ve kendi haklı noktalarından hareketle topluma fayda sağlamak için iyi niyetle kitleye ulaşmanın en kolay yolu olan sosyal medyaya sarılır ve yukarda bahsettiğim adımlardan sonra bahsedilen görüş, tavır, fikir en iyi ihtimalle "duyar kasmak" en kötü ihtimalle de "çok kötü bir şeyden yana olmak" haline gelir. hayvanlara zulmetmemek, insanlara tecavüz etmemek, kadınları dövmemek, hükümetten ya da muhalefetten yana olmak, dini inanç sahibi olmak ya da olmamak, biriyle sevişmek ya da sevişmemek, et yemek ya da yememek hatta herhangi bir şeyle ilgilenmek ya da ilgilenmemek dahi tecavüzcülükten, vatan hainliğine bir insanın bir başka insana yakıştırmaktan dahi hicap duyacağı şeylerle yaftalanmaya başlar. artık et yememek vatan haini olmak için, müslüman olmak tecavüzcü olmak için yeter sebep haline gelir. zira karşılıklı provakatif diyalog ancak gittikçe artan basitleşme ve agresifleşme ile mümkündür.

    bu karşılıklı saldırı mantığı, tarafların vasatlarının geniş zamanları olduğundan ve beyanları zaten derin bir düşünüm gerektirmediğinden sürekli gündem hale gelir. böylelikle her tarafın sözcüleri güçlerini uzlaşmadan değil, sığ çatışmaların sıklığından almaya başlarlar. kitlenin de işine gelen bu olduğundan sığ-agresif önderleri ön plana çıkarırlar ve böylece tüm diyalog süreci karşılıklı agresyon sergileme haline gelir. bugün içinde yaşadığımız durum da tam olarak budur.

  • 3 mart meral akşener açıklamaları

    sorun liderde değildi bence sorun cehaletteydi.

  • !düzelmesi gereken atasözleri

  • epistemolojiye giriş

    1- (bkz: yanlış bilgi olur mu? bilgi yanlış olur mu?)

    bilgi yanlış olmaz, yanlış bilgi bilgisizliktir. ancak yadsıyıcı sıfatlar vardır. sahte sıfatı da yanlış sıfatı gibi bu kategoridedir. o halde yanlış bilgi olmaz ancak bilgi yanlış olarak nitelenerek bilgi olmaklıktan düşünülebilir.

    2- (bkz: ide nedir?)
    ide "düşünme ediminde zihnin kullandığı her türlü şey"dir. kaynağı da deneyimdir. deneyimi duyularımız aracılığı ile alırız. bir nesnenin sert olduğu duyumu dış duyum, sert olmak üzerine gösterdiğimiz şüphe iç duyuma örnek olabilir. ideler kendilerinde doğru ya da yanlış değildirler, "ne zaman ki zihin idelerinden birinde onlara yabancı bir şeye gönderme yapar, o zaman doğru ya da yanlış diye adlan­dırılabilirler." yani idelerimiz kendilerine yabancı olan bir şey ile uygunluğu ölçütünde doğru ya da yanlış olarak adlandırılırlar.

    3- john locke ve varoluşa dair bilgimiz.
    kendi varlığımız üzerine sezgi yoluyla bilgi ediniriz ve tanrı vardır. varoluşa dair bilgi ancak dış duyum ile edinilebilir. duyularımız tanrının varlığı ve insanın varlığı kadar kesindir. bunun da sebebi tanrının bizi yanıltmayacak olmasıdır. bellekte saklı duran ideler ile (dün yediğim elmanın tadı) kaçamayarak maruz kaldığım ideler arasında (bir yaz günü güneş ışığı) belirgin bir farklılık vardır. buna dolaylı gerçekçilik denir. yani biz duyumsamaları zihnimizde ideleştirir ve belleğimize öyle yazarız. duyumsamalarımızla da tekrar teyit ettiğimizde de bunun hakikat olduğundan emin olabiliriz.

    4- berkeley ve insan bilgisi
    "görme yoluyla, çeşitli dereceleri ve değişimleriyle ışık ve renk idealarını edinirim." bu tip ideaların derlemelerine de nesne derim. kırmızı, tatlı, lezzetli idealarının derlemesine elma derim örneğin. ancak bunların yanında bir de bunları algılayan vardır: "ben bu algılayan etkin şe­ye zihin, tin, ruh, ya da kendim diyorum." bir şeyin varoluşu onun algılanmasıdır. (bkz: esse est percipi) "bir koku vardı demek koklandı, bir ses vardı demek işitildi demektir" berkeley bir tür monizm savunur. yani tek bir varlık kategorisi vardır o da zihnimizdedir. zihnimizde olmayan bir şeyin varolduğunu söylemek imkansızdır ona göre. "benim düşünce ya da imgelem gücüm gerçek varoluş ya da algı olanağı­nı aşmaz.".

    berkeley birinci ve ikinci nitelik ayrımına karşı çıkar. her fiziksel varlık birinci nitelikleri taşır. ikincil nitelikler şeylerin duyu organlarımız üzerinde bıraktığı etkiler sonucunda algılayanda ortaya çıkarlar. birinci niteliğe örnek:sayı, biçim ikinci niteliğe örnek renk koku ses vs. berkeley'e göre ise "kısacası, dışsal nesneler olsaydı yine de bunu bilemezdik". berkeley'deki esas sorun insan anlığını varoluşun temeline yerleştirmeye çalışmasıdır ki insanın varoluştaki yeri o günden bugüne radikal şekilde değiştiği için bu mesel üzerinde daha fazla durmaya gerek yok.

    5 hume ve ara yol

    locke dolaylı gerçekçi olarak dış dünyayı duyumlarımız aracılığı ile tamamen anlayabileceğimizi savunurken berkeley dış dünyanın olmadığını sadece idea'ların olduğunu savunur. hume ise ara bir formda dış gerçekliğin var olduğunu ancak onu temellendiremeyeceğimizi iddia eder. " duyuların tanıklığına ya da dışsal varoluş kanısına ilk felsefi itiraz, bu tür bir kanının doğal içgüdüye dayandırıldığı takdirde akla aykırı olacağı, akla atıfta bulunulduğu takdirdeyse doğal içgüdüye aykırı olup tarafsız bir araştırmacıyı ikna edecek hiçbir akılcı kanıt içermeyeceğidir." hume için önemli olan duyumlarımızla nesnelerin uygun olup olmadığıdır.

    6- bertrand russell ve felsefe sorunları

    russell kimsenin şüphe duyamayacağı bir bilgi var mıdır diye sorarak başlar. russell duyu-verisi ve duyumu ayırır. duyu verisi renktir, duyum onun hangi renk olduğudur."berkeley'in, özdeğin varlı­ğının, saçmalığa düşmeden yadsınabileceğini ve bizden ba­ğımsız olan bir şey varsa bunun da, duyumlarımızın dolaysız nesneleri olamayacağını ilk olarak göstermiş olmaktan gelen hakkı yadsınamaz."

    russell berkeley ve onun yolunu izleyenlerin argümanlarını şu şekilde özetler "'düşünülebilen her şey onu düşünen kişinin zihnindeki bir idedir; öyleyse zihinlerdeki idelerden başka hiçbir şey düşü­nülemez; bu durumda idenin dışında hiçbir şey kavranamaz, kavranamayan şey de yok demektir." russell bu görüşe katılmadığını belirtir. sonrasında ise descartes'in düşüncesini ele alarak onu düşünüyorum o halde varımdan düşünüyorum o halde düşünen bir şeyin varlığından emin olabilirim şeklinde düzeltir.

    (devam edecek.)

  • işbankası yayınları 21.yy kitaplığı

    buradan ulaşabileceğiniz, şimdilik sadece 1 kitabı çıkmış olan, takip edilmesinde muazzam faydalar olan kitaplık.

    çıkan ilk kitap için (bkz: transhümanist devrim)

  • sınırlama teorisi

    az evvel @less is more adlı yazardan öğrendiğim şahane bir devlet teorisi. buradan okunabilir.

    özetle, robert l. carneiro'nun 3 makalesinden derlenmiş haline göre, devletin kökeninin ne olabileceğine dair tüm hipotezler aslında iki temel görüş ayrılığına dayanır. şiddete dayalı olanlar ve işbirliğine dayalı olanlar.

    carneiro'nun hipotezi ise şu şekilde:
    1-çevresel sınırlama
    2-kaynak yoğunlaşması
    3-sosyal sınırlama

    yani, dar bir alanda kaynak yoğunlaşırsa devlet kurulur. *

    benim buna temel itirazım çevresel sınırlama denilecek düzeye gelene kadar aileler veya yerleşik aile ittifakları arasında devlet yok muydu? devlet dediğimiz konsept neticede birilerinin diğerlerine baş eğmesi meselesiyse bu birilerinin ve diğerlerinin nüfusu gerçekten önemli mi? devlet dediğimiz şey aslında bir işbirliği mekanizmasından ibaret değil midir? o halde kökenleri çevresel sınırlamadan ziyade tanışık-dost gruplar -büyük ihtimal aynı ailenin üyeleri- arasında ortaya çıkmış olamaz mı? aşiret örneğin, bir devlet tipi değil midir temelde?

    bu çeşit bir temel örgütlenmenin aslında göç ettiği alanlar aşağı yukarı belli olan insanlar tarafından oluşturulamamasının sebebi nedir ki?

    ben devletin ahlaktan bağımsız ortaya çıkamayacağını ahlakın da ilk yerleşimlerden çok daha eski tarihli olduğunu savunuyorum. detaylarına daha sonra (bkz: devlet nedir?) başlığında yer vereceğim.

  • zilan deresi ve dersim olayı ?

    sosyal bilimlerde kimse tam olarak tarafsız sayılamayacağından önce bir tarafın sonra da diğer tarafın argümanlarını okuyup sentez yapmayı önerdiğim başlık.

  • gnclikdevirecek

/ 14 »