"platon'a göre, toplumsal ve siyasal sorunların çözülmesi, felsefe yoluyla mümkün olabilir. yani pratiklerin, olguların, nesnelerin dünyasından kurtulmuş, akılla elde edilen salt teorik bilimin egemenliğiyle. yapılacak iş, akıl yoluyla varlık'ı yani tümel olanı, iyiyi, doğruyu kavramak ve yaşamı buna göre düzenlemekten başka bir şey değildir. bu yolla siyaset ampirik olguların tikelliğinden kurtulup değişimden etkilenmeyecek evrensel değerlere ya da idealara bağlanacaktır.
platon, sokrates gibi, duyularla algılanan nesnelerin değil, ancak tümel kavramlar ya da evrensellerin bilimin konusu olabileceğini kabul eder ama ondan farklı olarak tümel kavramlara gerçeklik atfeder. buna göre, idealar insan zihninin dışında, duyusal nesnelerden ya da tikellerden ayn, evrensel bir gerçekliğe sahiptir ve gerçeklikleri başka nesnelerle olan ilişkilerinden değil, kendi öz yapılarından kaynaklanır. yani, hiçbir nesne aslında "gerçek" değildir; önünde sonunda maddi bir yapısı vardır; değişir, bozulur vs. oysa, nesneye özünü veren, nesnenin o şekilde olmasını sağlayan idea sonsuz ve değişmezdir. bir anlamda nesneler ideaların birer kopyalarıdır. platon'un burada sözünü etmeye çalıştığı şey, nesnelerin cins adlarının ideayı karşıladığıdır. aynı adı taşıyan bütün cinsleri bağrında taşıyan bir idea vardır. örneğin at ideası bütün at cinsini kapsar. oysa nesneler dünyasında at denildiğinde doru, demir kın vb. gibi birçok alt grup anlaşılır ve hepsinin özellikleri birbirinden farklıdır. bu farklılıklarına karşın hepsine at adının verilmesini mümkün kılan şey at ideasının gerçekliğidir.
idealara gerçeklik atfedildiği andan itibaren, ister istemez iki ayrı evren de kabul edilmiş olacaktır. duyularla algılanan nesneler evreni ve akılla kavranan idealar evreni. idealar evreni maddi, nesneye ilişkin anlamında, "nesnel" bir yapıya sahip olamayacağından -çünkü öyle olsaydı o da değişme ve bozulmadan etkilenecekti- ancak akılla kavranabilen aşkın bir evren olarak düşünülmelidir.
ya da daha doğru bir ifadeyle, aslında idealar evreni denilen şey ideanın ta kendisinden başka bir şey olmayacaktır. insanlar, nesneler evrenindeki kopyalara bakarak ideaları anımsarlar. yani herkes doru bir at da görse, demir kırı bir at da, her ikisinin de at olduğunu kendiliğinden bilir. bu da insan ruhunun at ideasına önceden vakıf olduğunu ve nesneler evreninde, kopyayla karşılaştığında bunu anımsadığını göstermektedir.
bu noktadan itibaren platon, bu iki ayrı evren kabulüne uygun olarak iki ayrı "bilgi" alanını işaret edecektir. gerçekte iki ayrı bilgi alam yoktur. çünkü bilgi (episteme) duyusal tikel nesnelerce koşullanmadığına göre, ancak idea üzerine kurulu olabilir. bu durumda tikel nesnelerden duyular yoluyla elde edilen bilgiler gerçek bilgi değil, sanıdan (doksa) ibarettir. böylece idealar-nesneler evreni ayrımına karşılık doksa-episteme ayrımı inşa edilmektedir. bununla birlikte platon doksa ya da sanıyı hiçbir işe yaramaz , geçersiz bir şey olarak ilan etmez. aksine sanılar da kendi içlerinde pekala doğru ve yanlış olarak ayrıştırılabilir. ama bir sanının doğru olması yani tikeller dünyasındaki nesneleri anlamak bakımından işlevsel olması, yine de onun nesnelere bağlı olduğu ve değişken niteliği olduğu gerçeğini, yani sanı oluşunu elbette ortadan kaldırmayacaktır. bu bağlamda platon yanlış sanıdan epistemeye kadar uzanan bir bilgi hiyerarşisi kurar ve bunu da ünlü mağara alegorisiyle açıklar. (bkz: mağara alegorisi nedir?)
fakat burada bir problem vardır: insan nesneler dünyasında duyuları yoluyla nesnelerin "bilgisini" edinebilmektedir ama ideanın bilgisini nasıl edinecekir? yani idea ile insanın ilişkisi nasıl kurulacaktır? platon bu problemi aşmak için pythagorasçı etkiler taşıdığı düşünülen bir tür ruh göçü anlayışından hareket eder: idealar ile insan arasındaki ilişkiyi insan ruhu sağlamaktadır. platon bunu da kanatlı araba mitosu aracılığıyla açıklamaya çalışır. (bkz: kanatlı araba mitosu)
ideaları şöyle ya da böyle gören insan ruhu, doğumla birlikte bu "görüşünü" de unutmaktadır. doğum hem unutuşun, hem de yeniden anımsayışın başlangıç anıdır. ruh, dünyadaki kopyalan gördükçe anımsamaya başlar. bu durumda öğrenme denilen şey bir anımsama sürecinden başka bir şey olmayacaktır. ancak anımsama süreci önünde sonunda belli belirsiz sallantılı tasarımlardan ibaret kalabilir. o halde bilim ya da felsefe bunun üzerine kurulamayacak demektir. ayrıca her insanın bir ruh taşıyor olması, her insanın öğrenme ve anımsama bakımından aynı yetkinlikte olduğu anlamına da gelmemektedir. çünkü insan ruhu katışıksız ve bileşimsiz olarak tasarlansa da ruh üç ana bölümden oluşmaktadır: maddi isteklerin hakim olduğu iştahsal bölüm, soylu isteklerin hakim olduğu yürekli bölüm ve nihayet insanın tanrısal yönünü oluşturan ussal bölüm. kanatlı araba mitosu da bu bölümlemeye işaret etmektedir. arabacı ruhun akılsal kısmını, yağız ve kötü at maddi istekler kısmını, beyaz at ruhun yürekli bölümünü temsil etmektedir. insan ruhunun üç ayrı bölümden oluşturulmasıyla, aynı anda her insanda şu ya da bu kısmın hakim ya da baskın olduğu da söylenir. böylece insanlar arasındaki eşitsizlik insan ruhuna bağlanmış, yani eşitsizlik kalıtımsallaştırılarak doğallaştırılmış olur. ideanın bilgisine, ancak kendisinde ussal kısım baskın olanlar erişebilecektir. ancak bir insanda ussal kısım baskın olsa bile, bu onun kendiliğinden ideanın bilgisine erişebileceği anlamına gelmemektedir. us, ruhun diğer bölümlerini denetimi altına almalı, yani tikeller, nesneler dünyasının baştan çıkarıcılığından, aldatıcılığından insan ruhu kurtarılmış olmalıdır. "düşüncenin gözü ne zaman görmeye başlar?" diye sorar platon ve yanıtlar: "gözlerimiz keskinliğini yitirince.".
kaynak
ağaoğulları, m. a., türk, d., yalçınkaya, a., yılmaz, z., & zabcı, f. (2012). sokrates'ten jakobenlere: batı'da siyasal düşünceler (3. bs). iletişim yayınları.sf.93-96
hoş: tümü
|
bugün
başlıkta ara