favorileri (12)

başlık listesine taşı
  • hainamoration

    fransız psikanalist jacques lacan tarafından türetilen bir terimdir ve bir kişi veya varlığa karşı hissedilen sevgi ve nefret duygularının geçişini ve bir arada var olmasını temsil eder. bu "nefretsevgi" durumu, sevdiğimiz kişiler aynı zamanda bazen nefret ettiğimiz, ve aynı şekilde, bizi sevenlerin de bize zaman zaman nefret ettikleri bir durum olduğu için yaygın ve evrenseldir. bu durum evliliklerde, ebeveynlikte, arkadaşlık ve kardeşlik ilişkilerinde görülebilir

    ayrıca, bu terim, derinden bağlantılı olduğu ancak bir takım şikayetlere sahip olduğu kurumlar hakkında birçok kişinin hissettiklerini de tanımlar. örneğin, bazı müslümanlar, özellikle belirli tartışmaların ardından, islam hakkındaki hislerini hainamoration olarak tanımlanabilir. islamı, temsil ettiği inançları nedeniyle severler, ancak kurumun belirli eylem veya davranışları nedeniyle ona karşı nefret hisleri de taşırlar

    hainamoration kavramı, nefretin duygusal yaşamlarımızdaki rolü ve işlevi hakkındaki daha geniş tartışmalara da bağlantılıdır. nefret hissetme yeteneğinin kişisel gelişimde olumlu bir rol oynayabileceği, travmaya karşı koruyucu bir yanıt olarak işlev gördüğü kabul edilir. nefret, öfke ile birlikte, bir kendini koruma mekanizması işlevi görebilir. ancak, bu duyguların özgürlüğümüzü, evrimleşen durumlara yanıt verme yeteneğimizi engellediği zamanlar, bunların zarar verici hale geldiğini fark etmek önemlidir. böyle bir durumda, bunların ötesine geçmenin bir yolunu bulmak gereklidir.

    nefret ve çelişkili duygularınızı ifşa etmek—onları bir terapist, manevi yönetmen veya arkadaşla paylaşmak—bu duygunun kalıcı ve patolojik bir duruma dönüşmesini önleyebilir. bu paylaşma veya ifşa, hainamoration için bir "tedavi" olmaktan ziyade, daha tatmin edici bir çözüm bulunana kadar onunla başa çıkmanın bir yoludur. nefretin bastırılmasını önler ve karmaşık duyguların daha sağlıklı bir ifadesine izin verir.

  • cinas

    gamzedeyim.......-->gamzeli birine aşığım, gamzesinde kaybolmuş durumdayım.
    gam zedeyim.......-->gam; yani acı, üzüntü, sıkıntı içindeyim. (buradaki 'zede' farsça, tıpkı 'depremzede'deki gibi sonuna eklendiği sözcüğü kişileştiriyor, o kişi yapıyor.)
    (ayrıca; zede sözcüğü önündeki sözcüğe bitişik yazılır fakat ben burada ikisinin arasındaki ayrımı daha gözle görünür kılmak istedim.)

    edebiyatta bu sanata, cinas denir, edebi sanatların içinde, sözle ilgili sanatlardan biri olarak geçer. (anlamları farklı iki kelimenin yazılışları ve söylenişleri aynıysa ve bunlar bir uyum içinde bir arada kullanılıyorsa orada cinas var demektir.)

    özellikle 'mani' dediğimiz halk edebiyatı türünde çok sık kullanılır.

    bir örnek daha verelim ve konu daha iyi anlaşılsın:
    "bülbül eder güle naz
    ağlayan çok gülen az"

    şimdi @tevfik lukret hocamla da yazıştığımız bir dizeyi paylaşmak istiyorum sizinle.

    belki üstümüzden bir kuş geçer
    kanadından bir tüy düşer
    iner döne döne gökyüzünden
    hiç bir yüz güzel değil senin yüzünden

    (şarkının linkini de koyayım şuraya, belki okurken dinlemek isteyen olabilir.)

    son dizede belirginleştirdiğim 'yüzünden' sözcüğüne bakınız. önce tevriyede anlaştıysak da sonra ben karar değiştirdim. çünkü tekrarlanmıyor bile olsa şair, burada, iki anlamı birden kastetmiş -bence-.
    hatta daha ileri gidip acaba kinaye olabilir mi diye düşünmedim de değil.

    neyse işte. sizler bilimsel kaynaklı felsefi metinler paylaşırken bizler de bunlarla uğraşıyoruz işte. işin güzelliği de burada. herkes bildiğini/ilgilendiğini yazıyor. burada yazmamın temel nedenlerinden biri de bu. her yazıyı okuyorum, bazen yeni yeni şeyler öğreniyorum ve bu beni gerçekten mutlu ediyor. zaten amacımız da bir nebze mutluluk ve huzur değil mi bu hayatta?
    yazdıklarım sizi zerre kadar ilgilendirmese bile vakit geçirmek için okurken bir şeyler düşündürebilmek de önemli. *

  • açık istiare

    benzetmenin iki ana unsurundan benzeyenin olmadığı ama kendisine benzetilen olduğu için benzeyenin ne ya da kim olduğunu çıkarımlayabildiğimiz benzetme türüdür.

    attila ilhan'ın jilet yiyen kız şiirinden bir bölüm üzerinde örnekleyelim:

    "..........................................
    çarpılmışım başım sersem
    sevdim jilet yiyen kızı
    göğsündeki kumrulara değsem
    gagaları zehirli kırmızı
    ............................................."
    yukarıda kumrular, kendisine benzetilen ögedir, benzeyen söylenmemiştir ama biz kumrularla kastedilenin ne olduğunu anlarız. benzeyen, kızın memeleridir ve burada açık istiare vardır. devamında gaga olarak nitelendirilen de meme uçlarıdır, aynı şekilde gaga kendisine benzetilendir, meme uçları yani benzeyen söylenmemiştir, burada da açık istiare vardır.

    okuduğum bir ölüm ilanı şöyle başlıyordu:
    "canımın babası, arslanlarımın dedesi........."
    yukarıdaki can kendisine benzetilendir, adamın karısı kastedilmektedir. arslanlar da kendisine benzetilendir ve adamın erkek çocukları kastedilmektedir.

    görüldüğü gibi, açık istiareyi bulmak zor değildir ve dinlediğimiz her şarkıda, okuduğumuz her yazıda -eğer varsa- kolayca görebiliriz.

    ek: istiarenin türkçesi benim bir türlü ısınamadığım eğretileme. adı kendinden menkul*, çok eğreti duruyor.

  • unutulmuş türkçe kelimeler

    sözlükler, memleketin farklı coğrafyalarından insanların toplandığı yerler. yöresel olarak günümüzde de kullanılan pek çok sözcüğü bugün kullanılan yörenin dışında pek bilen olmuyor. türkçenin hem tarama hem derleme sözlüğü var. meslek gerektirmesinin dışında bunlara bakıldığını sanmıyorum.
    böyle bir başlıkla belki, eskiden kullanılan ama günümüzde unutulmuş sözcükleri bu sözlük çatısı altında biriktirebiliriz diye düşündüm. herkes kendi duyduklarını yazsa, dünyanın sözcüğü olur. böylece hem sözlüğe hem kültüre katkımız olur. ben başlıyorum:

    beket-(mek): kapatmak. (örn: kapıyı beketsene.)

    nanna (anneanemin annesi) yörük kızıydı, yaşlılar hep çok üşüdüğü için sık kullanırdı bu sözü, ondan aklımda kalmış. araştırmadan, etmeden şu anda da futbol terimi olarak kullanılan "bek" sözcüğünün ve yine yaşayan türkçe içinde kullanılan bek-çi sözcüğünün bu "bek"le aynı kökten türediğini düşünmüştüm. çünkü bence 'cuk' oturuyordu. öyle değil elbette, alakası yok. biri has be has türkçeden, öteki ingilizceden. bunu fark ettiğimde epey hayal kırıklığı yaşamıştım. bekçi 'bek'ten geliyor, tamam, ama futbol terimi olarak kullanılan 'bek'in benim yazdığım kapatmak anlamına gelen 'bek' sözcüğüyle anlam ilişkisi olsa da etimolojik açıdan herhangi bir bağı, bağlantısı yok.

    fark et-(mek)-->arapça+türkçe : ayırdına var-(mak)--> türkçe

    apar-(mak): alıp götürmek--> 'geçme namert köprüsünden, ko aparsın su seni.' (evliya çelebi)

    yu-(mak): yıka-(mak)--> nanna bu sözcüğü de çok kullanırdı, eş anlamlı bir ikileme içinde--> yunmuş yıkanmış (çamaşır)

    kaltak: üzeri meşin, halı vb. şeylerle kaplanmamış olan eyerin tahta bölümü (tdk)

    örnek:
    şalvarı şaltak osmanlı
    eyeri kaltak osmanlı
    ekende yok biçende yok
    yiyende ortak osmanlı

    (not: yukarıda verilen örnek dörtlükten de anlaşılacağı üzere, zaman içinde dilde oluşan değişimler nedeniyle 'kaltak' kelimesi (üzerine oturulan 'şey' anlamındayken) anlam değişikliğine uğramış, günümüzde hepimizin malumu olan anlamını almıştır.)

  • daha güzel yaşamak parayla mı?

    sabah omlet yaparken aklıma gelen soru.

    peşinen evetleyecek arkadaşlar için önceden bir bilgilendirme yapmak istiyorum. bu soruya olumlu veya olumsuz bir cevap vermek yerine gerçekten cevabını sizlerle birlikte aramak için bu başlığı oluşturdum.

    önce size arkadaşım ismail'i tanıtayım. ismail, bir yılı aşkın süre beraber yaşadığım ve ekonomik durumu ülke ortalamasında olan "yürekli anadolu çocuğu" diye tanımlanabilecek, müthiş bir hafızaya sahip, zeki ve ahlaklı, benim için çok değerli bir arkadaşım.

    klasik türk ailesi içinde büyümüş üç kardeşin en büyüğü. memur. arabalar, kurtlar vadisi dizisi dizisi ve futbol sayabildiğim ilgi alanları.

    ismail'in evlenmeden önceki diyetinde yumurtanın yerini de anlatmalıyım: kendisinin de yumurtaya dizdiği övgüleri hesaba katarsak yumurta, mutfağın yıldızı, besinlerin en yararlısıdır. yumurtasız, ismail'in hayatı eksiktir. yumurta iyidir.

    gelgelelim ismail, hemen hemen her gün tükettiği yumurtayı pişirirken macera aramaz. üniversite yılları boyunca geliştirdiği reçetelere sadık kalır. bazen salça, bazen kaşar ekler yumurtaya. baharatların oranları da değişebilir. en sevdiği baharatlardan olan kimyon, karabiber ve pul biber değişik oranlarda yumurtayla birleşirler.

    bu bahiste en çok dikkatimi çeken nokta şu: ismail, yumurta pişirirken lezzeti iyileştirmek istese de, bunu yapmanın yolunu sadece kendi deneysel çabalarında aramaktadır. mutfağına rutin olarak giren malzemelerle yaptığı seyrek deneyler, reçetelerin derinleşmiş temellerini sarsmamakta veya yeni reçeteler oluşturmaya ve onları arada bir uygulamasına yol açmamaktadır.

    ismail, yumurta pişirmeyi mükemmelleştirdiğini iddia eden uluslararası saygınlığa sahip şeflerin nasıl yumurta pişirdiklerini araştırmamıştır. sadece ecnebilerin değil, ülkemiz insanlarının da heterodoks yumurta pişirme yöntemlerini (çılbır gibi) denememektedir.

    bu yüzden ismail krishnamurti'nin hapishane metaforundaki gibi, yalnızca bulunduğu alanda değişiklikler isteyerek ve bunları gerçekleştirmek için mücadele ederek içerideki koşullarını iyileştirmektedir.

    ancak bu gastronomik tecritten kurtulmak, neredeyse her gün yaptığı bir şeyi iyileştirmek demekse; ismail'in hayat kalitesini kayda değer biçimde arttıracaktır. bu artışın ismail'in kesesine olumsuz etkisi de öyle aman aman meblağlarda değil, bir memurun ihmal edilebileceği eser miktarlarda olacaktır.

    şimdi sorumuza geri dönelim. "daha güzel yaşamak"tan benim anladığım şey: alternatifinden daha fazla keyif verecek anları yaşamak. böylece ismail ve yumurta meselesi doğru bir yol gösterici.

    10 yıl boyunca hemen her gün yumurta pişirmiş bir insan iki yumurtadan yaklaşık 7000 yumurta pişirmiş demektir. bu pişirmeler esnasında henüz akılda kalan bir yumurta yeme deneyimi yaşanmamasını şuna bağlıyorum: doğru motivasyonun eksikliği.

    ölümlülük gerçeğinin farkında olan bizler, biricik yaşamımıza verdiğimiz değer nispetinde deneyimlerimizi iyileştirme motivasyonuna ve amacına sahip olmalıyız. hepimiz, ismailce rölantide yaşadığımız anlarda biraz farkındalıkla hayatımızı güzelleştirmeye çalışabiliriz.

    bunu yapmamak yaşamak değil geri gelmeyen vakti harcamak olur. (bkz: memento mori)

    kaynak:
    1- girdiyi oluştururken ismail'le yaptığım telefon görüşmesi

  • insan özünde iyi midir?

    kısaca, iyi değildir. aksi durumda, semavi dinler dahil dünyanın dört bir köşesinden binlerce yıldır fışkıran binlerce dinin hem inanç hem de uygulamaları bakımlarından kaynağı olduğundan şüphe duyulmayan mısır inanç sistemlerinin en çarpıcı unsuru olan ölüler kitabının bir babında geçen ruhun tartılma sahnesinde muhatabın, dört beş bin yıl önceden beri tüm dinlerde benzer itirafların, beyanların öyle ya da böyle devam ettiğini unutmadan, korkudan titreyerek iyi biri olduğunu kanıtlama çabasına neden gerek duyulurdu ki?

    thot, osiris, anubis ve diğerleri ve kırk iki günahı temsilen kırk iki adalet tanrısının huzurunda, ölen kişi cennet sazlık ve çayırlarına kavuşmak için;
    "insanlara karşı günah işlemediğini,
    tanrıların hoşuna gitmeyecek hiç bir şey yapmadığını,
    hiyerarşiye saygılı olduğunu,
    ne öldürdüğünü, ne de öldürmek için emir verdiğini,
    kimsenin ıstırabına sebep olmadığını,
    mabetlere bırakılması gereken yiyecek ve tütsüleri gizliden ölçerek hırsızlık yapmadığını,
    ölülerin yiyecek ve içeceğinden çalmadığını,
    kutsal yerlerde cinsi fiilde bulunmadığını,
    komşusunun toprağını çalmak için yanlış ölçü kullanmadığını,
    uzunluk ölçülerini yanlış tutmayıp terazide hileli ağırlık kullanmadığını,
    tanrıların kuşlarını veya kutsal göllerin balıklarını çalmadığını,
    teb amon'unun sürülerine zarar vermediğini,
    mabetlerin hâzinesine bırakılması gereken gümüş külçelerini yanlış saymadığını,
    hayatını iyilik etmek için kullandığını,
    en iyiler arasında en iyi olduğunu,
    zayıf olanları beslediğini,
    susuz olana gün ortasında su verdiğini,
    hiç bir şeyi olmayana balık kayığını ödünç verdiğini,
    hellopolis'e yemin ederek, hiç günah işlemediğini,
    kher - aoua'nın alev taşıyıcısına yemin ederek, hiç çalmadığını,
    hermopolis'in burnuna yemin ederek, hiç aldatmadığını,
    gölge yiyicisine yemin ederek, insan öldürmediğini,
    göğün çift aslanına yemin ederek, zahire çalmadığını,
    herakleopolis'in kemik kırıcısına yemin ederek, mabedin servetini yağmalamadığını,
    akrabalarını gömdüğünü,
    hizmetkârlarından hiç birinin kızını esir etmediğini,
    kutsal hayvanlardan olan gökyüzünün akbabalarını beslediğini,
    doğduğundan beri bir defa bile, hâkim önünde dayak yemediğini,
    bir ölünün ruhunu ürkütecek hiç bir işaret çizmediğini,
    temiz olmayan şeyleri davet edebilecek bir şekil de çizmediğini,"
    günümüz tabiriyle beyan ve taahhüt eder.

    bunca şeyi günümüzde de iyi insanların yapmaktan kaçındıkları şeyler olduğunu vurgulamak için yazdım.

    eğer insan iyi ise din sistematiğinde neden bu kadar çabalar?

    tırnak içi için kaynak:
    champdor, albert, (1984), mısır ölüler kitabı, s. 46.

  • özgür irade var mıdır?

    "insan özgür olmaya mahkûmdur" der jean-paul sartre ve ekler: "insan mahkûmdur: çünkü, kendisini yaratan o değildir; ama öte yandan özgürdür: çünkü, bir kez kendisini dünyada bulduktan sonra da tüm yaptıklarından sorumludur."

    sartre 'özgürlüğe mahkum' olduğumuzu söyler.

    çünkü bu dünyaya fırlatıldıktan sonra yaptığımız her şeyden bizim sorumlu olduğumuzu dile getirir ve de ekler, anlam yaratmak (yalnızca) bizim elimizdedir. sartre bu bağlamda içine doğduğumuz koşulları belirleme fırsatımız olmasa dahi bu koşulların üstüne kendimizi kurduğumuz halimizin tüm sorumluluğunu bizim sırtımıza yıkar, iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış her hamlemizin sorumluluğu tepemizdedir onun felsefesine göre. hatta bundan da ötesine gider, yalnızca kendimizin değil tüm insanlığın geleceğinin sorumluluğudur bizim olan. ve de yine bu felsefeye göre bir insan olarak insanlığın insan onuruna yakışır bir varoluşta sürdürülebilmesinin yolu yine bir insan olarak bu sorumluluğu kabullenmemizden başka bir yoldan geçmemektedir elbette.

    insanlığın belki de en karanlık anı olarak zihinlere kazınmış olan ikinci dünya savaşı'nı takip eden senelerde, o dönemin tüm karanlığını ve karamsarlığını içine yedirmiş bir eserdir sartre ve düşünce yoldaşlarının ortaya koyduğu felsefe. aslında 1946'da ortaya çıkan ancak savaş sonrası kıta felsefesinin toparlanışı esnasında belki de etkileri daha geç kendini gösteren bir düşünceler yığınıdır buradakiler. kısmi olarak varoluşçu felsefenin içerisinde kümelenmiş olmalarına karşın özünde ne camus'nün kederliliğine ne de heidegger'in mistik kaçamakçılığına fazla kaptırılmamışlardır.

    indirgemeci bir yaklaşımla bu felsefeye yaklaşacak, tüm edebiyat ve puslu bakışların arkasını eşeleyecek olursak elimizde kalanın aslında büyük bir akıl ve emek ürünü ciddi bir metodolojik yaklaşım olması hiç de şaşırtıcı değildir. burada bizim yapacağımız ise önce bu metodolojik yaklaşımın analiz zeminimizi kurmamıza yarayacak olan ögelerini belirlemek ve bunların yardımını kullanarak esas meselenin temellerini atmak olacaktır.
    varoluşçu 'hümanizm' nedir, ne değildir, neden değildir…

    sartre varoluşçuluğun bir hümanizm akımı olduğunu savunurken çizdiği sınır aslında hümanizmi tüm tarihselliği ile değil yalnızca dar bir çerçevede aldığını gösterir. örneğin çok etkileyici, kolektif çaba ve emeğin ürünü olan bir mimari yapıdan insan olarak gurur duymak sartre'ın tanımladığı haliyle hümanizm sınırlarının dışında, 'kötü' bir yerde yer alır. insan kendi katkısı olmayan bir 'başarı'nın sorumluluğunu üstlenebilecek bir varlık değildir. insanlığa karşı olan sorumluluğumuz (tüm artıları ve eksileri ile) yalnızca geleceğe dönük çalışır. oysa sartre insanların değer yaratma konusundaki yetkinliğini tam olarak da varoluşçuluğun bir hümanizm olmasında gizli olduğunu belirtir.

    varoluşçuluğun (fransız kolunun) temel gayesi, nietzsche'yi takiben kalıplaşan etik okulunun bir (nihilizme giden) kolunun insanlık yararına tekrardan düzenlenmesi olarak görülebilir. öncül ve kurulu değerler bütünü fikri ısrarla ve ciddiyetle reddedilir, hatta camus ile özdeşleşmiş olan 'absurd' konsepti tam olarak da insanın bu 'an' ile karşılaşmasını anlatır. aslında hiçbir değerin kendinden menkul var olmadığının anlaşıldığı ve bunun yarattığı boşluk ve 'absürd'lük durumu. ancak bu felsefeciler bu absürdlükte aslında bir çıkış yolu, daha iyi bir dünyanın olanaklılığını görürler. eğer şimdiye kadar verili olan her şeyin sorumlusu insanlar ise, neden insanlar bu sorumluluğu kabullenip daha iyi bir dünya için çabalamasınlar ki derler. ve kendilerine edindikleri amaçlardan birisi olarak insanlara bu sorumluluklarını kabul ettirmeye çalışırlar.

    elbette ki avrupa'nın dünyası 40 senede iki kere başına yıkılmışken (ve beraberinde dünyayı da sarsmışken) ortaya çıkacak herhangi bir felsefenin ikili yapısı kaçınılmazdır. aynı anda hem eldeki durumu açıklama zorunluluğuna, hem de bu durumdan olası bir çıkış yolu sunma yükümlülüğüne sahip olacaktır. işte bu ikili yapı, her ne kadar edebiyatın katlayıcı etkisi altında varoluşçuluğu bir 'eldeki durum' analizi olarak yüceltmiş olsa dahi aslında olay yalnızca kapının şekli şemali değil nasıl açılacağıdır da. burada gelen cevap ise bize meseleye dair ciddi bir içgörü sağlar.

    hümanizmi bir kolektif başarı ve kıvanç kaynağı olarak görmek hala daha yaygın bir davranış biçimidir. bilimde büyük bir gelişme sağlandığında veya gerçekten kalpleri ısıtan bir insanlık hikayesi ile karşılaşıldığında insanlar insan olmaktan ötürü gurur duyarlar. bunun eldeki yaklaşımda bir hümanizm olarak dışlanmasının sebebi ise oldukça açıktır, ikinci dünya savaşı ve öncesinin dünyası. bir kolektif başarı ve kıvanç kaynağı olarak hümanizm aslında genelleştirilmiş bir yaklaşımdır. bir kolektif başarı ve kıvanç kaynağı olarak 'türk'lük veya 'alman'lık ile 'insan'lık arasında empirik düzlemde tek fark kapsadıkları kümenin genişliğidir.

    fransız devrimi ve napolyon politikaları ile yükselen ve bir nevi 'onun-bunun bilinci' olarak adlandırılabilecek akımlar modern dünyanın kurucu ideolojileridir. gerek sınıf bilinci olsun gerekse de ulus bilinci, özellikle felsefi olarak beslendikleri hegelci tarihsel erek düşüncesinin (tarihin 'bir yere doğru' ilerlediği) emarelerini ciddi anlamda içlerinde barındırırlar. fizik yasalarının determinizmi çoktan aştığı yıllarda dahi 'tarihsel determinizm' fikrini temellerinde taşıyan bu 'bilinç'ler aslında günümüzde karşılaşılandan yaşanış olarak farklı olsa dahi düzlemsel olarak benzer bir fıtratçılığı içlerinde barındırırlar. insanları 'tarihsel sorumluluk' gibi kavramlar ile kendi bilinçlerine kanalize eder ve 'zaten gidilmesi gereken yoldan' beraberlerinde sürüklemeye çalışırlar. kolektif bir 'yanlış inanç' olarak adlandırılabilecek bu akımların en üst hali ise yukarıda değinilen hümanizmden başkası değildir.

    insanın iradesi, insanlık iradesi

    burada bazı şeyleri tekrarlamanın faydası olacaktır. aynı anda hem tarihsel koşulların belirleyiciliğine karşı çıkıp, hem insanlığın kolektif iradesinin başarılarını reddedip hem de nasıl marksizm ve hümanizm gibi ekoller bir arada savunulabilir diye sormak elbette ki mümkündür(sartre koyu bir marksisttir). cevap yine metodolojinin içinde gizlidir. sartre ve çağdaşlarının ortaya koyduğu yaklaşım insanın iradesinin elinden alındığı iddia edilen akımlara bir karşı duruştur. insan içerisine fırlatıldığı tüm tarihsel koşullar ve gerçeklere karşın insandır ve iradesi ondan başka bir şeye, ne bir ulusa ne de 'insanlık'a ait değildir, her daim kendisinindir. nasıl ki insan hayatta olduğu sürece nefes alıp vermeye mahkumdur, işte özgür olmaya da aynı şekilde mahkumdur. tüm hamlelerinin sorumluluğu ona aittir ve her hamlesinde yalnızca kendisine karşı değil kalan her şeye karşı da sorumludur.

    yani basit bir indirgeme ile eldeki iddia insanın bireysel iradesini daha 'üst' bir iradenin parçası olmak için terk ettiği iddiasına bir karşı çıkıştır. insan bir vatandaş, bir aile üyesi, bir mümin, bir asker veya 'insanlığın bir ferdi' olsa dahi iradesi (ve hamlelerinin sorumluluğu) kendisine ait olduğudur. sartre elbette ki insanların içine fırlatıldığı koşulların rezaleti içerisinde, ne kendileri ne de çevreleri için insanlık onuru kavramına yaklaşamayacak yaşamlar yaratabileceklerini reddetmez. bunun her zaman bilinçli veya kötü niyetli bir biçimde yapıldığı fikrine de katılmaz, ancak hala daha insanın burada kendisinin sorumlu olduğunu vurgular. bu vurgu yalnızca "her insan yaptığı her şeyden sorumludur" demez ancak daha önemli bir biçimde "her insan içinde olduğu koşulları aşma iradesine sahiptir, hatta buna mahkumdur" diye de ileriye atılacak iyi ilk adımın motivasyonunu verir.

    sonuç olarak

    varoluşçuluğun bize öğretebileceği pek çok şey bulunmaktadır ancak sonraki yazılar için buradan alabileceğimiz değerli bir ders vardır. insanların kendilerinin, uluslarının, ailelerinin, dinlerinin veya aidiyetleri olan herhangi bir grubun geleceğine dair sorumlulukları vardır. bu sorumluluk bir mahkumiyet formundadır çünkü insan kendi eylemlerinden sorumludur ve bu bir üst gruba (aileye, ulusa, din kardeşliğine vb.) aktarılabilecek bir özellik değildir. ancak bu kabul ne hümanizmin, ne iyi vatandaş olmanın, ne de sınıf mücadelesini desteklemenin önünde bir engel değildir. aksine bu yaklaşım sorumluluğu tekrar bireylerin eline vererek herkesin özgürlüğünü benimsediği ölçüde geleceği şekillendirdiği fikrini destekler. insanlık onuruna, anayasal prensiplere, bir dinin gerekliliklerine veya emek-değer ilişkisine 'uygun' yaşamanın bir zorunluluk değil o aidiyeti benimsemiş birey için sorumluluk olduğuna vurgu yapar. ve tüm o aidiyetlerin benimsediği değerlerin geleceğinin ise tam olarak da bu çerçeve içerisinde, bu sorumluluğu benimseyen insanların hamleleri ile kurulacağını savunur.

    kaynak

  • hürriyet nedir?

    (temiz hissettiren..) rüzgar hürriyettir. gülmek hürriyettir. çıplak ayaklarının soğuk ve ıslak toprağa bastığında, olan tüm düşüncelerinin gittiği o kısacık saniye pür hürriyettir.

    müziğin vurduğu bam telin ruhunu arşa çıkardığı o bir anlık his hürriyettir. kanının sinirden kaynatıp gözlerinin değişim hissiyle kaynadığı an gerçekten hür olduğunu fark ettiğin andır.

    kısacası seni andan alıp 'o ana' fark ettiren her saniye hürriyettir. şarap içtiğinde ağzından kontrolsüz dökülen her kelime seni ona iter ve yaşadığın dalgınlıkla eğer o anın hiç bitmemesini istiyorsan bu da hürriyet özlemidir.

    bir kaynak yok, illa da olacaksa hür bir bireyin hür kaynağı.

  • !iqsözlük yönetimine açık mektup

    iqsözlük bir aydır erişime açık. ocak'ta ekşisözlük davetleri ve sözlüğün sosyal medya hesaplarındaki rutin paylaşımlar dışında bir reklam planlamamıştık. bunun dört sebebi var:

    1- teknik aksaklıkların görülüp çözülmesi ve 'soran' gibi fonksiyonların eklenmesi.
    2- birinci nesil yazarların konsepte ve teknik fonksiyonlara dair fikirlerini alarak siteyi bu fikirlerle düzenlemek.
    3- testin istediğimiz insanları filtreleyip filtrelemediğini anlamak, testte nasıl hile yapılabileceğini görmek ve hile yapanların yazılarını incelemek.(ki test her nesilde iyileşip, gelişsin)
    4- aradığımız insanlara reklam yapabilmek için, seo bağlamında, açılan başlıkların google index verileri ile karşılaştırılması.

    şunu açıkça anlatmak isteriz: biz burayı sadece ekşiden değil, sosyal medyanın her yerine sirayet etmiş aleladelikten kaçmak için oluşturduk. ve bu kaçıştan sonra da istedik ki, bizimle aynı kaygılarla bir yer arayan insanları bulup, onlarla yazıp çizebilelim. bu yüzden, herhangi bir kütleye reklam yaparak burayı popülerleştirme yoluna gitmiyoruz. özellikle, hedefe yönelik reklamlar ve davetlerle ilerleyeceğiz.

    angelo spoiler vermiş aslında, buna bir açıklama getirelim. bundan sonraki süreç nasıl işleyecek?

    şubat'ta seo çalışmalarının büyük kısmı bitecek ve google reklamlarına başlanacak.
    beraberinde, sosyal medyadan da -sözlükte olmasını istediğimiz kişilere ulaşılacak- reklamlar yapılacak.

    bu çalışmaların sözlüğü, kalite standartlarını koruyarak, hareketlendireceğini düşünüyoruz.

    sizden ricamız da şu; çoğu davetle gelen ilk nesil olarak bizimle fikirlerinizi paylaşın. ne kadar saçma görünürse görünsün. eklenmesini istediğiniz özellikler, başlıklar ve yazılar hakkında yorumlarınız, reklam fikirleriniz ve yazarların da elde edilebilecek gelirin adil bir paydaşı olabilmesi için buluşlarınız.

    eğer, asıl kullanıcı olan yazarların fikirleri ile gelişir ve büyürsek, sözlük gerçek amacına ulaşmış olacaktır.

  • !güne bir tespit bırak

    zamanla bilgi güçtür felsefesi, bilginin analiz ve sentezinin gücü felsefesine evrilmektedir. literatürde know-how olarak bilinen bir şeyi yapabilme bilgisi günümüzde giderek zayıflamaktadır. yerini daha dinamik yöntemlerin önemliliğine bırakmaktadır. bilginin ulaşılabilirliği, gitgide onun değerini azaltmaktadır. ancak bu bilgiler, belirli bir amaç doğrultusunda işlenir, duruma uygun sonuçlar üretilir, beklentileri karşılayabilecek çıktılar alınırsa o zaman değerli olmaktadır. özetle spesifik amaçlar için işlenmiş ve uygulamada fayda sağlanmış olması o bilgiyi daha değerli kılmaktadır. basit tabirle "wikipedia'nın tamamını ezbere bilmek mi, chatgpt gibi bir yapay zeka asistanına sahip olmak mı isterdin?" sorusuna eminim birçoğumuz chatgpt'ye sahip olmak diye yanıt verirdik.

  • free bleeding

    serbest kanama. tam da geleneklere dönüyor-muş gibi görünürken tersine modern feminist hareketlerin getirisi olan aşırı bir kavram olduğunu düşünüyorum. tıpkı kıyafet modasında birbirini döngü şeklinde izleyip tekerrür eden trendler gibi.

    köyde falan yaşıyorsanız deneyimleyebilirsiniz tabi ama şehir hayatına uygun görmüyorum. regl kanamasını hiçbir zaman gerici bir zihinle "kirli" görmedim (tabi ki) ama günlük hayatımda gömleğimin üzerinde de onun rengini değiştiren herhangi bir izle dolaşmam şahsen. (lol) bunun çabasızlık gibi görünen bir ekstra "çaba" olduğu çok açık. benim örneğin bir kurşun yaram olsa ve sızıntı yapıyor olsa onu bandajlamak bandajlamamaktan çok daha konforlu devam etmemi sağlayacaktır hayatıma. bir cinsiyeti vücudunun doğal tepkileri yüzünden ayrıştırmayalım derken bir cinsiyeti vücudunun doğal tepkilerinden dolayı ayrıştırmış oluyoruz bana kalırsa. erkek cinsine mensup biri herhangi bir şekilde kanasa kıyafetlerine kanamasına izin mi vereceğiz? (lol)

    menstrüasyon dönemimde neden koyu renk kıyafet tercih etmek zorunda kalayım ki mesela beş yüz yıl öncesinde yaşıyormuş gibi?

    not: yaşadığı yüzyıldan pek memnun bir kadın.

  • harbi

    arapça kelime doğru, temiz anlamına gelirken bizde argolaşmış ve bir de namlu temizleyicisi olmuş. oysa azerbaycan'da savaşa ait, savaşla ilgili anlamından başka bir kullanımını bilmiyorum. ilginç bir serüven olmuş.