en beğenilenleri (412) - sayfa 27

başlık listesine taşı
  • uludağ sözlük

    bitmiş değil mahvolmuş, utanç verici hale gelmiş bir sözlüktür. an itibarıyla sol frame şu şekildedir.

  • !anarsist vs vecihi satranç maçı

    (bkz: satranç) başlığına yazan ilk iki yazarın maçıdır. tarihleri yarın akşama kadar belli olacaktır. kaybeden (bkz: satranç nedir?) başlığını "başlığın ağırlığının hakettiği şekilde" kadar doldurmak zorundadır. er meydanında görmek isteriz sizleri gençler!

  • seküler milliyetçilik

    seküler milliyetçilik'in ne olduğunu (bkz: muhammed bahadırhan dinçaslan)'dan öğrenmeyi tercih edeceğim. zira yazar yaşıtımdır. üstüne, kültürüne, çalışkanlığına ve samimiyetine bizzat kefilim. genç fikir adamlarının toplumda daha fazla saygı görebilmesi için öncelikle birbirlerine saygı göstermeleri gerekiyor diye düşünüyorum. bu meseleyi tartışmak için buyrun (bkz: türk entelijasiyasındaki sorun).

    bugün dinçaslan'ın seküler milliyetçilik kitabı imzalanmış bir şekilde elime ulaştı. kitabı bu başlık altında satır satır okuyacak ve kitapla uzlaşmaya çalışacağım. umarım seküler türkçü teoriyle kendi hürriyetçilik algımı bağdaştıracak bir zemin bulabilirim.

    ------başlarken-----

    metin skeuomorph kavramıyla açılıyor. bu kavramın bir tuzağa dönüşme ihtimalini sorduktan sonra da türk milliyetçiliğinin bu kavram ile düşünülebilecek özellikleri olduğunu belirtiyor.

    "işlevini yitirmiş bir çok motif, tartışma yahut konsept, estetik değilse bile, alışkanlık saikiyle korunuyor. bu korunmuşluk zihinlerimizi aldatıyor ve esasen hiç gereği olmadığı halde, sonuçsuz tartışmalarla enerji tüketiyor, emek harcıyor ve zaman kaybediyoruz. öyle ki elektrikli arabamızın ızgarasının eskidiğini düşündüğümüz için aracımızı trafiğe bile sokmuyoruz."

    bu noktadan sonra dinçaslan türk milliyetçiliğinin "henüz icat edilmiş" gibi yeniden tasarlanmasını ve kodlanmasını öneriyor. kendisini tamamen haklı buluyorum. bunun sebepleri üzerine biraz konuşmakta fayda görüyorum. milliyetçilik türkiye'de hala tam olarak ne olduğu belirsiz bir kavram olarak dolaşmaktadır. ülkücüler, ulusalcılar, ecevitçi sosyal demokratlar, kemalistler, türkçüler ve daha radikal atsızcılar gibi gruplar arasında sürekli dile gelen ancak herkesin kendisine göre yonttuğu bir kavram haline dönüşmüş durumda. milliyetçiliği "vatan sevmek" gibi muallakta bir duygu durumu içine sıkıştırıp kimseyi dışarda bırakmayacak bir zemin üzerinden düşünmek, bana göre ne fikrin geleneği ile ne de fikrin amacı ile bağdaşmamaktadır. milliyetçilik vatan sevmekten fazlası, hatta çok daha fazlasıdır.

    devam edersek, dinçaslan, türk milliyetçiliğinin din ile ilişkisini "işlevsiz kör bağırsağın iltihaplanması"na benzetiyor. ümmet ile millet arasındaki mezkur ucuz politik bağlantı nihayet türk milliyetçilerinin teorilerinde olanca çıplaklığı ile ele alınıyor ve bilimsel metodun önceliği alenen ilan ediliyor.

    dinçaslan'ın bu çıkışı sadece bir politik grubun eleştirilmesi değil, aynı zamanda türk gençliğinin, özellikle milliyetçi türk gençliğinin pusulasının yeniden ayarlanması anlamına geliyor. türkiye'de liberallerin bile hala tam olarak anlamadığı özgürlük kavramı ve birey olma mantığı milliyetçi camia içinde en yüksek düzeyden duyuruluyor. esas sorunun fikirler yahut onların varyantlarında değil, onları uygulayacak olanların zihin setinde bulunduğu özellikle içinde yaşadığımız dönemde çok daha açık seçik önümüze seriliyor. bu sorunun adı dini düşünce şeklidir ve içine karıştığı her şeyi kitleselleştirmek ve sürü ahlakına uygun hale getirmekle yükümlüdür. türkiye'de milliyetçilik uzun bir aradan sonra nihayet, sekülerliği tekrar keşfediyor. siyaset ile uğraşan herkesin sevinçle karşılayacağını düşündüğüm bir gelişme.

    ------1. bölüm millet olma hali ve gerekliliği-----

    dinçaslan öncelikle teorinin neliği sorusu ile araştırmasına başlıyor. teori bakmadan görmeni sağlar diyerek neptün'ün keşfi örneğini veriyor. sonrasında ise ana argümanını tek cümlede veriyor: "bir meseleye dair gerçek ve dört başı mamur bir teori teşkil ettiysen, zaten, o an için aklına gelmeyen sorulara dahi karşılaştığı zaman cevap üretebilecek bir kabiliyeti haiz olmalıdır."

    teori üzerine biraz daha konuşmakta fayda var. teori bakmadan görmeyi sağlamakla kalmaz aynı zamanda geri dönülecek büyük planı hatırlatır. askeri doktrinde bir birim ne yapacağına karar veremediğinde kendisini ilk başta oraya gönderen akla döner. o da daha üstün bir akla. neticesinde ulaşılan yer teorik bir tartışma olur. teori ne kadar incelikli bir şekilde işlenmiş ve ne kadar ilgililerine sağlıklı bir şekilde iletilmiş olursa, karmaşa karşısında çözüm o denli bütünlüklü bir çerçeve içerisinde çözülür. teorinin olmadığı yerde sadece kararı alanın görebildiği ufuklar dahilinde hareket mümkün hale gelir, kalanı savrulmadır. tek adam idaresinin çöküşünün altında da aynı teorisizlik yatar. dinçaslan burada teorinin önemini derinlikli bir biçimde kavrayarak türk milliyetçiliğini dini zihin setinden kurtarmaya en baştan başlıyor.

    "millet hakikatini tekrar tekrar ispat için değil, milliyetçiliği verimli yapabilmek için teoriler inşa etmeliyiz: biz milliyetçilik yapmasak ve hata millet hakikatini inkar etsek bile millet var olmaya ve tesir etmeye devam edecektir.[...] fakat aslolan milletin faydasını gütmek anlamına gelen milliyetçiliğin bu faydayı tespit etmesidir." sf.16

    milletin faydasını gütmek olarak milliyetçilik hala biraz geniş bir tanım halinde zira milletin faydasını gütmeyeceğini ilan eden hareket bildiğimi kadarıyla henüz yok. burada tartışmanın öncelikle millet nedir ve fayda nedir ekseninde sürmesinin beklemek gerekir. dinçaslan da tam olarak bu eksenden hareket ederek önce millet olma halini neye endeksleyeceğimiz sorusunu soruyor. şuur mu ifade mi diye sorup bilimsel bir yöntem öneriyor.

    bu bölümdeki ilk tartışmaya değer husus milliyetçilik ile modernite arasındaki ilişki. dinçaslan milleti/milliyeti primordialist bir yaklaşımla inceliyor. modernitenin milliyetçiliği yaratmadığı bilakis milliyetçiliğin modernizmi yaratan unsurlardan biri olduğunu ve milliyetin kendisini düşünmesi anından itibaren (millet olma anı) milliyetçiliğin bir fikir olarak ortada olduğunu savunuyor. bu konuda kendisine tamamen katılmakla birlikte tartışmayı biraz daha açmaktan fayda görüyorum. herhangi bir sapiens toplumunun büyük gruptan koparak kendi kültürünü yaratması aşamasında ortaya çıkan "biz" kültürü milliyetçiliğin temeli olarak rahatlıkla kabul edilebilir. zira öncelikle bu gruplar kan bağına dayanırlar, yani kabiledeki herkes akrabadır ve bireysel seçilimden sonra gelen grup seçilimi burada devrededir. bunun üstüne ortak amaç demek olan norm ahlakı bu grupların günlük pratiklerinden türer. türeyen şeyin adı biz olmaktır ve karşılıklı özgecilik ahlakına dayanır. bu ahlak grubun üyelerinden fazlasını temsil eden ortak kurallar bütününe dayanır. kültürün bu sürecine doğrudan milliyetçilik demek hatalı olsa da milliyetçiliğin başlangıç noktası olarak görmek mümkündür. akrabalardan oluşan ve kendi dünya görüşü olan bir grup insan aile olabilir, aşiret olabilir, dini grup olabilir, millet olabilir.

    dinçaslan'ın verdiği şecere örneği önemlidir. türklerin yabancı bir tanrıya tapmaya başladıktan sonra çakışan türk-arap mitolojilerini ele alıyor. mitolojiler birbirine karışsa dahi insanlar o güne kadar takip ettikleri aidiyeti bir kerede kenara atmaz, atamazlar. bu sebepledir ki türkler dinçaslan'ın yerinde tespitiyle islam mitolojisi içine kendi dünya algılarını da ekleştirmişlerdir.

    sapiens grubu, türklerde özellikle rahatlıkla görülebileceği üzere, aşiretler şeklinde örgütlenmiştir. bu örgütlenme biçimi kendisini diğerlerinden ayıran bir öge bulmak zorundadır. bu öge örgütlenmenin temelini sağlayacak ahlaki altyapıyı ve ilerleyeceği doğrultuyu çizecek bir vizyonu aynı anda içinde taşımalıdır. bu ögeyi keşfetmek ve kullanmak için modernitenin beklendiğini kabul etmek bana da doğru gelmiyor.

    bu uzlaşmalardan hareketle dinçaslan ilk büyük tanımını yapıyor:

    " milliyet, bu bağlamda, şemsiyesi altındaki tüm topluluklar arasında;
    1- aynı dil ve lehçelerin konuşulduğu
    2- ortak etno sembollerin bulunduğu
    3- şemsiyenin dışındakilere paylaşılana nazaran, altındakilerle paylaşılanın davranış, düşünüş ve kendini tanımlamada belirleyici olduğu

    bir cemiyet birimidir."

    tabii burada tartışma biraz daha genişletilebilir. örneğin sapiens üstteki üç koşulu türler arası düşünce bağlamı için de sağlar. hepimiz insan dili ve türevlerini konuşuyoruz, nuh tufanı gibi evrensel sembollerimiz var ve sapiens şemsiyesi içinde olan canlılarla paylaştıklarımız davranış, düşünüş ve kendimizi tanımlamada belirleyici olabilir. zira dünyanın tam olarak hangi temele yaslanarak bölünmesi gerektiği tartışması farklı bilim dalları arasında muazzam farklılıklar gösterebilir. öte yandan, aynı tanım bir köy grubuna kadar indirgenebilir.

    bence buradaki sorun"milliyetin"in teknik taraflarının yanıtının verilmemiş olmasıdır. milliyet izlanda'da gördüğümüz gibi bir kaç yüz bin insandan da mürekkep olabilir çin'de gördüğümüz gibi milyarlarca insandan da. o halde ortak bir şemsiye altına girmiş insanlarla milliyet arasındaki fark dil, sembol ve aidiyet tanımlarına bağlı hale geliyor. iki farklı dili konuşan grup arasında tasnif yapıp bunun üzerinden bir politika belirlemeye varız da neden dili sapiense özel bir yapı olarak düşünerek tüm sapiens üzerinden bir politika belirlemeye karşı mesafeliyiz?

    aynı şekilde etno-sembol vurgusu doğal olarak halihazırda verili bir etnik yapı olduğunu varsayıyor. dinçaslan'ın kendi örneğine dönersek mitolojiler iç içe geçtiğinde, allah örneğin, dini bir sembol müdür yoksa etno-sembol olarak mı değerlendirilmesi gerekir? aynı şekilde insanların bir atadan ve türden geldiği bilimsel olarak bilindiğine göre hangi sembolleri seçtiğimize göre milliyetin tanımı da genişleyip daraltılamaz mı? bu da doğrudan milliyetçilik yerine kozmopolit bir insan dayanışmasını öncelemez mi? yine dinçaslan'ın inuitler örneğinden yola çıkarsak, aynı şey ateş yakma bilgisi bağlamında north sentinel adalarındaki insanlarla norveçliler arasında yaşanamaz mı? bir şekilde iki sapiens grubu bir araya gelse ve biri diğerinden daha iyi teknikler biliyor olsa bunu kolayca öğretemez mi? inuit'in inuit'e öğretmesiyle norveçli'nin north sentinelliye öğretmesi arasındaki fark sadece meseleye milliyetçi bir perspektiften yaklaşılması değil midir?

    dinçaslan milliyet tanımı üstüne bir de millet tanımı yaparak düşünüşünü derinleştiriyor: "devletler bir defa kurulduklarında, beslendikleri milliyet havzasından kimi zaman rastgele, kimi zaman kasten seçtikleri etno-sembolleri kullanır, bunlar üzerine yeni bir üst-kimlik inşa ederler ki, millet buna denir."

    o halde millet, bir milliyetin egemenlik haklarına sahip olduğu belirli bir alan içinde yaşayan diğer sapiens gruplarıyla birlikte daha çok ortak noktası olan bir birliktelik yaratmasıyla oluşur. yani alman ve fransız milliyetleri tüm avrupayı tek bir egemenlik alanı içinde birleştirip onları yeni bir "avrupalı" fikri etrafında birleştirerek bir avrupalı milleti yaratmaya çalışmaktadır. aynı dil ve lehçeler için almanca ve fransızca seçilmiştir ki slavlar hariç tüm avrupa zaten alman ya da latin dillerinden birini konuşmaktadır. etno semboller sanattan seçilmiştir örneğin marşları 9. senfonidir ve sözler latinceden gelir (etno-semboller yerine kültür sembolleri kullanılmış denilebilir mi?) ve marşlarındaki açık mefkure bellidir:

    "our unity in deversity,
    may contribute to world peace.
    [...]
    and freedom for its peoples
    in a greater motherland
    citizens, europe shall flourish
    a great task calls on you
    golden start in the sky are
    the symbols that shall unite us."

    o zaman milletleşme sürecinin hala devam eden bir örneğine şahitlik ediyoruz diyebilir miyiz?

    kitaba geri dönersek sf.33'te "türk etno-sembollerini aile ortamından alan herkes türk milliyetindendir demek yeterlidir." kritik bir cümle.

    kimlik edindirme ve vasıtaları ve din başlığında dinçaslan gökalp'i takip ettiğini belirterek "dinin milletleşme sürecinde ancak bir araç olduğunu, teolojik haliyle, yani aslıyla değil, işlevleriyle ele alınması gerektiği söyleyerek girizgah yapabiliriz." diyor.

    dinçaslan'ın buradaki temel argümanı dinin kültürler tarafından yaratıldığı ve din her ne kadar kültürü etkilese de esas etkilenenin din olduğudur. türkiye müslümanlığı iran müslümanlığı ve arap müslümanlığı aynı kitabı okur ancak bambaşka sonuçlar üretir. dinçaslan'a göre kültürler kendi dinlerini ve din anlayışlarını yaratırlar. bu fikre katılmamak mümkün değil. sapiens gruplarının dar alanlarda sadece kendilerine yarayacak bir din algısı yaratması nesnenin doğası gereğidir. buradan hareketle de milletin ümmet üzerindeki hegemonik pozisyonunu berkitiliyor. türklerin müslüman oldukları için kimliklerini korudukları yönündeki islami argümana da türkçeyi unutmuş sadece arapça ve farsça konuşan türk kökenli toplulukları örnek vererek onlarca yıl önce kapanması gereken tartışmayı nihayet kapatıyor.

    islam'ın türkleri etkilediğini, kendisiyle birlikte çözmeye çalıştığı arap kültürüne ait sorunları da türklüğün içine taşıdığını ifade ediyor dinçaslan. ancak bunun etkisinin kritik olmayacağını, her kültürün din ne kadar komplike olursa olsun o dinin kendine uygun bir versiyonunu yaratacağını iddia ediyor. ilerlemiş ya da geride kalmış olmanın da dinle bir alakası yoktur bu mantığa göre. dinçaslan buradan hareketle milliyetçiliğin gayesini de "kültürün dönüşmesi" olarak belirlemiş oluyor.

    dinçaslan sonrasında ise bir dil tartışmasına giriyor ve dilin zihni nasıl etkileyebileceğinden söz ediyor. aynı zamanda da dilin millet mefhumu için olan öneminde değiniyor. bu bağlamda eklenecek bir şey görünmüyor.

    milletin evrimi ve gerekliliği başlığında ise biraz daha detaylandırılması gerektiğini düşündüğüm bir yaklaşım var. dinçaslan şöyle diyor: "dünyada bir şekilde etnolojik kimliği olmayan insan topluluğu yoktur - bu kimliğin hangi safhasında olursa olsunlar, bir şekilde etnik temelli aidiyetin belirleyici olduğu bir düzen insan topluluklarında kendisini var eder."

    bu cümle etnik kavramının sınırlarıyla ilgili bir tartışmayı beraberinde getiriyor bence. evet kimlikten bağımsız bir insan düşünülemez ancak bu kimliklerin etnik olduğu konusunda bu kadar emin olmaktan çekinmek gerektiği kanaatindeyim. romaya gidelim örneğin. sezar, etnik temelli bir düzenden ziyade aile temelli bir düzendedir. bir romalı olmadan çok daha önce ve çok daha derinde bir julius'tur. aynı etkiyi günümüzde de görebiliriz. 2slgbtqıa+ üyesi bir kişi tüm örgütlenmesini ve aidiyetini etnik bağlamdan çok daha önemli gördüğü cinsiyet temelli inşa eder. aynı şeyi veganlar, akp'liler ve dünya liberalleri için de söyleyebiliriz. bu sebeple etnolojik kimliğin mutlak varoluşu ile onun etkisini birbirine karıştırmadan düşünmek gerekir. zira aynı mantıkla " dünyada bir şekilde teolojik kimliği olmayan insan topluluğu yoktur - bu kimliğin hangi safhasında olursa olsunlar, bir şekilde din temelli aidiyetin belirleyici olduğu bir düzen insan topluluklarında kendini var eder" diyebiliriz ve islamcıların da temel argümanı zaten budur. o halde milliyetçilikte herhangi bir örgütlenme stilinin fazlası olan şey nedir ona odaklanmak gerekir.

    bir başka ifade sf.64'te şu şekilde verilmiş: "millet olma halinin tanımı çağına göre değişebilir, işlevi de öyle; ancak en genel haliyle insan topluluklarının organizasyonel becerilerine çarpan etkisi yaptığı için varlığını sürdürmüştür. " buna kimse itiraz edemeyecektir diye tahmin ediyorum. fakat günümüzdeki cemiyet tartışmaları bu işin neresinde kalıyor onu da baştan düşünmek gerekiyor. eşcinseller, tarikatler, fikir örgütleri vs. örgütlenmenin neden millet ayağı yerine cemiyet ayağını tercih etmişlerdir ve bunun anlamı milliyetçilik teorisi için ne olabilir? bugün tarikat üyelerinin aidiyetlerine olan sadakatleri zannediyorum ki türkçü camiayı solda sıfır bırakacak ciddiyettedir.

    dinçaslan'ın esas iddiası ise sf.65'te görünüyor. " yani millet, modernist-marksistlerin iddia ettiği gibi yeni, fransız devrimi, endüstri devrimi yahut iletişim devrimini takip eden süreçte yaratılmış bir konsept olmadığı gibi, iptidai insanların ihtiyacından husule gelmiş ve misyonunu tamamladıktan sonra rafa kaldırılmış bir alet değildir."

    bu iddianın ilk kısmında aydınlanma sürecinin neticeleri üzerinden ikinci kısmına ise modern cemiyetler üzerinden bir yanıt verilebilir. devrimler çağı öncesinden elbette bir millet duygusu vardı ancak onun farkına varılması ve toplum mühendisliği bağlamında sürekli kullanılan bir şey haline gelmesi arasında bir fark vardır. aynı şey bilim için de geçerlidir, deney yapmak ilk olarak aydınlanmacıların aklına gelmemiştir ancak bilimin ne olduğu aydınlanmadan sonra artık belirli temellere oturmuştur. nasıl ki bilim tarihi derken aslında son 400-500 yılı kastediyoruz aynı şeklde milliyetçilik derken de bu aralığı alabiliriz. ben kişisel olarak buradan bakma yanlısı değilim ancak bu bakış açısını da unutmamak gerektiğini düşünüyorum. ikinci kısmına gelirsek lgbt örneğinden devam edebiliriz. insanların yeni ihtiyaçlara yeni örgütlenmelerle yanıt verdiği çağlarda gerçekten millet örgütlenmesinin bu kadar kalıcı olduğunu söylemek anlamlı mı? bugünün türkiye'sinde örgütlenmek özellikle millet dışındaki alternatiflerde gerçekleşmiyor mu? böyle bir erozyon karşısında milliyetçinin pozisyonu ne olmalıdır? bu sorulara kitabın ileri kısımlarında yanıtların verildiğini umuyor ve devam ediyorum.

    bir diğer iddialı çıkış sf.66'da. dinçaslan şöyle diyor: "insan, söylediğimiz gibi, büyük işleri büyük kimlikler sayesinde başarmıştır ve bu büyük kimliklerin ölçeğinde en etkili en tutarlı ve sürdürebilir olanı millettir." bu cümlenin doğruluğuna ben de katılıyorum ancak bunun iyi bir haber mi kötü bir haber mi olduğundan tam olarak emin değilim.

    bugünlük sadece bu kadar ilerleyeceğim. umarım hafta bitmeden dinçaslan'ın kitabını okuyup tartışarak seküler türk milliyetçiliği tartışmasına da bir katkı sağlayabilirim.

  • 30.01.2023 haftası türkiye'de özgürlükçü gündem

    bu hafta özgürlükçü gündemi en büyük havadisi olarak biz özgürüz'ün kemal kılıçdaroğlu'na yazdığı açık mektup gösterilebilir. tam metnine ve twitter postuna bu linkten ulaşılabilir.

    bu açık mektupta biz özgürüz, kısa ve net bir şekilde herkesin bildiğini ancak kimsenin söyleyemediğini açıkça söylemiş. kendilerine bizim de gönlümüzden geçenleri dillendirdikleri için müteşekkiriz.

    ----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

    özgürlük araştırmaları derneği

    mustafa erdoğan'ın, milliyetçiliğin patolojisi başlıklı bir yazısı ve veli kondak için bir taziyesi var. yazıda, altı maddeyle milliyetçiliğin sakıncalı kabulleri ve sonuçları özetlenmiş.

    1) milliyetçilik kendi ulusunun emsalsiz olduğunu ve başka uluslara üstün olduğunu iddia eder. bu üstünlük algısı yayılmacılığı ve irredantizmi besleyip teşvik eden başlıca etkenlerden biridir.

    2) milliyetçilik açıkça veya zımnen bir etnik - kültürel ulusun varlığının kabulüne dayanır. başka bir deyişle, kültürel olan siyasileştirilir. bunun başka bir sonucu da ulus - devlet bağlamında ''soydaş'' ile ''yurttaş''ın aynı anlama gelmesidir. etnik - kültürel ulus kimliği çoğu zaman devlet ve aydınların işbirliğiyle bilinçli olarak kurgulanan bir kimliktir; milliyetçiliğin ''ulus''u aslında, ünlü deyişiyle, tasarlanan veya hayal edilen bir topluluktur.

    3) milliyetçilik kendi ulusunun etnik-kültürel bakımdan türdeş olduğunu iddia eder. kültürel farklılık veya çeşitliliği reddeden bu türdeşlik iaddiası da tıplumu oluşturan ana usnsurdan farklı olan etnik - kültürel azınlıkların veya etnik - kültürel bakımdan farklı olan grup veya toplulukların zorla tasfiyesini (tehcir, etnik temizlik ve soykırımı) teşvik eder.

    4) milliyetçilik ulusla devleti özdeşleştirir; devlet etnik-kültürel olarak tanımlanmış olan ulusundur, ulusa aittir. devlet ulusundur, ulus devletindir veya ikisi aynı şeydir. böylece ulusa sadakat devlete sadakate bağlanır veya dönüştürülür. onun için milliyetçilikleri çoğu yerde devlet milliyetçiliği veya devletçi milliyetçiliktirler.

    5) milliyetçilik, martin van creveld'in hatırlattığı gibi, devleti araç olmaktan çıkarıp bizatihi bir amaca dönüştürür. devlet artık uğruna mücadele edilmesi, ''gerektiğinde'' ölünmesi gereken en yüce değerdir; devlet için ölmek basit bir ölüm değil şehit olmaktır.

    6) milliyetçilik, diğer komüniteryen ideolojiler gibi, bireycilik karşıtıdır; asıl ahlaki özne olarak ulusu görür. bireysel varoluşu kendi başına bir değer olarak kabul etmeyen milliyetçiliğin bireyleri ana referansı olan ulusa feda etmeye hazır olması şaşırtıcı değildir.

    --------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

    serbestiyet

    yıldıray oğur'un mutabakat metni üzerine bir yorumu var. 'mutabakat'ı olumlu, mutabakat metnini 'eksik' bulduğu yazıya buradan ulaşılabilir.

    ergin cinmen'in anayasa mahkemesi hakkındaki yazısı, irfan fidan'ın hülle yöntemi ile istanbul cumhuriyet başsavcılığından, yargıtay'a, oradan da aym başkanlığı adaylığına giden yolunu eleştiriyor. seçimi zühtü arslan kazandığı için, cimen'in yazıdaki kaygıları da giderilmiştir sanırım. buradan ulaşılabilir.

    halil berktay; vietnam hakkındaki yazısında, vietnam üzerinden bir sosyalizm eleştirisi yapmış. buradan ulaşılabilir.

    alper görmüş: anayasa mahkemesi hakkında başka bir yazı. irfan fidan'ın neden seçilmemesi gerektiği açıklanarak seçim sonucunun kuvvetler ayrılığı ilkesine uygun oluşu kutlanıyor. buradan yazıya ulaşılabilir.

    roni margulies'in, türkiye'de dillerin yasaklanışına ve azınlıklara değinen yazısınaburadan ulaşabilirsiniz.

    yunus emre erdölen'in; çekya'nın yeni cumhurbaşkanı petr pavel hakkında kapsamlı ve bilgilendirici bir yazı yazmış. erdölen'in, üzerine dikkatle çalışılmış, şahane yazısına buradan ulaşabilirsiniz:
    etyen mahçupyan'ın, iktidarın yalanlarına, yalanların sebeplerine, erdoğan'ın gerçekliğe karşı çıkarkenki cesaretine yer verdiği 'iktidar palavrayı niye seviyor?' başlıklı yazıya buradan: https://serbestiyet.com/...r-palavrayi-niye-seviyor-117481/

    vahap coşkun'un muhalefetin mutabakat metni ile ilgili eleştirisini içeren yazısı da okumaya değer.buradan ulaşabilirsiniz. yazının önemli olduğunu düşündüğüm iki paragrafı da aşağıda.

    "elbette, partilerin kendilerini kayıt altına almaları mühim; ama seçim dönemlerinde kaleme alınan bu nevi metinlere hayati bir değer de atfetmemek lazım. iki sebepten: ilki, mümkün olan en fazla seçmene ulaşmak amacıyla her konu sepete atılır. gerçekten ciddi meselelere de el atılır, popüler bazı taleplere de yer verilir. gaye, o metinde herkesin alkışlayacak bir başlık bulmasını temin etmektir.

    ikincisi, bu metinlerin bir bağlayıcılığı da yoktur. hiçbir vakit, kâğıda yazılanlar birebir gerçekleşmez. ittifaklar bir yana tek parti iktidarların bile ellerindeki harita ile gittikleri yol birbirleriyle örtüşmez. seçmen de bunu bilir ve kimse de oyunu böyle metinlere bakarak vermez. hülasa, metinler tek başlarına bir önem taşımazlar."

    --------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

    mises enstitüsü

    fırat kaan taşkın insan doğası saldırmazlık, özgürlük ve devlet başlıklı bu yazısında kötülüğün devlet aygıtı sayesinde nasıl daha etkili hale geldiğini, saldırmazlık prensibini ve özgürlüğün mantığını tartışıyor.

    ersan bocutoğlu ve aykut ekinci avusturyacı konjonktür teorisi ve küresel kriz başlıklı yazılarında küresel avusturya konjonktür teorisinin küresel krizleri ve nedenlerini nasıl başarıyla tahmin edebildiğini bilimsel verilere dayanarak açıklıyor. buradan ulaşılabilir.
    yazıyla ilgili şu notu da ekleyelim: "bu yazı ilk olarak mises.org sitesinde "austrian business cycle theory and global crisis" başlığıyla yayınlanmış ve daha sonra yazarları tarafından liberal düşünce dergisi'nin 59-60. sayısı için tercüme edilmiş makaleden alıntıdır."

    son olarak 1997'de hans-hermann hoppe tarafından kaleme alınmış "liberalizmin geleceği: yeni bir radikalizm için çağrı" başlıklı makalesi zorbey uyanık tarafından çevrilmiş. buradan ulaşılabilir.

    ----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

    rothbard kürsüsü

    mert umut memiş "sgk neden özelleştirilmeli?" başlıklı kısa metni ile sgk zorbalığının kaldırılması durumunda insanların çok daha sağlıklı ve verimli bir sigortacılık sistemine geçebileceğini savunuyor. buradan ulaşılabilir.

    ----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

    karar gazetesi

    mesut yeğen'in "aday kim olur?" başlıklı makalesinde millet masasının adayının kim olabileceğine dair görüşler dile getiriliyor. buradan ulaşılabilir.

    eski yargıtay birinci başkanı sami selçuk "'önce hukuk' mu demeli yoksa 'muktedirlere evet' mi?" başlıklı metninde erdoğan'ın üçüncü adaylığını tartışıyor ve herkesi aklıselime davet ediyor. buradan ulaşılabilir.

    halil turhanlı, "steve reich ve politik minimalizm" başlıklı metninde "'şenlik sanat ve sabotaj' kitabının yazarı halil turhanlı, minimalist müziğin yaratıcılarından steve reich'ın türe politik boyut kazandırdığının altını çiziyor." buradan ulaşılabilir.

    ----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

    hür kirpi

    batuhan yılmaz, "max stirner, stirner felsefesi ve konuşulması gerekenler" başlıklı yazısında stirner'in hayatını, felsefesini, etkilendiği filozofları ve ölümünü incelikli bir şekilde anlatıyor. buradan ulaşılabilir.

  • aoidos nedir?

    klasik dönem yunanistan'ında yaşayan okur yazarı olmayan, polis polis gezerek halkı eğlendirip hikayeler anlatan kimse. bizdeki âşık , ozan.

    bugün bildiğimiz tüm mitosları yüzyıllarca kulaktan kulağa anlatarak olgunlaştıran kimselerdir.

    kaynak
    powell b., klasik mitoloji, çev.sinan okan çavuş, bilge kültür sanat, 2018, istanbul.s.72

  • !beğenilen sözler

    "every high civilization decays by forgetting obvious things."

    "her yüksek medeniyet aşikar şeylerin unutulmasıyla çürür."

    g.k. chesterton

  • kadın paylaşım sorunu

    insan toplumlarında ahlakın kadın bedeni üzerinden de izlenebilmesi semptomu sayesinde tespit edilebilecek, sapiens türüne özellikle ait problem. problemin temel argümanı şudur: kadınlar özgürce seçerlerse az erkeği seçiyorlar. o kadar az ki seçilmeyen erkekler örgütleniyor ve saldırganlaşıyor.

    öncelikle (bkz: insan türü tek eşli midir çok eşli mi?) buraya bir bakın. özeti şu, insan ne tek eşlidir ne çok eşli. sorunun biyolojik temeli bu.

    diğer türlerde bu sorunun çözümünü evrim halletmiş. şempanzeler ve bonobolar en güzel örnekler. şempanze isen erkek hiyerarşisinde yerin ne kadarsa kadınlar üzerinde o kadar hak sahibi olursun. bu türde şempanzelerin çok ufak bir kısmı çiftleşme şansına sahip olur. ancak kalan şempanzeler sistemin kendisini değiştirmek yerine sistemde tırmanmaya çalışırlar. çünkü kadınların bir seçim şansı yoktur, şiddet yoluyla türün dişileri kolaylıkla yola getirilebilirler. bir diğer erkek gelip seni dişinin yanında dövebiliyorsa, dişilerle uzlaşmak fayda getirmez, tek yol dişinin yanında seni kimsenin dövmemesini sağlamaktır.

    bonobolarda ise durum farklıdır, türün dişisi ile erkeği fiziksel olarak birbirlerine yakın olduklarından türün dişisini şiddet ile kontrol altında tutmak mümkün değildir. bu da türün dişilerine seçim hakkı sağlar. herkes çiftleşebilir ancak kurallara uyma, uzlaşma yoluyla. erkekler hiyerarşisinde nerede olursan ol, dişi istemiyorsa istemiyordur, zorlamak ciddi bir toplumsal tepki ile karşılanacak ve üye çiftleşme şansını iyice zora sokacaktır.

    insan türü evrim sürecinde bu açık seçimlerden birine ya da diğerine itilmeden kadınlar baskı altında tutmayı keşfetmiştir. yetişkin bir sapiens kadınının yetişkinliğe erişmesi durumunda talep edeceği özgürlüğü kesmenin en kolay yolu da talep çağından önce dişinin daha dinamik bir otoriteye bağlanmasıdır. buna patriarşinin pedofilik kontrolü diyebiliriz. yani kadınların adet döngüsünün başladığı anda baba dayı figürünce koca figürüne "verilmesi" hem toplumsal nüfus artışına katkı sağlar hem de dişinin seçim hakkını erkekler arasındaki bir sözleşme olarak kısıtlar. ayşe ahmet'e aittir, ayşe'nin babası/dayısı/sahibi buna razıdır. ayşe'ye ahmet dışında dokunan herkes toplumsal yasaya ihanet eder ve ahmet bu kişiye ve ayşe'ye saldırırsa bu kişiler toplum tarafından korunmayacaktır. ahmet ise ayşe'ye kötü davranmamakla ve sadece bununla yükümlüdür.

    ayşe bu durumda başka birine bakmanın yaratacağı toplumsal sorundan o denli çekinir ki -çünkü çok küçükken erkekler arası takasın bir parçası olmuştur zaten- bir diğer erkek ile yaklaşmanın kötü olduğu bir kültürü kabullenmekten başka çaresi kalmaz. kadının özgürlüğü talep etmemesinin en iyi yolu olarak onun özgürlük ile tanışmasını en baştan engellemek. elbette her zaman bunun istisnalar olacaktır ancak çoğunlukla kocasını aldatmayan ya da aldatırken yakalanmayan kadınların soyundan geliyoruz. zira toplumdan dışlanmak hemen her memeli toplumunda üreme açısından bir engel teşkil eder. ahlakın kadınlarla özellikle ilgilenmesinin altında da bu kaygı yatar ki bu başka bir yazının konusu.

    ancak bu çözüm nüfus artış baskısı altında olmayan bir toplum için kullanılamaz. örneğin israil filistin meselesinde sorunlardan biri filistin'in doğum oranıdır. yani yahudiler yeni yerleşimleri kontrol altında tutsala bile oraya yerleştirecekleri insanlar nüfus olarak yerli filistinlileri geçemeyeceğinden yahudi nüfusu her zaman azınlık olarak kalacak. yahudilerin filistinlileri göçe zorlamasının altındaki gerçek sebep budur. filistin'li kadınların kültürü erken yaşta evlenip çok sayıda çocuk yapmalarını öğütlediğinden ve bu strateji filistinliler için de hayati önemde olduğundan hala filistinli kadınlar arasında feminizm tartışması- en azından çocuk yapmanın kadın hayat kalitesini ne oranda etkilediği bağlamında- yükselmiyor. zira feminizm toplumun bir bütün halinde tehdit altında olduğu durumlarda üzerinde yeşerebileceği varlıklı bir kadın entelijansiya yaratamıyor. auschwitz'te gündem, karısını dövmüş bir yahudi değildir. yarayı saracak ilacın olmadığı gazze'de doğum kontrol hapı, prezervatif, kürtaj bahsi açılması bile garip taleplerdir. imhanın kıyısında dönülecek tek tanrı üreyin demiştir ki hayattaki tek eğlenceli şey de zaten odur.

    baskı altında olmayan toplumlarda ise bu sorun tamamen aşılmış görünüyordu. '68 hareketi ile tabana da yayılmayan başlayan cinsel özgürleşme herkesin herkesle birlikte olabileceği gibi bir sanrı yarattı. genç erkekler bu durumu öncelikle coşkuyla karşıladı. zira kadınlarla aralarındaki temel meseleyi kültür üzerinden yorumluyorlardı. herkesin bir abisi, babası, kocası varsa onunla kurulacak ilişki onların gözünde de saygın olmak zorundaydı. erkekle dişinin ilişkisinde dişinin "koruyucuları"nın söz hakkının ortadan kalkması meseleyi sadece rızaya indirgiyordu ki hiçbir erkek hiçbir kadının beğenmeyeceği kadar kötü olduğunu düşünmez. kadınların kendi bedenleri üzerindeki hakimiyetleri ortaya çıkınca baskı altında olmayan toplumlarda bugün adlarına inceller dediğimiz bir grup ortaya çıktı. zira kadınlar beklenenin aksine kendileri için tek bir erkek seçmek yerine en iyi erkeği seçmek üzerine rekabet etmeye başladılar, tıpkı erkekler gibi. bu rekabete konu olmayan erkekler ise önceleri bu durumu kendi suçları olarak telakki etseler de sonrasında tek suçlunun kendileri olmadığını gördüler. zira belirli bir sınıftan gelmek kadınlarla olan ilişkiyi doğrudan etkiliyordu. üstelik bu sınıf çalışmayla içine dahil olması o kadar da kolay bir sınıf değil.

    durumu bu denli keskin anlatmamın sebebi bugün yüzleştiğimiz incel sorununu daha iyi anlayabilmek. bu sebeple aslında kadınların seçimlerinin epey makul olduğunu, ortalama bir işin ve ortalama bir tipin kadınların büyük bölümü için ilk etapta yeterli olduğunu bizzat kendi deneyimimden biliyorum. hipergami kötü bir şey olmadığı gibi kadınların akıllarındaki tek şey de değildir. hatta kadınların seçimlerine bakarsak hipergamiyi aslında insanların en iyilerinin doğal olarak seçilme süreci olarak bile tanımlayabiliriz, -doğruluğuna yanlışlığına girmeden, bir tür doğal öjeni. ancak hipergaminin biyoloji ile ayrıştırılamaz bir fenomen olduğunu unutursak meseleyi de doğru şekilde ele almamış oluruz.

    konuya dönersek. erkeklerin %80'ninin kadınlar tarafından reddedilmesi ile başlayan süreç, en dipteki erkekler arasında terörizme varan bir radikallik yaratıyor. zira yirmili yaşlarının ortalarına kadar hiçbir şekilde bir kadının gönüllü ilgisini görmeyen erkekler cinsel seçilimde elenmek istemiyorlar. burada görebileceğiniz üzere artık bir terör örgütü niteliğine bürünmek üzereler. incellerin %79'u - [10.1007/s40750-023-00220-3 kaynak]- şiddete karşı ancak islamcıların da büyük bölümü şiddete karşı. mesele şiddete karşı ya da yandaş olmak değil, mesele bir insan grubunun toplumsal dinamiklerin bir çıktısı olarak şiddete yönelmek zorunda hissetmesi.

    incel terörü gibi bir olguyu yaratan toplumsal dinamikler henüz bir çözüm olmadığı için görmezden geliniyor. tespit etmesi ve üzerine konuşması ne kadar kötü koksa da soruna karşı bir şeyler söylememiz gerekiyor, özellikle incellik bizim toplumun da başına bir sorun olarak doğmadan.

    benim konuyla ilgili yaklaşımım için (bkz: incel - involuntarily celibate)

  • habersizler bölüm 19

    flu tv için bir ya sonun başlangıcı ya da başlangıcın sonudur.

    bir sonraki haberi merakla bekliyor olacağız.

  • p0rn0

    türkiye'de mayıs ayı itibarıyla en çok aranan kelimedir. kaynak.

    peki neden insanlar bu şekilde arama yapıyorlar?

    "dijital çağda, insanların çevrimiçi olarak ifade biçimleri sürekli değişiyor. internet kullanıcıları, belirli kelimeleri ve ifadeleri sansürlemek için çeşitli stratejiler geliştirdi. bunlardan biri, belirli bir kelimeye rahatsızlık verici bir çağrışım yapan "porno" kelimesini "p0rn0" olarak yazmaktır. peki, bu değişikliği neden yaparlar? bu makalede, bu konuya bir göz atacağız.

    sansürün aşılması
    en yaygın neden, internet sansürünü aşmaktır. bazı platformlar ve arama motorları, belirli ifadeleri ve kelimeleri otomatik olarak sansürler veya filtreler. bu, kullanıcıların "p0rn0" gibi alternatif yazımlar kullanarak bu kısıtlamaları aşmasına yol açar.

    rahatsızlık hissinin azaltılması
    bazı kullanıcılar, "porno" kelimesini kullanmaktan rahatsız olabilirler ve bu nedenle alternatif bir yazım kullanmayı tercih ederler. bu, kelimenin çağrıştırdığı olası stigmatizasyondan kaçınmayı sağlar.

    anonimliğin korunması
    bazı internet kullanıcıları, "p0rn0" gibi alternatif yazımların, çevrimiçi etkinliklerinin takip edilmesini veya izlenmesini zorlaştıracağını düşünebilir. bu, özellikle belirli bir platformda veya ağda anonimliği korumak isteyen kullanıcılar için geçerli olabilir.

    sonuç
    sonuç olarak, "porno" kelimesini "p0rn0" olarak değiştiren internet kullanıcılarının çeşitli sebepleri olabilir. bu, internet sansürünü aşmaktan, rahatsızlık hissinin azaltılmasına, anonimliğin korunmasına kadar değişebilir. dijital çağda, dilin ve ifade biçimlerinin nasıl değiştiğini ve evrildiğini görmek, çevrimiçi davranışları ve kültürü daha iyi anlamamızı sağlar."

  • !düzelmesi gerekmeyen atasözleri

  • !mehmet akif ersoy

    kendisi (bkz: 100. yıl marşı)'nı duysaydı cümlesini, "[...] çünkü bir daha yazdırırsa böyle olur... " şeklinde bitirirdi bence. *

  • muhafazakar feminizm

    tanıl bora'nın cereyanlar isimli eserinden derlenmiştir.

    muhafazakar edibeler münevver ayaşlı ve samiha ayverdi, kemalizmin yeni kadın ülküsüne karşı, eski kadının kıymeti üzerinde ısrar etmişlerdi. okumamış ama "şifahi kültürü" ile bilge, "sabırlı, temkinli, vakarlı, şefkatli, bilhassa hamiyetli" - ve tabii "yerli ve milli" olan eski kadın, sokağa salına­rak ahlaken düşen yeni kadından daha yüksekti ona göre. islamcı hareket­te de, kadının eve geri dönmesini özleyen bu muhafazakar bakış '80'lere ka­dar hakimiyetini korudu.
    1987'de, islamcı muhitin etkili aydınlarından ali bulaç, bir süredir zaman gazetesinde düzenli yazan -ve somut'un kadın sayfasının feminist hareket açısından oynadığı role benzer bir etki uyandıran- bir grup genç müslüman kadına çıkışan bir makale kaleme aldı. makalenin başlığı, meramı özetliyor­du: "feminist bayanların kısa aklı". bulaç, feminist fikriyatın tesirine girdi­ğini söylediği bu kadınları, islami referanslardan uzaklaşmak ve fıtri hadle­rini aşmakla suçluyordu. suçlamaya hedef olan kadınların mukabelesi, miladi bir çıkış oldu.

    o sı­ra 28-30 yaşlarında olan bu yeni kadın yazar kuşağı, dilini hiç korkak alış­tırmadan, islami söylemdeki erkek vesayetçiliğine karşı hücuma geçti. (tu­ba tuncer'in yazısının başlığı, bulaç'ın aşağılamasını aynen iade ediyordu: "kimin aklı kısa?") yıldız ramazanoğlu, müslüman erkeğin "her şeye razı, uysal, uyuyan güzel kadın tipi"ne tahakküm etmesi­nin daha kolay olduğunu, onun için "öğrenen kadın"dan korktuğunu yaz­dı. ramazanoğlu daha sonraları islamcı dergileri, müslüman kadınların ge­nişleyen ilgilerini uzun süre börek tarifleri çerçevesinde tutmaya çalışmakla da eleştirecekti. mualla gülnaz ve elif halime toros, feminizm adının üzerlerine küfür gibi savrulmasından sakınmadılar. toros'a göre feminizm "kadınları erkeklere karşı dayanışma­ya çağırmak" ve kadınların "dünyayı tekellerine alan erkeklere insan olduklarının kabul ettirebilme mücadelesi" idi. gülnaz, "evet! feminizm kadını er­kek tahakkümüne karşı ayaklanmaya çağırır. evde, işte, sokakta. bundan bu kadar korkmak niye? laf cambazlığı yerine tahakkümden vazgeçmek düşü­nülemez mi?" diye meydan okudu. bu kadınların açtığı yoldan gidenler, ar­tık kadınların "hayrının", annelik ve ev hanımlığı gibi görevlerle değil, -tıp­kı erkekler gibi- takvayla ölçüleceğini savunacaklardı.

    1987 çıkışını gerçekleştiren islamcı kadınlar, konuşmayı edebiyatla da sürdürdüler. edebi eserlerinde, bizzat halihazır islamcılığın kadınları içi­ne ittiği mutsuzluğu işlediler. yıldız ramazanoğlu bir hikayesinde, kadı­nın "kendini geliştirmesinin" önündeki 'imkansızlığı' gayet 'büyüsüz' bir ka­tı gerçekçilikle özetler: "erkekler daha gelişmiş kadınlar istiyorlar fakat ger­çek şu ki kendimi geliştirmekte haddi aşmadan eve dönmek zorundayım." halime toros, 'özlenen' kadının sarkastik bir tarifini yapar: "evde sorun çı­karmaz, kokmaz bulaşmaz, küfretmez, ayak diremez, kahkaha atmaz, her la­fa karışmaz bir sükût abidesiyim."
    islamcı kadın yazarlar, eleştirdikleri ataerkil himaye reji­minin yozlaşarak kendi hasletlerini yitirişine de hayıflanırlar. aileyi bozan, şefkatsizleşmiş, merhametsizleşmiş, adaletsizleşmiş erkektir.

    hidayet şefkatli tuk­sal, kur'an'ın ve bütün dini kaynakların erkek-egemen tarihsel yorumunun sorgulanması gerektiği fikrindeydi. onun 2000'de kadın kar­şıtı söylemin islam geleneğindeki izdüşümleri adıyla kitaplaşan doktora tezi, bu yönde atılmış ciddi bir adımdır. çalışmasının başında belirttiği gibi, müs­lüman kadının "onurlu bir kimlik arayışı"nın gereği sayar bu sorgulamayı.

    '80'lerin ikinci yarısında islamcı hareket içinde kadınlar, sadece dergiler çev­resinde ve entelektüel ortamda değil, gündelik politikada da aktifleştiler. refah partisi'nde özellikle büyük şehirlerde kadınlar, enerjik bir örgütlenme seferberliğine girdiler. 1995'te rp'nin istanbul il örgütünde 18 bin hanım teşkilatçı olduğu belirtiliyordu. bu teşkilatçı kadroda öne çıkan sibel eras­lan, kadınların yönetim ve temsil makamlarından uzak tutulmasını açık­ça eleştirmesiyle de ün kazandı. bu eleştiri, sadece kamusal alanda başörtü­sünü men eden laiklik uygulamasını değil, -bazen bu yasağı da bahane ede­rek-, örgütte, yerel yönetimlerde ve tbmm'deki koltuklara hemen hiç kadın oturtmayan parti geleneğini de hedef alıyordu.
    başörtüsü, '80'lerden itibaren islamcı kadın uyanışının can damarıydı. bu­nun bir nedeni, açık bir kimlik alameti olması, ikincisi de buna bağlı olarak kamusal alandan men edildiği için mağduriyete yol açmasıydı. islamcı ka­dınlar başörtüsünü bir direniş ve özgürleşme imkanı olarak yorumladılar: baskılara direnmek ve iffetini koruma iradesi geliştirerek özgürleşmek. di­nin emrine de, lafzının ötesinde, buradan bağlanıyorlardı.

    akp'nin güçlü iktidarı döneminde, kamusal alanda başörtüsünün tedricen serbestleşmesiyle kadınların sorunlarının çö­zülmüş olduğu iddiası, eleştirel islamcı kadınları rahatsız edecekti. sesi pek gür çıkmayan, gitgide daha da cılızlaşan bir rahatsızlıktan söz ediyoruz.
    konca kuriş nakşilik bağından "sadece kur'an" şiarıyla kop­muş, bu arınmanın sonraki adımında dinin erkek-egemen yorumuyla müca­deleye yönelmişti. kur'an'ın düz anlama kilitlenen ataerkil ve kadın düşma­nı tefsirlerini sorguluyor, başörtüsünün islam öncesi bir örfi adet olduğu­nu ileri sürüyor, kadınların erkeklerle birlikte namaz kılabileceklerini, cu­ma ve bayram namazlarına katılabileceklerini savunuyordu. mersin'de laik kadınlarla beraber ev içi şiddete karşı kampanyada yer aldı. hizbullah tara­fından kaçırılarak hunharca katledildi. kuriş "feminist dinci" olarak ün­lenmiş, ayşe düzkan 1999'da onun "türk feministlerinin ilk şehidi" oldu­ğunu söylemişti. ne var ki feminist sıfatı islamcı kadınlar arasında hep muhataralı bu­lunmuştur.

    başörtüsü meselesi 1980'lerin sonlarından itibaren femi­nist hareket içinde keskin bir ayrışmaya sebebiyet vermişti. kemalist femi­nistler veya kadın hakları savunucuları, keza sosyalist feministlerin önemli­ce bir bölümü de, başörtüsünü tartışmasız kadını 'kapatmanın' ve ezmenin aracı olarak görüyor, genç kadınların ya baskı sonucu ya da kör bir itaatkar­lıkla örtündüğünü düşünüyordu. 'bilinçli' örtünenler de, demokrasi düşma­nı bir ideolojinin bayraktarına indirgenmeyi benimsemiş oluyorlardı. buna karşılık feministlerin (radikal, sosyalist ve sair) bir bölümü, başörtülü ka­dınların özneleşme mücadelesini önemsiyor, ayrıca sözgelimi sünnete uygun sakal kriminalize edilmezken başörtüsünün siyasi simge damgası yiyip sonuçta yine kadınların kısıtlanmasına itiraz ediyorlardı - kürt kadın hare­keti de genellikle bu eğilimdeydi.

    sosyolog nilüfer göle'nin çok okunan modern mahrem ( 1991) kitabı da bu 'empatiye' katkıda bulundu. göle, islamcı kadınların kamusal-özel ilişkisini dönüştürme çabalarını sos­yolojik cepheden ele alıyor, başörtülüler hakkındaki cehalet-gerilik önyargı­sını sarsıyor, oradaki 'hayata katılma' arzusuna dikkat çekiyordu.
    islamcı kadın hareketinin feminizme baştan mesafe koyan muhafazakar kolunu unutmayalım. emine şenlikoğlu, "aileyi öldürücü bir akım" olarak tanımlıyordu feminizmi. nazife şişman 1990'larda bir söyleşide "feminist hareketin sonuçta erkeksiz bir toplum idealine varacağını" ileri sürüyordu. 2006'da emanetten mülke: kadın, bedeni, siyaset kitabında, feminizmin gen mühendisliğiyle müşterek ifrat noktasının bu olduğunu yazdı: "erkeksiz bir dünya". kadın kimliği dergisi, 1995'te istanbul-kumkapı'da meyhanede sar­kıntılığa uğrayan bir genç kadının saldırganı öldürmesi üzerine çıkan tartış­mada, "sokaklar da geceler de feministlerin olsun, bize allah'ın müsaade et­tiği mekanlar yeter" diye kesip atmıştı. en koyu kırmızı çizgi, eşcinsellik ve lbgt'yle ilgilidir; apa­çık sapkınlık ve hastalık olarak görülür. bu bahiste rastlanabilen en 'ileri' tu­tum, eşcinselliğin görünürlüğünün teşvik edilmemesi, "özendirici" olmama­sı ikazında bulunanlarınkidir ...

  • yaşlı tarquin

    capitol ve palatine tepelerinin altındaki hastalık kaynağı bataklığı kurutarak şehri yaşanır hale getiren roma'nın beşinci kralı.

  • ümit özdağ'ın ortak mutabakat metni yorumu

    buradan izlenebilir. şu şekildedir:

    1- tarikat ve cemaat kavramları bir kez geçmemektedir.
    2- göçmen ve sığınmacı denmiş ancak sığınmacı ve kaçak denmelidir. bunların eğitim çağındaki çocuklarına türkçe öğretilmesi ve okul hizmeti alınması sağlanması bunların burada ilelebet kalması demektir.
    3- khk mağduriyetlerine son vererek devleti fetöye geri verecekler.
    4- iyi partinin ormanların korunması konusunda madem hassas o zaman neden zamanında 14 milletvekili ile akp'nin tasarısına oy verildi?
    5- kktc'nin kazanılmış haklarını koruma ve iki toplumun egemen siyasi eşitliği sağlama hedeflerini gözetmek vatana ihanettir.

    şimdi gelelim bu akıl almaz derinlikteki eleştirinin eleştirisine.

    öncelikle 2300 madde 244 sayfalık bir metinde eleştirilecek 5 madde bulduğuna göre ümit bey'in 2295 maddede mutabık olduğu söylenebilir. kendisini aklın yolundaki bu ilerlemesinden dolayı tebrik ediyoruz. metinle %99 oranında uzlaşı çok iyi bir oran. bu arada gerçek bir değerlendirme için (bkz: ortak politikalar mutabakat metni)

    eleştirilere gelirsek;
    1-öncelikle (bkz: ex silentio nedir?). hangi kavramların geçip geçmediği konusunda eleştiri yapmak zannediyoruz ki türk solu dergisi cinnetinde bir yaklaşım sayılabilir. başka hangi kelimeler geçmiyor? mesela aşk geçmiyorsa metnin aşk hakkındaki düşünceleri konusunda spekülasyon tamamen serbest midir? ya da karagöz kelimesi geçmiyorsa altılı masa karagöz'ü yunanistan'a mı peşkeş çekmek istemektedir? hepsinden öte bu cemaatler denetlenecek diye avaz avaz bağıran muhalefeti bugüne kadar hiç duymaması kulaklarının sağırlığından mıdır yoksa kötü niyetinden mi?

    2- öncelikle (bkz: slippery slope nedir?). pardon ümit bey. yabancıların çocuklarının eğitim almasını sağlamak gibi büyük bir vatan hainliğine nasıl kalkışıldı ben de anlamıyorum. bu millet masası eminim göçmenlerin sağlıklı ve mutlu olması için de çalışmalar yapacak kadar sapıtmıştır da. halbuki insan evlatlarını mancınığa koyup fırlatmak gibi medeniyetin zirve noktalarından önerileriniz varken insanı insan gibi görmek cehaletine nasıl düştü bu masa inanın ben de hayretler içindeyim. bu arada tekrar tebrikler, yabancılara türkçe öğretilmesine karşı çıkarak türk milliyetçiliğe de yeni bir soluk getirdiniz.

    3- (bkz: illicit conversion) khk mağduriyetine son verilmesi ile devletin fetö'ye peşkeş çekilmesi arasındaki bağı keşke biraz daha anlatabilseydiniz. mesela barış akademisyenleri de mi fetö aygıtıdır? bank asya'dan kart çıkarmaya mecbur bırakıldığı için hayatı kayan insanların mağduriyetleri hep fetö'nün gizli oyunları mıdır? mağduriyetlerin giderilmesine bu kadar karşı olmak, akp'li olmadığı için işten atılan, fişlenen insanların kendi yurtlarında tekrardan normal vatandaşlık talebinin vatana ihanet olması sizce de biraz abartılı bir yorum değil mi?

    4- (bkz: whataboutism nedir?) yani, ne desek laf değil.

    5- kktc'nin kazanılmış haklarını koruma ve iki toplumun egemen siyasi eşitliği sağlama hedeflerini gözetmek tam olarak nasıl vatana ihanet haline geliyor? sizce de vatan haini ifadesini biraz fazla kullanmıyor musunuz? annan planı'na evet diyen kıbrıslılar da mı vatan hainidir? hainlerse sadece kıbrıs haini mi sayılmalıdırlar yoksa türkiye'nin de mi hainleri sayılırlar?

    netice olarak, muhalefete muhalefet edeceğim diye kendini rezil etmekten, insanlığın ortak değerlerine yüz çevirmekten, insan hakları ihlalleri konusunda bu kadar rahat konuşmaktan çekinmeyen ümit özdağ'a toplumun cehaletini sömürme konusunda biraz daha dikkat tavsiye diyorum.

  • abdüllatif şener

    akp kökeninden olup, adalete en yakın gördüğüm adamdır.

« / 28 »