favorileri (84)

başlık listesine taşı
  • interrobang

  • kriptomnezi

    cryptomnesia, gizli hafıza anlamına geliyor. aslında unutulmuş bilginin yeni ve orijinal bir fikirmiş gibi aklımıza (tekrar) gelmesine deniyor. yunanca "kriptos" (gizli, saklı) ve "mnesia" (hafıza) sözcüklerinin birleştirilmesi ile oluşmuş kelime ilk olarak psikiyatrist theodore flournoy tarafından kullanılmış. flournoy bu terimi 1901 yılında yayımlanan "from ındia to the planet mars:a case of multiple personality with ımaginary languages" kitabında kullanmış.

    kriptomnezi, daha önceden bilinen bir melodinin, imgenin ya da fikrin kendimizden çıktığını sandığımız bir düşünce olarak yeniden akla gelmesidir ve kasıtsız intihal ya da "farkında olmadan çalma" gibi durumlara meydan verebilir.

    hatta nabokov'un "lolita" romanının tam da böyle bir eser olduğu iddia edilmekte.


    kaynak

  • 96. akademi ödülleri

    adapted senaryo ve saç makyaj dışında bütün tahminlerim tuttu. en çok da emma stone varken en iyi kadın oyuncu ödülünü favori gösterilen lily gladstone'un almamasına ve past lives filminin hiçbir ödül almamasına sevindim.
    pek güzel filmler gördüğümüz 96. oscar senesinin ödül alan filmleri ve kategorileri şöyle:

    en iyi film: oppenheimer
    en iyi yönetmen: christopher nolan | oppenheimer
    en iyi erkek oyuncu: cillian murphy | oppenheimer
    en iyi kadın oyuncu: emma stone | poor things
    en iyi yardımcı erkek oyuncu: robert downey jr. | oppenheimer
    en iyi yardımcı kadın oyuncu: da'vine joy randolph | the holdovers
    en iyi özgün senaryo: anatomy of a fall | justine triet, arthur harari
    en iyi uyarlama senaryo: american fiction | cord jefferson
    en iyi kurgu: oppenheimer | jennifer lame
    en iyi görüntü yönetimi: oppenheimer | hoyte van hoytema
    en iyi prodüksiyon tasarımı: poor things | james price, shona heath, zsuzsa mihalek
    en iyi kostüm tasarımı: poor things | holly waddington
    en iyi özgün müzik: oppenheimer | ludwig göransson
    en iyi özgün şarkı: "what was ı made for?"; barbie | billie eilish, finneas o'connell
    en iyi makyaj & saç tasarımı: poor things | nadia stacey, mark coulier, josh weston
    en iyi ses: the zone of ınterest | tarn willers, johnnie burn
    en iyi görsel efekt: godzilla minus one | takashi yamazaki, kiyoko shibuya, masaki takahashi, tatsuji nojima
    en iyi uluslararası film: the zone of ınterest (birleşik krallık)
    en iyi animasyon: the boy and the heron | hayao miyazaki, toshio suzuki
    en iyi belgesel: 20 days in mariupol | mstyslav chernov, michelle mizner, raney aronson-rath
    en iyi kısa film: the wonderful story of henry sugar | wes anderson, steven rales
    en iyi kısa animasyon: war ıs over! ınspired by the music of john & yoko | dave mullins, brad booker
    en iyi kısa belgesel: the last repair shop | ben proudfoot, kris bowers >

  • özgür irade var mıdır?

    "insan özgür olmaya mahkûmdur" der jean-paul sartre ve ekler: "insan mahkûmdur: çünkü, kendisini yaratan o değildir; ama öte yandan özgürdür: çünkü, bir kez kendisini dünyada bulduktan sonra da tüm yaptıklarından sorumludur."

    sartre 'özgürlüğe mahkum' olduğumuzu söyler.

    çünkü bu dünyaya fırlatıldıktan sonra yaptığımız her şeyden bizim sorumlu olduğumuzu dile getirir ve de ekler, anlam yaratmak (yalnızca) bizim elimizdedir. sartre bu bağlamda içine doğduğumuz koşulları belirleme fırsatımız olmasa dahi bu koşulların üstüne kendimizi kurduğumuz halimizin tüm sorumluluğunu bizim sırtımıza yıkar, iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış her hamlemizin sorumluluğu tepemizdedir onun felsefesine göre. hatta bundan da ötesine gider, yalnızca kendimizin değil tüm insanlığın geleceğinin sorumluluğudur bizim olan. ve de yine bu felsefeye göre bir insan olarak insanlığın insan onuruna yakışır bir varoluşta sürdürülebilmesinin yolu yine bir insan olarak bu sorumluluğu kabullenmemizden başka bir yoldan geçmemektedir elbette.

    insanlığın belki de en karanlık anı olarak zihinlere kazınmış olan ikinci dünya savaşı'nı takip eden senelerde, o dönemin tüm karanlığını ve karamsarlığını içine yedirmiş bir eserdir sartre ve düşünce yoldaşlarının ortaya koyduğu felsefe. aslında 1946'da ortaya çıkan ancak savaş sonrası kıta felsefesinin toparlanışı esnasında belki de etkileri daha geç kendini gösteren bir düşünceler yığınıdır buradakiler. kısmi olarak varoluşçu felsefenin içerisinde kümelenmiş olmalarına karşın özünde ne camus'nün kederliliğine ne de heidegger'in mistik kaçamakçılığına fazla kaptırılmamışlardır.

    indirgemeci bir yaklaşımla bu felsefeye yaklaşacak, tüm edebiyat ve puslu bakışların arkasını eşeleyecek olursak elimizde kalanın aslında büyük bir akıl ve emek ürünü ciddi bir metodolojik yaklaşım olması hiç de şaşırtıcı değildir. burada bizim yapacağımız ise önce bu metodolojik yaklaşımın analiz zeminimizi kurmamıza yarayacak olan ögelerini belirlemek ve bunların yardımını kullanarak esas meselenin temellerini atmak olacaktır.
    varoluşçu 'hümanizm' nedir, ne değildir, neden değildir…

    sartre varoluşçuluğun bir hümanizm akımı olduğunu savunurken çizdiği sınır aslında hümanizmi tüm tarihselliği ile değil yalnızca dar bir çerçevede aldığını gösterir. örneğin çok etkileyici, kolektif çaba ve emeğin ürünü olan bir mimari yapıdan insan olarak gurur duymak sartre'ın tanımladığı haliyle hümanizm sınırlarının dışında, 'kötü' bir yerde yer alır. insan kendi katkısı olmayan bir 'başarı'nın sorumluluğunu üstlenebilecek bir varlık değildir. insanlığa karşı olan sorumluluğumuz (tüm artıları ve eksileri ile) yalnızca geleceğe dönük çalışır. oysa sartre insanların değer yaratma konusundaki yetkinliğini tam olarak da varoluşçuluğun bir hümanizm olmasında gizli olduğunu belirtir.

    varoluşçuluğun (fransız kolunun) temel gayesi, nietzsche'yi takiben kalıplaşan etik okulunun bir (nihilizme giden) kolunun insanlık yararına tekrardan düzenlenmesi olarak görülebilir. öncül ve kurulu değerler bütünü fikri ısrarla ve ciddiyetle reddedilir, hatta camus ile özdeşleşmiş olan 'absurd' konsepti tam olarak da insanın bu 'an' ile karşılaşmasını anlatır. aslında hiçbir değerin kendinden menkul var olmadığının anlaşıldığı ve bunun yarattığı boşluk ve 'absürd'lük durumu. ancak bu felsefeciler bu absürdlükte aslında bir çıkış yolu, daha iyi bir dünyanın olanaklılığını görürler. eğer şimdiye kadar verili olan her şeyin sorumlusu insanlar ise, neden insanlar bu sorumluluğu kabullenip daha iyi bir dünya için çabalamasınlar ki derler. ve kendilerine edindikleri amaçlardan birisi olarak insanlara bu sorumluluklarını kabul ettirmeye çalışırlar.

    elbette ki avrupa'nın dünyası 40 senede iki kere başına yıkılmışken (ve beraberinde dünyayı da sarsmışken) ortaya çıkacak herhangi bir felsefenin ikili yapısı kaçınılmazdır. aynı anda hem eldeki durumu açıklama zorunluluğuna, hem de bu durumdan olası bir çıkış yolu sunma yükümlülüğüne sahip olacaktır. işte bu ikili yapı, her ne kadar edebiyatın katlayıcı etkisi altında varoluşçuluğu bir 'eldeki durum' analizi olarak yüceltmiş olsa dahi aslında olay yalnızca kapının şekli şemali değil nasıl açılacağıdır da. burada gelen cevap ise bize meseleye dair ciddi bir içgörü sağlar.

    hümanizmi bir kolektif başarı ve kıvanç kaynağı olarak görmek hala daha yaygın bir davranış biçimidir. bilimde büyük bir gelişme sağlandığında veya gerçekten kalpleri ısıtan bir insanlık hikayesi ile karşılaşıldığında insanlar insan olmaktan ötürü gurur duyarlar. bunun eldeki yaklaşımda bir hümanizm olarak dışlanmasının sebebi ise oldukça açıktır, ikinci dünya savaşı ve öncesinin dünyası. bir kolektif başarı ve kıvanç kaynağı olarak hümanizm aslında genelleştirilmiş bir yaklaşımdır. bir kolektif başarı ve kıvanç kaynağı olarak 'türk'lük veya 'alman'lık ile 'insan'lık arasında empirik düzlemde tek fark kapsadıkları kümenin genişliğidir.

    fransız devrimi ve napolyon politikaları ile yükselen ve bir nevi 'onun-bunun bilinci' olarak adlandırılabilecek akımlar modern dünyanın kurucu ideolojileridir. gerek sınıf bilinci olsun gerekse de ulus bilinci, özellikle felsefi olarak beslendikleri hegelci tarihsel erek düşüncesinin (tarihin 'bir yere doğru' ilerlediği) emarelerini ciddi anlamda içlerinde barındırırlar. fizik yasalarının determinizmi çoktan aştığı yıllarda dahi 'tarihsel determinizm' fikrini temellerinde taşıyan bu 'bilinç'ler aslında günümüzde karşılaşılandan yaşanış olarak farklı olsa dahi düzlemsel olarak benzer bir fıtratçılığı içlerinde barındırırlar. insanları 'tarihsel sorumluluk' gibi kavramlar ile kendi bilinçlerine kanalize eder ve 'zaten gidilmesi gereken yoldan' beraberlerinde sürüklemeye çalışırlar. kolektif bir 'yanlış inanç' olarak adlandırılabilecek bu akımların en üst hali ise yukarıda değinilen hümanizmden başkası değildir.

    insanın iradesi, insanlık iradesi

    burada bazı şeyleri tekrarlamanın faydası olacaktır. aynı anda hem tarihsel koşulların belirleyiciliğine karşı çıkıp, hem insanlığın kolektif iradesinin başarılarını reddedip hem de nasıl marksizm ve hümanizm gibi ekoller bir arada savunulabilir diye sormak elbette ki mümkündür(sartre koyu bir marksisttir). cevap yine metodolojinin içinde gizlidir. sartre ve çağdaşlarının ortaya koyduğu yaklaşım insanın iradesinin elinden alındığı iddia edilen akımlara bir karşı duruştur. insan içerisine fırlatıldığı tüm tarihsel koşullar ve gerçeklere karşın insandır ve iradesi ondan başka bir şeye, ne bir ulusa ne de 'insanlık'a ait değildir, her daim kendisinindir. nasıl ki insan hayatta olduğu sürece nefes alıp vermeye mahkumdur, işte özgür olmaya da aynı şekilde mahkumdur. tüm hamlelerinin sorumluluğu ona aittir ve her hamlesinde yalnızca kendisine karşı değil kalan her şeye karşı da sorumludur.

    yani basit bir indirgeme ile eldeki iddia insanın bireysel iradesini daha 'üst' bir iradenin parçası olmak için terk ettiği iddiasına bir karşı çıkıştır. insan bir vatandaş, bir aile üyesi, bir mümin, bir asker veya 'insanlığın bir ferdi' olsa dahi iradesi (ve hamlelerinin sorumluluğu) kendisine ait olduğudur. sartre elbette ki insanların içine fırlatıldığı koşulların rezaleti içerisinde, ne kendileri ne de çevreleri için insanlık onuru kavramına yaklaşamayacak yaşamlar yaratabileceklerini reddetmez. bunun her zaman bilinçli veya kötü niyetli bir biçimde yapıldığı fikrine de katılmaz, ancak hala daha insanın burada kendisinin sorumlu olduğunu vurgular. bu vurgu yalnızca "her insan yaptığı her şeyden sorumludur" demez ancak daha önemli bir biçimde "her insan içinde olduğu koşulları aşma iradesine sahiptir, hatta buna mahkumdur" diye de ileriye atılacak iyi ilk adımın motivasyonunu verir.

    sonuç olarak

    varoluşçuluğun bize öğretebileceği pek çok şey bulunmaktadır ancak sonraki yazılar için buradan alabileceğimiz değerli bir ders vardır. insanların kendilerinin, uluslarının, ailelerinin, dinlerinin veya aidiyetleri olan herhangi bir grubun geleceğine dair sorumlulukları vardır. bu sorumluluk bir mahkumiyet formundadır çünkü insan kendi eylemlerinden sorumludur ve bu bir üst gruba (aileye, ulusa, din kardeşliğine vb.) aktarılabilecek bir özellik değildir. ancak bu kabul ne hümanizmin, ne iyi vatandaş olmanın, ne de sınıf mücadelesini desteklemenin önünde bir engel değildir. aksine bu yaklaşım sorumluluğu tekrar bireylerin eline vererek herkesin özgürlüğünü benimsediği ölçüde geleceği şekillendirdiği fikrini destekler. insanlık onuruna, anayasal prensiplere, bir dinin gerekliliklerine veya emek-değer ilişkisine 'uygun' yaşamanın bir zorunluluk değil o aidiyeti benimsemiş birey için sorumluluk olduğuna vurgu yapar. ve tüm o aidiyetlerin benimsediği değerlerin geleceğinin ise tam olarak da bu çerçeve içerisinde, bu sorumluluğu benimseyen insanların hamleleri ile kurulacağını savunur.

    kaynak

  • !yazarların içinden geçenler

    selam naber beya
    trakyalı değilim ama hep olmak istemişimdir. hoş egeli olmaktan da son derece memnunum.
    uzun zamandır sözlükte yazmıyorum. malum ilgi alanım* yılbaşından sonra büyük bir darbe gördü. zam darbesi.
    ben de birayı bırakıp şaraba döndüm artık. genelde şarap içiyorum.
    geçen zaten iki bira aldım 130 tele ödedim. aşırı koydu.
    şuan kafam da güzel sayılır sabah da zıkkımlandım biraz şimdi şarap içiyorum. biricik'in karadutlusunu. 75 cl %8 alkollü. %8 alkollü olduğunu farketmeden aldım. bundan dolayı evde bir güzel sövdüm. tadı iyi ama.
    bir de isabey sauvignon blanc aldım. onu da yarın yanına ev yapımı pizza yapıp içeceğim. kurutulmuş etli ve mozzarellalı yapmayı düşünüyorum.
    madem kafam güzel o zaman neden iq sözlüğe yazmayayım diye düşündüm ve uzun zamandır yazmak istediklerimi yazmaya karar verdim.
    buna benzer yazıları sürekli yazıp aslında tam ortasında siliyorum ama bunu silmicem bak valla söz.
    isabey'den ufak bir yudum aldım da aşırı iyiymiş bu arada. 195 tl'ye daha iyisi yok. içtiğim en iyi beyaz şarap.
    neyse aslında bir sıkıntım yok uzun zamandır. ne aile sorunum var ne kız muhabbeti ne de geçim derdi.
    bir tek geleceğim hakkında endişeleniyorum ama buna da şükür aslında. bir de içki fiyatları çok koyuyor ya.
    mezeye para gömmek istemediğimden sabahtan kalan yarım açma ve peynirli poğaçayla içiyorum şarabı. güzel de oldu he.
    zaten bir saate falan herkese yazmaya başlarım diye tahmin ediyorum.
    ileride yapmak istediğim çok şey var aslında.
    kimi çocuksu hayaller kimi şuan dahi gerçekleştirebileceğim kadar basit şeyler.
    mesela buradaki şarapçı evsiz dayılarla birgün şarap içmeyi çok isterim. şuan bile giderim yanlarına ama üşeniyom be abi.

    hemen herkes ardından bir şey bırakmak ister ya ne bileyim kitap olur müzik olur çocuk olur ağaç olur bilimsel gelişme olur. olur da olur yani.
    ben ardımdan illa bir şey bırakacak olsam asla bilimsel olsun istemezdim.
    çünkü insanlık harbiden çok boktan ya. bilim ayağına atom bombası buluyon savaşın sorumlularından biri de sen oluyosun insanların gözünde. benim keşfim, icadım insanların zararına kullanılacak olsun istemezdim.
    çocuk bırakmayı da pek istediğim söylenemez.
    kitap bırakmak olabilir bak. biyografi veya roman tarzlarından ziyade araştırma konusunda bir kitap yazmayı isterdim. ne mi hakkında? ülkemizde bu kadar kıymetli, lezzetli ve kaliteli üzüm bağları olmasına rağmen şarapçılığın ülkemizde hiç de gelişmiş sayılamayacak olması hakkında bir araştırma yazmak isterdim.sebepleri belli aslında ama ben daha detaylı değinmek isterdim.

    türkiye'de harbiden çok büyük potansiyel var. gerçekten. cennet vatanımız goygoyu değil bak. ne denizlerimizi kullanabiliyoruz ne de yeraltı yerüstü kaynaklarımızı.
    3 tarafımız denizlerle çevrili ancak balık olarak sadece hamsi yiyoruz.
    şimdi burada bir parantez açmam lazım. babamla birlikte zıpkın ve olta balıkçılığı yaptığımızdan denizlerdeki pek çok balığı tattım diyebilirim.
    benim yediklerim arasından en sevdiğim balıksa palamut diyebilirim. mevsiminde yakalanmış taze ve yağlı palamuttan daha lezzetli balık yemedim.
    bir diğeri içinse trakonya derim. denizlerimizin en zehirli balıklarından. sadece bir kez tatma şerefine ulaşabildim. eti çok lezzetli bence.
    külah balığı da çok lezzetli. onu da 2 veya 3 kez yedim. bu da kızıldeniz'den akdeniz ve ege'ye gelen istilacı ama çok lezzetli ve havalı bir balık.

    balık pişirme teknikleri de bilmiyoruz. varsa yokza tavada kızartma yiyoruz.
    halbuki bence büyük balıklar için en lezzetli pişirme fırında olandır. yağı falan her şeyi bütün kalıyor.
    balık yemekleri de bilmiyoruz.

    eskiden kırmızı eti çok sever balığı pek sevmezdim.
    ot yemekleri de çok sevmezdim.
    şimdiyse balığı aşırı seviyorum. bir ara tavuğa alışmıştım ancak artık tavuklar da saman gibi geliyor. ot yemekleri ve balık en sevdiğim gıdalar arasında.

    kırmızı et ve kıyma son 6-7 aydır bana çok tatsız geliyor. küçükken yediğim anne köftelerinin tadı gerçekten artık yok. kalite çok düştü. keza tavukta öyle geliyor.

    ama balık öyle değil bak halen daha çok lezzetli hem de çok sağlıklı.

    bu arada açma ve şarap bayağı iyi gidiyor aklınızda bulunsun.

    öyle işte...

  • bicameral mind nedir?

    binlerce yıl önce insan zihninin bilişsel fonksiyonlarını beyindeki bir tarafın konuşarak ve diğer tarafın ise ona itaat ederek gerçekleştirdiğini savunan hipotezdir.

    insan bilincinin kökenini bulmak isteyen julian jaynes'in bu hipotezine göre; beyindeki bu ikiliğin yıkılmasıyla birlikte insan bilinci bugünkü formunu kazanıyor. yani bilinçlilik en baştan sahip olduğumuz değil sonradan geliştirdiğimiz bir özellik. julian jaynes 1976 yılında "the origin of consciousness in the breakdown of the bicameral mind" -"bikameral (iki odalı) zihnin çöküşünde bilincin kökeni" başlıklı bir kitap yazıyor ve "bilinç düşünsel hayatımızın bilincinde olduğumuzdan çok daha küçük bir kısmını oluşturur, zira bilincinde olmadıklarımızın bilincinde olamayız." diyor.

    bu teoriye göre; geçmişte sağ beyindeki wernicke bölgesi yaptığı mantık hesaplamalarını sol beyne gönderiyor. bilginin kaynağının ne olduğunu bilmeyen sol beyin bu bilgileri halüsinatif bölgesinde ve "ses dosyaları" halinde işliyor. böylece insan gaipten gelen ve kendisine emirler veren birtakım sesler duymuş oluyor.

    jaynes konuyu araştırması kapsamında antik dönem metinlerini inceliyor. homeros'tan, eski ahit'ten, ilyada'dan örnekler veriyor ve dönemin metinlerinde insanda öz bilinç, öz farkındalık, nedenlendirme, mantık yürütme gibi kavramların olmadığını söylüyor. örneğin ilyada'da kendi kendine düşünen, karara varan insanlar yok ve fakat kendilerine "tanrılar" tarafından emredileni yapan insanlar var.
    jaynes, beynin bu ikili sisteminin, metaforik dilin gelişimiyle beraber yıkıldığını öne sürüyor.

    tabi pek çok karşıt argümanın olduğu ve görünen o ki gerçekliği hakkında yeterli kanıtın bulunmasının pek mümkün olmadığı bir teori bu.


    kaynak:
    1) bicameralism
    2) bilincin kökeni
    3) julian jaynes ve tragedya
    4) julian jaynes

  • 29 mart 2009 yerel seçimleri

    akp'nin ilk defa oy kaybettiği seçim. ayrıca davos olayıyla "vatan kurtaran aslan" moduna giren akp için iyi bir uyarı olmuş, chp'lilerin "tamam bir sonraki genel seçimde iktidarız" demelerine vesile olmuştu. sonuçta uyarı yerine gitti mi bilmem, ama chp'nin bir dahaki sevinci için 10 sene beklemesi gerekecekti (2015 haziranındaki buruk sevinci saymaz isek).

    ysk kayıtlarına göre yüzde 38 oranında oyla seçimi birinci bitirmiş olan akp'nin bu rakamı, 1 buçuk yıldır kafalara vurup durdukları "yüzde 47"den 9 puan alttaydı. seçimin ikincisi olan deniz baykal'lı cumhuriyet halk partisi ise yüzde 23 ile bir buçuk yılda yaklaşık 2 puan yükselmişti. lider değiştirmemesine rağmen bir yükseliş trendine giren mhp ise yüzde 16 oy ile üçüncülük kürsüsüne çıkmıştı. diğer taraftan il bazında 81 ilin 45'inde akp bayrağı göndere çekilmişken, hepsi denize kıyısı olan 13 ilde (antalya, artvin, aydın, çanakkale, edirne, giresun, mersin, izmir, kırklareli, muğla, sinop, tekirdağ, zonguldak) chp (ki akdeniz hatay hariç tamamen kırmızıya ve mhp laciverdine boyanmıştı o günlerde), 10 ilde (adana, balıkesir, gümüşhane, ısparta, kastamonu, manisa, uşak, bartın, karabük, osmaniye) mhp, güneydoğudaki 8 ilde (diyarbakır, hakkari, siirt, tunceli, van, batman, şırnak, ığdır) dtp (hdp'nin o zamanki versiyonu), şanlıurfa'da saadet partisi'nden seçime giren ahmet eşref fakıbaba, sivas'ta bbp adayı doğan ürgüp (son anda muhsin yazıcıoğlu'nun ölmesiyle sürpriz bir zafer olmuştu), yalova'da o sırada dyp'den seçime giren yakup koçal, eskişehir ve ordu'daysa dsp adayları yılmaz büyükerşen ve seyit torun ipi göğüslemişlerdi. kazanan adaylardan urfa ve yalova adayları daha sonra genel başkanlarıyla beraber akp'ye, dsp'ninkilerse chp'ye katılacaktı. vikinin şu haritası sonuçları gösteriyor.

    chp bu seçimde özellikle istanbul ve ankara'da kemal kılıçdaroğlu'na güveniyordu. daha önce iki akp yöneticisi hakkındaki irtikap belgelerini yayınlayıp onların görevden alınmasını sağlayan; melih gökçek'i de epey sinirlendiren kılıçdaroğlu'ndan çok şey bekleniyor, istanbul adayı olarak kadir topbaş'ı geçebileceği, ankara'da yarattığı etkininse eski büyükşehir belediye başkanı (ve yıllar sonra chp'ce affedilmiş olan) murat karayalçın'a yarayacağı hesaplanıyordu. sonuçta iki ilde de chp kazanamadı. ankara'daysa sonraki seçimlerde sıkça dolanacak olan "hile" şayiası ilk defa ortaya çıktı . bunun dışında artık "kalesi" olarak anılan muğla, çanakkale, kırklareli ve izmir'i kolayca kazanan chp, büyük bir sürpriz olarak antalya'nın akp'li belediye başkanı menderes türel'i de devirmeyi başarmıştı. nitekim recep tayyip erdoğan da balkon konuşmasından evvel bu konuda "şaşkınlığını" belirtmişti. ayrıca aydın'da, 1977'den beri ilk defa bir chp'li başkan çıkmıştı: topuklu çizmeli efe özlem çerçioğlu...
    seçimden sonra akp bir ay içinde bir hükümet revizyonuyla yoluna devam ederken, chp moral depolamıştı. ertesi yıl baykal bir kasetle yerinden kalkmaya zorlanınca kemal kılıçdaroğlu'nun ilk akla gelmesi de bu dönemin bir yansıması olacaktı..

  • jilet yiyen kız

    attila ilhan'ın erotik şiiri

    o kızı nerede nasıl görsem
    aklımı başımdan alır ağzı
    saçları şıra köpüğü desem
    kaşları bıçak izi kırmızı

    yakut pulları mı? bu ne görkem
    kanlı gözbebeklerindeki yazı
    beni nasıl büyüledi bilmem
    kirpikleri örümcek kırmızı

    kızıl demirden bir ünlem
    salınması yangın yalazı
    korkmasam öpmeye eğilsem
    dişleri elektrik kırmızı

    çarpılmışım başım sersem
    sevdim jilet yiyen kızı
    göğsündeki kumrulara değsem
    gagaları zehirli kırmızı

    gece gündüz tek düşüncem
    kasıklarımdaki ince sızı
    artık kimseyle sevişemem
    anladım sevişmek kırmızı

    jilet yiyen kız merih'li gecem
    birlikte bulacağız belâmızı
    sonumuz kuşkusuz cehennem
    kırmızı kırmızı kırmızı

    (bkz: alın teri değil copy paste)

    ahmet kaya da bu şiiri pek bi güzel bestelemiştir.
    rocker olsa neler yapardı diye düşünmemek elde değil.
    insanda tanınan kızıl saçlı tüm kız arkadaşlara bu şarkıyı link olarak atma ve ilk fırsatta birlikte dinleme isteği uyandırıyor. hoş, kızıl saçlı kız arkadaşım yok.
    ayrıca bende sırf bu müziği kullanmka için film çekme isteği de uyandırıyor.
    ''serseri oğlan rock bara girer, onu görür; kızıl saçlı kız. gördüğü anda da jilet yiyen kız arka fonda ,aklında, çalmaya başlar. ''o kızı nerede nasıl görsem...'' kızla bakışırlar...''
    nasıl oldu di mi?
    oğlan bence nejat işler olmalı kız da aylin aslım.
    ileride yapılacaklar listesine eklendi.

    edit:
    3. kıta 2.mısrada ''yangın yalnızı'' yerine ''yangın yalazı'' olacak, kopyaladığım yeri okumadan seçtiğim için böyle oldu.
    ayrıca internette çoğu yerde şu dizelerin olmadığını da unutmuşum:

    "içerse kezzap içer hem
    sarhoş da olmaz azıp bazı
    yasak bölgelerine insem
    tüyleri ısırgan kırmızı"

    şarkıda ve şiirin bulunduğu kitapta (bkz: böyle bir sevmek) bu dize bulunuyor.

  • 19232023

    bugün cumhuriyetimizin 100. yıl dönümü. nice 100 yıllara erişmek dileğiyle ...

  • 24 ekim 2023 galatasaray b. münih maçı

    galatasaray'ın oynadığı futbol ile şikeci kulüplerin taraftarlarını 2000'den sonra yine kendine hayran bıraktığı maçtır. ilk yarısı 1-1 bitmiştir. maç 1-100 olsa canı sağolsundur.

    (bkz: galatasaray)

  • ratebeer

    biraları puanlayabileceğiniz mükemmel bir site

  • vincent doit mourir

    "vincent must die" aradığım fransız garipliğini bulduğum bir film. stephan castaing'in yönettiği 2023 yapımı fransız kara komedisi, satirical thrillerı ya da zombi hikayesi.

    odağına tek bir karakteri aldığı için -filmin isminde olduğu gibi- bireysel bir absürditenin söz konusu olduğunu düşünmüştüm en başta ama filmde tıpkı saramago'nun körlük'ü gibi, afşin kum'un sıcak kafa'sı gibi kaynağı belirsiz bir salgın söz konusu. olay thrilling etkisini kendiliğinden yaratan bir niteliğe sahip ve süreğen olarak merak unsuru oluşturmaya müsait. böylesine bir karanlığın içine mizah da katıldığı zaman seyretmeye bayılıyorum.

    klişe olabilecek bir fikir, artık klasik olan tarzda bir zombi öyküsü güzel işlenmiş, araya aşk aksı da eklenmiş. social satire olarak okuyabileceğimiz film, seyirciye üzerine düşünecek konular da veriyor. seviyorum fransız sineması.

  • !hizmet sektörüyle selamlaşma kodlamaları

  • atilla yayla, kemalizm, türkiye ve liberalizm

    sabah kahvesiyle, soluksuz okuduğum bir yazı olmuş.
    bu yazıyı yazan ellerine, üzerine düşünmüş kafana sağlık sevgili kardeşim.

  • terdit

    anlatımı beklenenden farklı bir sonuca bağlayarak yapılan söz sanatı. beklenmezlik kullanılarak okur şaşırtılır.

    ziya osman saba'dan:
    en güzel, en bahtiyar, en aydınlık, en temiz
    ümitler içindeyim, çok şükür öleceğiz…

    sümbülzade vehbi'nin meşhur şiiri de buna güzel bir örnek, tabii ki bir iki beyitten sonra örüntü anlaşıldığı için şaşırtma unsuru kayboluyor. bu şiirde terdit rücu sanatı ile yakalanmış.

    azm-u hamam edelim, sürtüştürem ben sana,
    kese ile sabunu, rahat etsin cism-u can.

    lal-u şarap içirem ve ıslatıp geçirem,
    parmağina yüzüğü, hatem-i zer drahşan.

    eğil eğil sokayım, iki tutam az mıdır,
    lale ile sümbülü kakülüne nevcivan.

    diz çökerek önüne ılık ılık akıtam,
    bir gümüş ibrik ile destine ab-ı revan.

    salınarak giderken arkandan ben sokayım,
    ard etegin beline, olmasın çamur aman.

    kulaklarından tutam, dibine kadar sokam,
    sahtiyenden çizmeyi, olasın yola revan.

    öyle bir sokayım ki, kalmasın dışarda hiç,
    düşmanın bağrına, hançerimi nagehan.

    eğer arzu edersen, ben ağzına vereyim,
    yeter ki sen kulundan lokum iste her zaman.

    herkese vermektesin, bir de bana versene,
    avuç avuç altını, olsun kulun saduman.

    sen her zaman gelesin, ben vehbiye veresin,
    esselamun aleyküm ve aleykümesselam.

/ 6 »