entry'ler (1951) - sayfa 7

başlık listesine taşı
  • işlevselcilik

    (bkz: fonksiyonalizm) özellikle bauhaus mimarlık okulunca benimsenmiştir. işlevine uygun olarak tasarlanan nesnenin kendiliğinden güzel olacağını iddia eder.

  • paul gauguin

    resime epey geç başlamış, vincent van gogh ile birlikte arles'te bir cemiyet inşasına girişmiş, gombrich tarafından "gururlu ve tutkulu" olarak nitelendirilen, gogh bir delilik nöbetinde kendisine saldırınca paris'e kaçan, resim kariyerinden önce borsa simsarı olan, ilerleyen zamanda tahitiye yerleşen ve yerlilerin sanatını yakından inceleyen, sanatın yapmacık olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğuna inanan, avrupa'da biriken tüm zeka ve bilginin, insanı sahip olduğu en büyük yetenekten -güçlü ve yoğun duygulara sahip olma ve bunları açık­ça ifade edebilmekten -mahrum bıraktığını düşünen, barbar olarak adlandırılmaktan gurur duyan, doğanın çocuklarının bozul­mamış yoğunluğunu resminde yansıtabilmek için, batı sanatının yüzyıllık sorunlarını rahatça bilmezlikten gelebilen ve neticede avrupa'da anlaşılmadığını sezince, güney de­nizlerine temelli dönmeye karar veren, burada geçirdiği yalnızlık ve düş kırıklığı yıllarından sonra, hastalık ve geçim zorlukları içinde ölen ressam.

  • vincent van gogh

    1853'te hollanda'da doğan van gogh, bir papazın oğluydu. çok dindardı. ingiltere'de ve belçika'da, ma­ den işçileri arasında vaizlik yapmıştı. millet'nin sanatı ve bu sa­natın toplumsal içeriğinden etkilenmiş ve ressam olmaya karar vermişti. bir sanat galerisinde çalışan kardeşi theo, onu empresyonistlerle tanıştırdı. theo olağanüstü bir insandı. yoksul olmasına karşın, ağabeyi vincent için elinden geleni esirgemedi ve güney fransa'daki arles'a yaptığı yolculuğun parasını bile ödedi. vincent, birkaç yıl rahatsız edilmeden çalışırsa, belki bir gün, tablolarını satıp kardeşinin cömertliğinin karşılığını vere­ bileceğini umut ediyordu. arles'daki gönüllü yalnızlığı sırasında, kardeşi theo'ya yazdığı ve kesintisiz bir günlük gibi okunan mektuplarda, tüm dü­şünce ve umutlarını ortaya koyuyordu. neredeyse kendi kendini yetiştir­miş bu alçakgönüllü sanatçının, kendisini bekleyen ünden habersiz yazdığı bu mektuplar, dünya edebiyatının en dokunaklı ve ilginç örnekleri arasın­ da yer alırlar.bu mektuplarda, sanatçı vincent'in görev duygusunu, müca­delelerini ve zaferlerini, umutsuz yalnızlığını ve arkadaş özlemini hissedi­ yor, ateşli bir enerjiyle çalıştığı aşırı yorucu ortamın farkına varıyoruz. da­ha bir yıl dolmadan, 1888'in aralık ayında, van gogh bir ruhsal çöküntü, ardından delilik nöbeti geçirdi. 1889'un mayısında bir akıl hastanesine ya­tırıldı, ama arada bir kendine gelip resim yaptığı zamanlar oluyordu. bu ıstırap on dört ay sürdü. 1890 yılınıntemmuz ayında, van gogh yaşamına son verdi. öldüğünde tıpkı raffaello gibi otuz yedi yaşındaydı.bir ressam olarak on yıldan fazla çalışmamıştı ve ün ünü borçlu olduğu resimlerini, kriz ve umutsuzlukla dolu son üç yılında yapmıştı.

    tablolarının, hayran kal­dığı renkli japon baskıları gibi, doğrudan ve güçlü bir etkiye sa­ hip olmasını istiyordu. yalnızca zengin sanat uzmanlarına hitap eden de­ğil, tüm insanlığa mutluluk ve avuntu götüren içten bir sanata ulaşmaya çabalıyordu.

    sanatın öyküsü, 354-355.

    ayrıca bir delilik nöbeti sırasında yana yakıla yanına davet ettiği ressam paul gauguin'e saldırmışlığı vardır.

  • georges seurat

    "empresyonistlerin yöntemlerinden yola çıka­rak, renk teorisini inceledi ve tablolarını, saf renklerden, aynı boyda fırça vuruşları kullanarak, bir mozaik gibi boyamaya karar verdi. bu yolla, renklerin gözde (daha doğrusu beyinde), yoğunluk ve parlaklıklarını yitir­meksizin kaynaşabileceklerini umuyordu. sonradan adına noktacılık (po­intillism ) denilen bu aşırı teknik, tüm dış hatları ortadan kaldırdığı ve her biçimi çok renkli noktalardan oluşan yüzeylere dönüştürdüğü için, doğal olarak tabloların zor ani aşılmasına neden oluyordu. seurat, kendi tekniği­nin karmaşıklığını gidermek için, kullandığı biçimleri, cezanne'ın düşün­ düğünden bile daha aşırı bir şekilde basitleştirmek zorunda kaldı. seurat'nın dikey ve yatay çizgileri vurgulama yönteminde mısırlı sanatçıları andıran bir şeyler vardır. bu vurgulama yöntemi onu, aslına bağ­lı verilmiş doğal görünümlerden uzaklaştırmış, belirli bir ifade taşıyan il­ginç desenler üzerinde araştırma yapmaya yönlendirmiştir."

    sanatın öyküsü, sf.544.

  • !yazarlardan kısa film önerileri

    no offense . ödüllü bu kısa filmde bugün geldiğimiz noktada sanatsal özgürlüğün imkansızlığında bahsediliyor. 6 dakikalık izlemesi keyifli bir animasyon.

  • zihinsel ön yargılar haritası

    buradan ulaşabileceğiniz hoş bir çalışmadır.

  • farklı kültürlerden atasözleri

    you can not have both the dick in the ass and the soul in heaven.

    -bulgar

  • e.g.

    latince, exempli gratia. örnek olarak demektir. ingilizce akademik makalelerde sık sık karşımıza çıkar.

  • dimitry davidoff

    çoğumuzun vampir-köylü olarak bildiği oyunun mucidi rus sosyolog. oyunun adı amerika'da werewolf rusya'da ise mafya. oyun bilgi sahibi azınlığın bilgi sahibi olmayan çoğunluğu her zaman manipüle edebileceği tezini ispatlamak için icat edilmiştir.

    detaylar için buradan

  • !unutulmuş güzel kelimeler

    mülevves: kirli, pis, karışık, düzensiz.

  • !düzelmesi gerekmeyen atasözleri

  • dinin bilimden üstün olması

    öncelikle tanrıyı geçtim özgür iradenin dahi olmadığını düşünen bir insan olduğumu söylemek istiyorum. böyle bir insan olarak din ve bilim kavramlarının toplumda algılanışının doğal sonucu olarak başlıktaki sonuca vardım ve bunu sizlerle paylaşmak istiyorum.

    asıl büyük soru şu: neden bilim tüm araçlarına, bunca aktif çalışanına, neredeyse mükemmelleşmiş yöntemlerine ve binlerce yılı bulan geleneklerine rağmen hala dini yerinden edememiştir?

    bu soruya yanıt bulabilmek için bilim ve dinden ne anladığımı kısaca açıklamalıyım. bilimi ölçülebilenlerin felsefesi olarak tanımlıyorum. daha açık ifade etmek gerekirse anlaşılmak istenen şeyin niceliğinin tüm boyutlarını kavrama işine bilim diyoruz. yani anlamanın nicel verilerle tamamen açıklanabilir olmaya indirgenmesi. a nesnesinin ve ona etki eden b gücünün tüm nicel özelliklerini biliyorsam a nesnesinin b gücü karşısındaki hareketini %100 oranda doğru tahmin edebilirim. o halde a nesnesine b gücünün uygulanması olgusunu anladım, açıkladım sayarım. din ise evrimsel bir ihtiyaç olan iş birliğinin sistemleşmiş hali olarak ahlakın, metafiziksel temellendirilmesinden başka bir şey değil. a nesnesi ile b gücü tanrının iradesi sebebiyle etkileşime girmişlerdir ve tanrı ne isterse o olur, sübhanallah.

    bu açıdan bakıldığında dinin bilim karşısında hiçbir şansı yok gibi görünüyor oysa pratikte deneyimlediğimiz durum tamamen tersi. en aydınlanmış, iyi eğitilmiş uluslarda bile bilim metafiziksel ihtiyacı bastırmaya yetmiyor. bunu anlamadan din ile bilim arasındaki çekişmeyi anlamak da mümkün değil. benim bu konuda paylaşmak istediğim iki basit çıkarımım var. bunlardan birincisi bilimin temellendirme konusunda asla tamamen başarılı olamayacak olması. ikincisi ise bilimin günlük hayattaki en basit olayları bile açıklamakta yetersiz kalması.

    hemen itiraz etmeden önce ikinci çıkarıma dair aşağıdaki açıklamayı lütfen okuyun. bilimin günlük hayattaki en basit olayları bile açıklayamamasının altında bilimin gerçekten yetersiz olması yatmıyor. sadece günlük hayatın basit olayları dediğimiz kümenin bilimin konusu içine girmiyor oluşu gerçeği var. örneğin benim kızım çok güzel. sen ona çok uzun bakıp onu kıskandın. benim kızım düştü ve kaşı açıldı. bunun sebebi senin ona bakışındaki "nazar". şimdi bilim ile gerçekten uğraşan kimseye bu olayı çalıştıramazsınız. çalıştırsanız bile nazar bilimsel olarak ıspatlanabilir bir şey değil. vardığınız sonuç bunun basit bir tesadüf olduğudur. aynı şekilde benim çocuğum düştüğünde sen güldün. 5 dakika sonra senin çocuğun da düştü. bu adaleti sağlayan şeyin ne olduğunu yine bilim olarak çözemezsiniz. zira ortada ne bir adalet vardır ne de bir nazar. ancak pattern tanıma aygıtı olan beyin eğer gözlemlenen olguları açıklamak için toplumsal mutabakatla desteklenen bir kavramla karşılaşırsa -allahın adaleti, nazar, büyü, burçlar vs.- doğal olarak onu hakikat saymaya ve onu destekleyecek kanıtlar bulmaya odaklanır. bu işte de başarılı olur. tüm insanları burçlarına göre yargılarsanız kaçınılmaz olarak bazı patternler görür ve yaratırsınız. bu insanlığın son üç yüz bin yıllık serüveninde açıkça görülebilen bir davranıştır.

    insanlık tarihi düşünüldüğünde yeni ortaya çıkmış sayılabilecek bilim-felsefenin bu yaklaşımı yerinden etmesi mümkün değildir zira kimse en basit bir günlük olayı bile tam olarak anlayıp anlatamaz. bunun esas sebebi de (bkz: distributed causality)'dir. üstelik velev ki bunu açıklama kalktınız o kadar uzun sürer ve karşıdakinin o kadar çok şeyi anlatım esnasında öğrenmesi gerekir ki bu görevin tamamlanması imkansıza yakınsamaya başlar. böyle bir durumda tüm gözlemleri açıklamaya yeter bir joker kart -tanrı- tüm sorunları çözer.

    ikinci çıkarım bilim ile profesyonel olarak ilgilenmeyen geniş halk kitleleri ile iletişimle alakalı bir sorun. birinci çıkarım ise bilimin kendi içindeki bir sorun. hume'un tümevarım problemi hala çözülemediği gibi bilimin vardığı nokta çok daha karanlık. " ölçme problemi " hakikate yaklaşmanın en güvenilir kaynağı olan bilimin en güncel sorunu. böyle bir durumda bilim herhangi bir sorunun ulaşmaya çalıştığı bilgi katmanlarının hiçbirine ulaşamaz. peki nedir bu bilgi katmanları?

    1- x olayı tam olarak nedir?
    2- x olayı neden oldu?
    3- x olayı olduktan sonra ne olacak?
    4- x olayı karşısında ben ne yapmalıyım?

    bu herhangi bir organizmanın da yanıtını isteyeceği katmanlardır. bilimin bu sorulara yanıtı aşağıdaki gibidir:

    1- hangi seviyede açıklamamı istersin? fiziksel, kimyasal, biyolojik, genetik, nörolojik, antropolojik, tarihi, sosyolojik, siyasal, psikolojik sebepleri var. bunları anlatmam için önce benim 200 seneye yakın bir eğitim almam gerekiyor. yok eğer beklemeye vaktin yoksa bu saydığım bilim dallarında farklı açıklamalar var hepsini dinleyip kendi kararını verebilirsin. (bilim olarak basitçe bu olayın tam olarak ne olduğunu söyleyemeyiz.)

    2- fiziksel, kimyasal, biyolojik, genetik, nörolojik, antropolojik, tarihi, sosyolojik, siyasal, psikolojik sebeplerin bir araya gelmesi sebebiyle oldu. (bilmiyorum, bilebileceğimden emin değilim, bilsem bile anlatamam, anlatsam bile eğer çok hazırlıklı değilsen anlayamazsın zaten.)

    3- elimizde yeterli data olmadığından bilmiyoruz.

    4- sen olarak tanımladığın şey ne? o şey sen olmayabilirsin. bir şey yapma kararını verecek olan da sen olmayabilirsin. eğer sensen bile zaten bugüne kadar başına gelenler seni bir şey yapmaya zorlayacak. yok eğer tamamen güçlü bir özgür irade yanlısı isen de özgür iradenin ne olduğunu bilimsel olarak bilmediğimizden bir şey söyleyemeyiz.

    bir de aynı sorulara dinin yanıtına bakalım:

    1- x olayı bir insanın başına geldiyse, iyi veya kötü olduğuna bakılmaksızın bunun sınavın bir parçası olduğunu söyleyebiliriz. her şeyi bilen ve gören tanrı, insan ruhunun şeytanın fesadını yenip yenemeyeceğini test etti.

    2- tanrı o insanın daha önceki davranışlarına bakarak o insan için özel olarak düzenlenmiş bir hadise yarattı. bunu nasıl yaptığını ise bizim anlamaya beynimiz yetmez. sadece bilmemiz ve inanmamız gereken tanrının ne eylerse güzel eyleyeceği ve aslında her şeyin zaten bir sınav olduğudur.

    3- gaibi kimse bilmez. ancak eğer dua edip tanrının kurallarına uyarsak "en sonrasında" sonsuz bir ödül sahibi olacağız. huriler, yemişler, güzel kokular bizi bekliyor. bu sebeple tek bir olayı anlamaya çalışmak gereksizdir. zira tanrı ne kadar bilirsen bil senden bilge, ne kadar çalışırsan çalış senden beceriklidir.

    4- yapman gereken her şey bu tek bir kitapta -kuran, incil, tevrat- yazıyor. sadece bu kitabı bilmek sana yer yüzündeki tüm olaylar karşısında rehberlik sağlayacaktır. eğer hala ne yapacağını bilemiyorsan her şeyi gören-bilen, merhametli tanrıya sığın. en kötü ihtimalde bile seni din kardeşlerin olarak zaten yalnız bırakmayacağız. merak etme, her şey güzel olacak.

    şimdi bu iki yanıtı karşılaştırdığımızda insan kitlesinin ne kadar eğitilirse eğitilsin birinci yanıt setini ikinciye tercih etmeyeceği aşikardır. eğer bunu yapıyorsa bu daha tehlikelidir zira aslında din kadar geniş, kendinden emin, düzenli ve toplumsal dayanışma bakımından aktif olmayan bir şeyi - bilim - yapamayacağı bir şeye zorluyorsun demektir. zizek'in anlattığı o meşhur hikaye gibi: niels bohr evinin girişine bir at nalı asmış. onu görmeye gelen arkadaşları bunu anlayamamış ve sormuşlar: "yahu senin gibi bir bilim adamı da mı böyle bir şeye inanıyor?" bohr gülerek yanıt vermiş: "yerlilere sordum, bu at nalı inanmayanları da koruyormuş".

    bu sebeple din ile bilim arasında gösterilen çatışma aslında elma ile armutu bile değil, tavşanı kıyaslamaya benziyor. birbirine karşı konuşamayacak alanlar bunlar. öncelikle bunun farkına varılmadan, şimdiki gibi bir bilim algısı ile dinin negatif etkilerini ortadan kaldırmak mümkün değil. bilim ve din ilişkisine bakışın tamamen değişmesi gerekiyor.

    netice olarak, felsefenin -bilimi felsefenin bir alt dalı olarak gördüğümü tekrar hatırlatarak- dinin toplumsal işlevine odaklanması ve bu işlevin dinin kötü taraflarını dışarda bırakacak yeni bir tutarlı fikir demeti ile ikamesi üzerine önerilerde bulunması gerekiyor.

  • nihilist ve determinist bir idealizm mümkün mü?

    özellikle yeni teknolojik ve bilimsel gelişmeler ışığında ciddiyetle sorulması gerektiğini düşündüğüm bir sorudur.

    bir şeyi anlamaya başlarken, eğer işimizde ciddiysek, her zaman bir referans noktası almamız gerekiyor. çağdaş toplumlarda bu referans noktası bilim olarak görünüyor. eğer bir şey bilimsel olarak detaylı bir şekilde çalışılmış ve tutarlı sonuçlara ulaşılmışsa bunu gerçek kabul ediyoruz.

    burada bir sorun yok gibi görünüyor ancak bilimcilerin bugün çalıştıkları sorunların basitliği üzerine düşünürsek -örneğin "ölçmek ne demektir?" (bkz: yaşam nedir?) soruları- salt bilim referansı probleminin ciddiyeti hakkında bir fikir edinebiliriz.

    felsefe en başından beri objektif hakikatin peşindeydi. hakikatin objektif tanımı doğal olarak bireylerin inkar edemeyeceği bir temele dayanmak zorunda olduğundan bilim objektif hakikatin birinci bakış açısı haline geldi. defalarca yapılan deney ve gözlemler neticesinde kimsenin inkar edemeyeceği, inkar edenin ise ciddiye almamanın kesinlikle faydasının görüleceği bir sisteme geçildi.

    son aydınlanma her aydınlanma gibi/kadar iyimserdi. insan aklının her şeyi anlayabileceğini ve sadece akla dayanarak herkes için iyi hayatlar yaratılabileceğini düşünüyordu. bunun yolu olarak ise objektif hakikati -bilim, felsefe, ratio, logos- takip etmeyi öneriyordu. ancak tarih bize son aydınlanmacıların tam olarak haklı oldukları noktada, haklı oldukları için yanıldıklarını gösterdi. objektif hakikatin sonucu objektif hakikatin mümkün ya da anlamlı olmadığı sonucuna çıktı.

    son yirmi yılda ise teknoloji devrimi ile birlikte sadece filozofları ilgilendiren değil, insanlığın tamamının kültürü yeniden düşünmesini gerektiren bulgulara ulaşıldı. bu bulgulardan en önemlileri bir anlam arayışının metafizik olmadan temellendirilemeyeceği ve özgür iradenin olmadığı. bu ikisini bir araya getirdiğimizde insan ve toplumu bir yığın niceliksel veri olarak düşünüp tüm bireysel eylemlerimizi ona göre düzenlemek makul ve meşru hale geliyor. oysa özgür irade olmadığı için ve herhangi bir eylemin diğerinden niteliksel bir farkı olmadığı için - günümüzün en objektif hakikat penceresinden a kişisinin b kişisine tecavüz etmesi ile onun hayatını kurtarması arasında bir fark yoktur. birey dediğimiz madde, maruz kaldığı etkiler nedeniyle eyleme geçmek zorunda kalmıştır, hepsi budur. - anlamaya çalışmak ve anlamaya çalışmanın tüm yolları - felsefe, sanat- gereksizleşiyor.

    hume sonsuz kuşkuculuğu ile mutlak bilgiye ulaşmanın mümkün olmadığını bu yüzden zamanı tatlı tatlı geçirmek gerektiğini söyler. "ne mutlu ki, usun gücü bu kara bulutları dağıtmaya yetmezken, doğanın kendisi bu amaç için yeterlidir ve zihnin bu eğilimini gevşeterek ya da küçük
    bir oyalanmayla ve duyularımın tüm bu kuruntuları gideren diri izlenimiyle beni bu felsefi melankoli ve sabuklamadan kurtarır. yemek yerim, tavla oynarım, söyleşilere katılırım; dostlarımla birlikteyken mutluyumdur; üç dört saatlik eğlenceden sonra bu kurgulara geri döndüğüm zaman bunlar bana öyle soğuk, gergin ve aptalca görünürler ki, içimden onları daha fazla incelemek gelmez."(1) aynı şeyi nolen gertz de şöyle aktarır "nihilizm gerçeğini kavradıktan sonra ne yapmamız gerektiği sorusuna gelince, lin-chi'nin şu tavsiyesi oldukça anlamlı olabilir: "sadece sıradan davran, özel bir şey yapmaya çabalama. bağırsaklarını çalıştır, çişini yap, giyin, pirincini ye ve yorulursan yat aşağıya."(2)

    nihilizm ya da "hakikat" ile uğraşan insanların varması potansiyel bir sonuçtu bu eskiden. oysa şimdi bu rutin. bilimin sadece daha büyük bir "bilmiyorum!" yarattığı, tanrıların artık eğlencelik olduğu bir çağda en iyisi canımız neyi isterse onu yapmaktır. ancak biliyoruz ki bu yaklaşım ne gerçek değişimi yaratacak kitlelere ve profesyonellere açıklanabilir ne de günlük hayata kılavuzluk sağlar. toplum olmanın sadece bilimden çıkarsanamayan gereklilikleri vardır. objektif olarak doğru olanı temellendiremesek bile doğru olanın yapılmasını talep etme hakkına sahibizdir. siyaset bilimi felsefe ve bilimin aksine toplumsal olanın edimselleşmesi ile ile uğraştığında bir fikrin rıza ile olan ilişkisini ciddiye almak zorundadır.

    bu ufak girizgahtan sonra soruya gelelim: nihilist ve determinist bir idealizm mümkün mü? anlamı temellendirecek bir gerçeğin olmadığını ve her eylemimizin maddenin zorunlu etki tepkilerinden ibaret olduğunu kabullenerek hala bir idealist olabilir miyiz?

    soruyu yanıtlamadan önce idealizmi felsefi anlamından ziyade toplumsal anlamı ile ele aldığımı belirtmeliyim. idealist kimseden hakikatin bu dünya üzerinde olmadığını düşünen ve nerede olduğunu bilmediği ancak var olduğundan emin olduğu bu ideale göre eylemlerini şekillendiren kimseyi değil, salt niceliğe indirgenemeyenlerin varlığına ve eylemin "daha ortak iyi"ye yönlendirilebileceğine inanan kimseyi anlıyorum.

    bu idealist kişi bilimsel çıkarımlara kuşku ile yaklaşır ve tarihte bu pozisyonu alanlara baktığımızda genelde haklı çıkarlar. idealistin bilim karşıtı ya da düşmanı olduğunu söylemiyorum; o sadece bilimsel çıkarımların gerçekliğin tamamını çevrelemediğinin bilincindedir - ki biliminsanların çoğu da bunu çok iyi bildikleri için toplumsal etkisi olacak çalışmalar konusunda kendilerinden emin bir şekilde konuşmaktan çekinirler.

    nihilist ve determinist hakikatte insanların esas korkusu her şeyin serbestliğinin yaratacağı toplumsal düzensizliktir. bu düzensizlik ihtimali her ne kadar sapolsky'nin gösterdiği üzere gerçek olmasa da yine de insanların özgür iradenin olmadığı fikrine mesafeli yaklaşmalarını sağlar. oysa her şeyin aynı derecede hiç olduğu -ki bu hiçlik determinizmle barışıktır, yukarıda söylediğimiz gibi her olan bir diğer olanın kaçınılmaz sonucuysa o halde araya giremediğimiz, etki edemediğimiz sadece maruz kaldığımız anlamsızlık(hiç), her şeydir.- noktada hiçler arasından yönelinecek ortak iyiler seçmek zorundayızdır. idealizm bu noktada tamamen kullanışlı bir hale gelir.

    bence özgür irade ile ilgili problem insanların her şeyin serbest olması durumunda kötü şeyler yapacak olmaları değil, iyi şeyler yapmaya çaba harcamaktan daha kolay kaçınacak olmaları. özgür irade yoksa seçmek diye bir şey yoktur ve iyi a ile ve kötü b seçenekleri sadece bir illüzyondur. a ya da b zaten olacaktır ve ben bunlardan birine gitmek için zaten yapmak zorunda olduklarımı yapacağım. o halde iyi bir şey için çaba harcıyor olma illüzyonunu kendime yaşatmama değmez, bunun yerine basit keyifleri izleyebilirim.

    o halde felsefi olarak nihilist/determinist bir pozisyonda olmak kaçınılmaz olarak kişisel rahatsızlığa yol açacaktır. herkesin basit keyiflerini izlediği bir ortamda bu kadar artmış insan nüfusunun barbarlığa evrilmesi düşünülenden daha süratli olabilir. bu keyfilik bugüne kadar inşa ettiğimiz toplum yapısının temelinden çökmesi demektir. bu ucu herkese dokunacak bir sorundur.

    peki çıkış nerede? söylediklerimin hepsi doğruysa bile, ee?

    bu noktada nihilist-determinist bir idealizmin (ndi diyelim kısaca) mümkün değil zorunlu olduğunu iddia ediyorum. daha açıkça söylemek gerekirse ndi; aslında sapiens türünün zamanın başından beri içinde yaşadığı felsefi imkansız zorunluluktur. özgür irade ve anlam hiçbir zaman yoktu ancak insanlar anlamı yaratmanın ve özgür iradenin varlığı üzerine evrimsel süzgeci alt edecek stratejiler geliştirmenin yollarını her zaman buldular. yapmamız gereken bizden öncekilerin yapmayı başardıkları şeyi nihilizm sayesinde kutsallardan determinizm sayesinde sorumluluklardan kurtararak yapmak.

    yani, kutsallaştırmadan ve yargılamadan hayatta kal, birlikte iyi geleceğe inan. anlamsız bir şekilde yapmak zorunda olduğumuz ve hepimizi pozitif etkileyecek en geniş uzlaşı bu olabilir.

    kaynak
    1- david hume, insan doğası üzerine bir inceleme, bilgesu yay, sf.184.
    2- gertz, n. (2022). nihilizm (m. tunçay, çev.; 1. bs). pan yayıncılık.sf,90.

  • !nihilizm üzerine notlar

    nietzsche'ye göre yaşamın anlamsız olduğunu keşfetmek nihilizm değil; bilakis yaşamın anlamsız olduğunu keşfedip buna rağmen yaşamaya devam etmek nihilizmdi.

    gertz, n. (2022). nihilizm (m. tunçay, çev.; 1. bs). pan yayıncılık.sf,88

  • james tartaglia

    kendisini "philosophy in a meaningless life: a system of nihilism, consciousness and reality" adlı kitabıyla tanıdığım, yaşamın anlamsız olduğuna inanan çağdaş bir filozof.

« / 131 »