favorileri (12)

başlık listesine taşı
  • seçim sonrası stress bozukluğu

    değerli kedi çok güzel bir yazı yazmış. şimdi kötülenen eski türkiye'de soluk almış herkes o günleri özlüyor.

    çünkü özgürdük.

    bu seçimden önce de özlediğim şey o zamanın ruhu değil, o zamanın özgürlüğüydü. ama güzel memleketimin insanları bir olup, birçok yanlışı gerçek sanarak bir seçim yaptılar ve bana şöyle ağız tadıyla bi rakı içirtmediler.

    sorun şu: bizim gibi düşünen azınlık herkes istediği gibi yaşasın isterken çoğunluk, herkes onların istediği gibi yaşasın, istedikleri şeye gerçek gözüyle bakılsın istiyor. bu hem mümkün değil, hem de yanlış.

    bu sürdürülen zihin seti ve bu zihin setinin devleti yönetmesi hem ekonomik hem sosyal anlamda halka zarar veriyor, verecek. bu durum da iyiden iyiye canımı sıkıyor.

    hepimizin stoacı kaslarını geliştiren bu durum sonsuza dek sürmeyecek elbette. ama bu süreci birbirimize daha çok yaslanarak ve değerli şairimiz @tevfik lukret'in öğüdünü tutarak verimli ve nispeten huzurlu geçirmek mümkün. adana tabiriyle: "araya giden" yıllar haline gelmesinler diye.

  • ümit

    14 mayıs günü ait olduğum ülke kitlesince benden sökülen şey.

  • muharrem ince

    11 mayıs 2023 tarihinde cumhurbaşkanlığı adaylığından çekildiğini beyan eden politikacı.

    başına gelenlere eğlenenleri anlayabilirim ama bundan sanki seçimin ilk turda kazanılmasının kesinleşmesi nereden yorumlanıyor anlamıyorum. zira adam aylardır kk aleyhine kitlesini öyle bir doldurdu ki, deepfake videolarını bile bekleyen tipler gördük. şimdi bu kafa kalkıp da kılıçdaroğlu'na oy vermez, muharrem dese bile vermez. iha siha el amcukiye der, hdpliler der şunu bunu der gider rte'ye oy verir. ha, seçim sonuçlarını çok değiştirmez bu ama chp'ye koşa koşa gideceklerini sanmıyorum. yani kılıçdaroğlu'nun önündeki tek engel kalkmış artık dikensiz gül bahçesine girmiş gibi düşünmek için çok erken bence.

  • albino kuzgun

    muhtemelen doğada en nadir rastlanan kuştur. kırk yılda bir bu bembeyaz kuşlardan bir tanesi dünyaya gelir. kaçınılmaz olarak kendi türü tarafından dışlanır ve ölüme terk edilir veya bir sürü desteği olmadan çok zorlu ve yalnız bir hayat sürmek zorunda kalır.

    ortaçağ irlanda edebiyatında birçok beyaz kuzgun savaşla ilişkilendirilmiştir; onlara irlandalılarca badba bana denirdi.

  • cheshire cat

    çoğunlukça lewis carrloll'ın klasik eseri alice's adventures in wonderland'den bilinen kurgusal bir karakterdir. geniş ve muzip sırıtışıyla ve istediği zaman görünmez olabilmesi ve yeniden görülür olabilmesiyle tanınır bu varlık. "grin like a cheshire cat" deyişi, carroll'ın eserinden öncesinde de vardır ve uzmanlar bunun anlamında uzlaşmış görünmektedirler lakin bu "kedi"nin kökenleri hala gizemini korumaktadır. alice'in hikayesinin yazıldığı 1865 senesi öncesinde bu fantastik mahluk nasıl bir şeydi veya kim(ler) tarafından "yaratıldı" henüz bilemesek de, kendisi artık edebiyatın sınırlarını aşmış ve televizyondan politik karikatürlere popüler kültür basınında/medyasında, hatta bilimden işletmeye disiplinler arası alanlarda yerini almıştır.

    alice'in "sırıtan kedi"si (böyle çevrilmiş sanırım türkçe tercümesinde), kızın karşısındaki bir ağacın üzerinde kademe kademe görünmez olur ve geride yalnızca koca sırıtışı kalır (aslına bakarsanız kendisi düşes'in kedisidir). eserin bu kısmı gerçekten ilgi çekicidir; aşağıdaki alıntıda carroll'ın nüktedanlığına hayran kalmamak mümkün değil.

    'well! i've often seen a cat without a grin,' thought alice; 'but a grin without a cat! it's the most curious thing i ever saw in my life!' - lewis carroll, alice in wonderland - chapter 6

    türkçesini hatırlamıyorum bu kısmın ama bu bence kolayca ve bir nevi kayıpsızca çevrilebilir dilimize ve türk(çe) okuyucuları da kıkırdatabilir. ben aşağıdaki gibi tercüme ederdim.

    'hmmm! sırıtışı olmayan kedi çok görmüşümdür,' diye düşündü alice; 'fakat kedisi olmayan bir sırıtış! işte bu hayatımda gördüğüm en tuhaf şey!'

  • 'borgia'lar

    başlığı nasıl açayım diye epey düşündüm. çok ünlü ve tarihe yöne veren bir aile 'borgia'lar. the borgias diye açmak içime sinmedi; çünkü hem aynı adlı bir kitap var ve ben kitabı tanıtmıyorum hem bu isimde bir dizi var, ben diziyi de tanıtmıyorum. üstelik bu ingilizce bir ad ve aile ispanyol asıllı italyan bir aile. yine ingilizce 'house of borgia' desem, ingilizce olacağı için yine olmayacaktı. italyancası olan 'casa borgia' ya da 'la famiglia borgia' da içime sinmedi, en iyisi türkçeye uygun hale getirilmiş bu haliydi. şimdi gelelim bu 'molto famoso' aileye. keyifli okumalar.*

    bir aile düşünün. ölümlerinden yüzlerce yıl sonra bile hala yüz buruşturularak hatırlanan, müziklere, tablolara, filmlere, bilgisayar oyunlarına esin kaynağı olmuş ve olmaya da devam edecek bir aile.
    o aileyi başlatan kişi ispanyol asıllı bir soylu kişi. daha sonra tarihteki ilk ispanyol asıllı papa oluyor. (alfonso de borgia. papalık adı: papa ııı. callistus) daha sonra yeğeni, rodrigo de lanzòl-borgia da onun yolundan gidiyor. ama bu rodrigo, dünyevî arzuları çok güçlü bir adam. özellikle de cinsî iştahı. pek çok kadınla illişkisi oluyor. daha kardinalken, vanozza dei cattanei'den dört çocuk yapıyor ki, bunlardan ikisi, ahlaksızlıkları ve adam öldürmedeki ustalıklarıyla tarihte kendilerine haklı bir yer ediniyorlar.
    önce bu dört çocuğun adlarını yazalım, sonra o iki ünlü tarihi kişiyi özellikle vurgulayalım:
    giovanni, cesare, lucrezia ve gioffre.
    ama illaki cesare ve dahi lucrezia. (ana karakterlerimiz bu ikisi.)

    giovanni'nin ölümü erkek kardeşi cesare'nin elinden oluyor. ya da şöyle diyelim. cesare ve lucrezia arasında ensest bir ilişki var, bu babaları tarafından da biliniyor ve destekleniyor. işte bu iki sevgili kardeş abilerini bir şekilde ortadan kaldırıyorlar. işin bizi ilgilendiren kısmı ise, o sırada kardeşine (ii. bayezid) karşı yaptığı hükümranlık savaşı sonrası yenilen ve pek çok diyarı gezdikten sonra yolu kendisi istemese de roma'ya düşürülen cem sultan yüzünden giovanni ve cesare'nin zaten rekabet yüzünden açık olan aralarının iyice açılması. giovanni ortadan kaldırıldığı sıralar cesare babasının torpiliyle kardinal. ama abisinin ölümünden sonra din adamlığını bırakıyor ve bir fransız prenses ile evleniyor.

    gelelim sevgili papamıza. bu adam -o dönemdeki bütün papalar gibi- o kadar güçlü ki, sabahlara kadar sefahat alemlerinden çıkmıyor ve bunu da herkesin gözü önünde yapıyor. bu anlattıklarım 15 yy. sonlarında geçen olaylar ve o zamanın pek çok yazar ve tarihçisi tarafından kayda alınmış olaylar. bizler tabii ki olanları onların kaleminden öğreniyoruz.
    rodrigo papalığı sırasında kendisinden çok genç giulia farnese ile de ilişkiye giriyor ve ondan da bir kızı oluyor.

    sırada kızkardeş lucrezia var. daha 13 yaşındayken -tabii ki babasının isteği ile- milano bölgesindeki güçlü sforza ailesi ile iş birliği için giovanni sforza ile evlendiriliyor ama lucrezia'nın babası ve abisinden kalır yanı yok. papa babasının artık bu aileye ihtiyacı kalmayınca, gebe haliyle kocasından boşandırılıyor ama çocuk zaten kocasından değil, perotto adlı genç bir seyisten. babasının gücüyle hala bakire olduğu ve evlilik hükümlerinin yerine getirilmediği söylenerek kocasından boşandırılan lucrezia, gizlice doğururken, cesare tarafından öldürülen -ya da öldürttürülen- çocuğun babasının cesedi de tiber nehrinin karanlık sularından çıkarılmaktadır. lucrezia daha sonra yine ve yine evlendirilecektir, hep aynı nedenle; siyaseten. gerçi son kocasını sevdiği söyleniyor. elbette başka başka ilişkiler de yaşarken, kocasına bir yığın çocuk doğurmuş, son doğurduğu çocuktan sonra o zamanların ve hatta günümüzdeki anne ölümlerinin en önemli nedeni olan lohusalık humması yüzünden de gececik yaşında ölüp gitmiştir. yaşadığı zaman diliminde 'üstat bir zehir uzmanı' olarak tanınsa da, öldürdüğü ya da ölümüne neden olduğu kişilerin ölümündeki asıl günahın onu bu hale getiren babasında aranması gerektiğini söyleyebiliriz.

    cesare, babasından öğrendiği siyasi oyunları büyük bir beceriyle oynasa, hatta babasının ölümünden sonraki papaların seçilmesinde sürekli parmağı olsa da, bir çekirge olarak ne yazık ki, çok zıplayamamış, siyasi hesapları bir yerde ters tepmiş ve sonunda kendisi de bok yoluna gitmiştir. (şunu da ilave edelim; leonardo da vinci bile cesare için iki yıl 1501-1503 yılları arasında bizzat hizmet vermiştir.)

    en küçük oğlana gelirsek, bu oğlancık da, babasının istediği gibi siyasi bir evlilik yapmış ama her ailede olduğu gibi borgialarda da olan o rezilden vezir de çıkar hikayesi gerçekleştiği için pek etliye sütlüye karışmamış, karısı sayesinde kazandığı toprakları oğluna bırakabilmiştir. ve hatta ve hatta, 1644-1655 yılları arasında papa olan papa x. ınnocentius, gioffre borgia'nın torununun torunudur. yani papalık tarihindeki papalardan biri daha bu ailenin soyundan gelir. (şunu da not düşelim; gioffre'nin torunlarından biri daha önce 'aziz' bile ilan edilir. yani hepsi de hırsızlık, uğursuzluk, rüşvet, torpil, cinayet, seks manyaklığı ile suçlanmamışlar.)

    hikayemizin sonunda yeniden baba rodrigo'ya dönersek, (ki papalık adı; vı. alexander'dır.) bu sevimli ve azgın büyükbaba, papa olarak papalık yatağında huzur içinde ölmüştür. (bkz: yatağında huzur içinde ölmek)

    o dönem öyle bir dönem ki, ispanyollar yeni dünya dedikleri amerika kıtasını keşfetmişler, tonlarca altını avrupa'ya yığmakla meşguller. bir yandan engizisyon ateşleri yanar, suları kaynarken, bir yandan da sanatta ve edebiyatta yeni bir çağın müjdeleri çağıldamaktadır. her ne kadar iki aile de iktidar mücadeleleri yüzünden can düşmanı olsalar da, tıpkı medici ailesi gibi borgiaların da rönesans'a olumlu etkileri olduğunu inkar edemeyiz.

    evet son olarak medicilere de göz kırptıktan sonra yazımızı sonlandırabiliriz. dünya bugünlere kolay ulaşmadı. ve bence de adalet yaratılan en güzel ütopyaydı.

    ek: vatikan'ı ziyaret ettiğinizde borgiaların kötü şöhreti nedeniyle 400 yıl kapalı tutulan ve rodrigo tarafından yaptırılan borgia dairelerini mutlaka geziniz. oradaki odalardan birinde -azizler odası- hiç beklemediğiniz birini, cem sultan'ı da size doğru bakarken görebilirsiniz. size bu odalardaki resimleri görebileceğiniz bir link de bırakayım: borgia daireleri

  • la chatte noire

    sözlüğe hızlı bir giriş yapmış, bilgilendirici girdilerin sahibi yazar. işte bu gibi yazarlarla aynı yerde yazmak ve fikirleşmek hevesi ile buradayım.

  • yurt dışı milletvekilliği

    #4366 no.lu entry'de @la chatte noire o kadar çok ard arda doğru şey söylüyor ki bir yanıt yazmasam mı diye düşündüm bir an. ancak yine de diyaloğun sürmesi ve tartışmanın derinleşmesi için zannediyorum ki konuşmaya devam etmek gerekiyor.

    öncelikle yurt dışındaki insanların temsilinin dış işleri bakanlığı tarafından yürütülmesi gerektiğini söylemek zannediyorum ki temsil kavramını farklı anlamamızdan kaynaklanıyor. sorunlarla ilgilenmek noire için temsili kapsayan bir anlamı haiz iken benim için bu şekilde değil. ben temsili daha çok politik hürriyetin bir uzantısı olarak yasama sürecine dahil olmak olarak anlıyorum. elbette yurt dışında yaşayan insanların neden kendilerini bağlamayacak yasalar hakkında söz söyleme hakkı olmalı diye sorulabilir, ancak burada bahsettiğimiz kimseler türk vatandaşlarıdır ve yasamaya katılmak onların anayasal hakkıdır. artık bir bakanlar kurulu olmadığı için bu insanların dış işleri aracılığı ile yasamaya katılmaları mümkün değildir, ki öncesinde de zaten değildi.

    ikinci mesele gubidik sistemin b.ktanlığı ve son 10 yılda türk hariciyesinin geldiği durum. bu konuda sıfır itiraz. ortamı yumuşatmak adına bir kara mizah esprisi yapacağım: egemen bağış çekya büyükelçisi.

    sonuca bir itiraz olarak da uygulamanın yanlışlığı konusunda detaylı bir okumam olmadığı için derin bir yanıt vermeye çalışmayacağım ama babacan'ın niyeti buysa, partisinin vekil adayları chp listelerinden giren ve chp'nin vizyonuna gerçek bir katkı sağlayan bu siyasetçinin bu niyetinin neden yanlış olduğunu anlayamıyorum. akp'den oy tırtıklamak amacında yanlış olan nedir? muhafazakar demeyelim holigan akp'lilerin oylarını dolaylı olarak millet ittifakına katmak isteyen bir siyasetçiyi eleştirmeli mi, yoksa bunu daha önce kimsenin aklına gelmemiş bir yöntemle yaptığı için tebrik mi etmeli ben emin değilim.

  • la chatte noire

    sözlüğe yeni gelmiş ve onu ileriye taşıma gücüyle bizi etkilemiş şahane bir yazar.

  • tercüme

    ben çocukkene aktif bir şekilde icra edilen, ama bugünlerde rastladığımızda "aaa bi de bu iş vardı di mi?" diye bizi düşündüren meslekler var.
    kalaycılık misal. ya da kunduracılık. veyahut yorgancılık. terzilik... ciltçilik... vs. vs.

    sokaktan kalaycı geçtiğinde bütün evlerden çocukların eline tavalar, taslar, tencereler tutuşturulur, kalaycıya gönderilirdi. anneannem de beni bu brokerlik pozisyonunda işlevsel görürdü rahmetli. daha kafamın paraya pula basmadığı zamanlardı. işin tarifesi neydi, kadınlar çocukların eline kaç parça eşya, kaç adet atatürk resmi tutuşturacaklarını nerden bilirlerdi, hatırlamıyorum. ama sorunsuz, tıkır tıkır işleyen bir süreçti. kadın camdan kalaycıya bağırırdı. kalaycı 'tamam abla' gibi bir şeyler der, sırtında taşıdığı ekipmanı indirirdi kaldırımın geniş bir yerine. sonra da kadın evdeki oğlanlardan angaryayı kabul edecek kadar küçük, ama bir yandan da becerebilecek kadar büyük yaşta olan bir tanesinin eline tutuştururdu ne kadar kap kacak varsa. ben merdivenleri inip dış kapıdan geçene kadar da kalaycı mucizevi bir biçimde ateşini yakmış olurdu. 3-5 dakka içinde o ateşte erimeye başlayan kalayı bakır kapların orasına burasına güzelce yedirirdi. zaten kalayladığı 7 milyonuncu tencere olduğu için gözü kapalı bile yapabilirdi muhtemelen, ama o mevzuda iddialaşmadım hiç kendisiyle. iş bitip tencere soğuyunca da al mektuplarını, ver mektuplarımı kısmını hallederdik faaliyetin. daha doğrusu adam hallederdi de, ben de hesaptan kitaptan anlıyomuş gibi orda bakarak olurdum. bi nevi türkiye'deki inşaatları denetleyen tipler gibiydim yani.
    hala bazen şişli'deki sokağımızda gördüğüm oluyor. ama ben çocukken gençten sayılabilecek kalaycı adamlar artık 60'larında açık net. artık malzemeyi sırtlarında taşımıyorlar da her yeri pastan dökülen bir kartal ya da torosla gezdiriyorlar. bir de kömürlü bir ufak ocak yerine artık tüplü bir şeylerle yapıyorlar, ama bizim bildiğimiz küçük tüplerle alakası yok. yalnız bir ortak noktaları var ben çocukkenki kalaycılarla şimdikilerin. konuşmayı pek sevmiyolar. çocukluğumun kalaycıları 9 yaşındaki veletle muhatap olmaya erindiği için konuşmazdı sanırım. şimdikiler de mesleklerinin son günlerini saymanın hüznünden galiba. ama bir şey çok açık: 10 sene sonra atıyorum dünyaya saldıran uzaylılara karşı elimizde işleyen tek silahın kalay lazeri olduğunu fark etsek bile numunelik bi tane kalaycı bulamayacağız şifa niyetine. trend net.

    ilkmektep 2'de miydim, 3'te miydim, hatırlamıyorum. doktorun biri "sizin oğlan yampirik basıyo, gidin kunduracıya söyleyin tahta potin yapsın" mealinde bişeyler dediydi benim rahmetlilere. bizimkiler de aldılar beni, götürdüler kunduracılar çarşısına. orda babamın tanıdığı birine gittik.
    babam da babaydı be. hani o yaşlarda dünyanın en önemli adamıymış gibi gelir ya size. benimki de memlekette herkesi tanırdı. ya da ben öyle sanırdım. camcı mı lazım? bizim halil'i çağır gelsin. anahtarcı? necmi vardı ya, babamın tanıdığı, ona giderdik. elektrikçi lazım diyosun? hemen fehmi ustaya yollanırdım. pide döktürecek olurduk, apo'ya gönderirdi. tabi apo'yu öyle anarşik gomunik filan düşünmeyin, sıradan bir pideciydi kendisi. işini iyi mi yapardı, kötü mü, bilmirem. ama babam onu tanıdığı için ona gönderirdi bizi.
    velhasıl, kunduracı abdül'ün tükkana gittik. abdül'ün gerisi nedir, kayıtlarımda mevcut bir bilgi değil. siz deyin abdüllatif, ben deyim abdülrezzak. neyse, abdül çıkarttırdı benim yan basmaktan yamulmuş ayakkabıları. mezurasını çıkardı, oradan çekti, buradan sardı. 3-5 ölçü aldı. ondan sonra da ayağımdan çıktıklarına benim mi daha çok sevindiğim, kendilerinin mi daha çok sevindikleri belli olmayan eski ayakkabılarıma baktı. babama göstererek "abi bak işte bunları kösele diye satıyorlar ama uyduruk malzeme. bundan kemer yapmam ben, adam ayakkabıya koymuş. haliyle eğiliyor, bükülüyor. olan da bu sabinin ayağına oluyor" dedi. neyse, bizi gönderdi, haftaya gelmemizi tembihleyerek. o arada da tahta ayakkabıları yaptı ölçüsüne göre. hani öyle tahta diyince heidi'nin ayakkabıları gibi bişey gelmesin aklınıza. dışarıdan bakınca deri ayakkabı modeldi, ama içeriden epey sertti. o kısmını bir ben bilirim zaten. 5-6 ay giydim onları, ayağım içine sığmaz, sığmadığını da tarafıma bağıra çağıra bildirmekten çekinmez hale gelene kadar. lakin ne olduysa o dönemde, sonraki ayakkabılarımın hiç öyle tek bir tarafı yamulmadı, ezilmedi. artık ben mi düz basmayı öğrendim, yoksa sonraki ayakkabılarımda malzeme kalitesini mi artırdılar (ki kinetix bile giydim vaktinde hani orta anadolu ergenleri arasında onun moda olduğu zamanlar) tam bir şey söyleyemeyeceğim.
    bu kunduracı milleti sıfırdan potin yapmanın yanında mevcut potinleri de tamir ederlerdi. tabii o zaman tamir edilable ayakkabılar vardı. bugünkü gibi artık vietnam bile pahalı geldiğinden kamboçya'da yapılan naylon torbadan hallice şeyler değildi o zamankiler. ve evde ayakkabı dolabı olmazdı. zira herkesin bir çift ayakkabısı olduğundan, dolap dolduracakları aklımıza gelmezdi. benim hanım bugün 20 çift (abartmıyorum, ki zaten abartı mevzuu bir rakam olmadığını siz de kendi deneyiminizden biliyorsunuzdur) ayakkabı türevine bakıp "giyecek hiç ayakkabım yok" diyebiliyor. o zamanlarda tahayyül edilebilecek bir durum değildi bu. bayramda bir çift ayakkabı alınırdı. o benim ayağıma olmaz hale gelene kadar giyerdim. bi yeri sökülmüş, açılmışsa kunduracı abdül'e gider düzeltilirdi. o yolculuk da yaz mevsimine geldiyse ayağımda terlikle şahsım tarafından, kış mevsimine geldiyse muhterem pederim tarafından gerçekleştirilirdi. takip eden yılda da benim ufak biraderin demirbaşına kaydedilirdi. ve bu süreç tekrarlar giderdi.
    geçenlerde baktım kunduracılar çarşısına da, evet hala kunduracı mekanın sahipleri. ama mahiyeti değişmiş ticaretin. artık imalat ya da tamirat değil, istanbul'dan gelen malı memleketin ilçelerinden gelen müşterilere "kaktırma" aktivitesi var mekânda sadece. müşteri kitlesi içinde de bırak medreseyi, dar-ül fünun'u, mekteb-i salis (yani lise) bitirmiş kimse de yok gibi. değişen devranın, eriyen kitlelerinin hala ucundan sarıldığı bir adetin çökmekte olan tezahürü artık oradaki.

    bizim sokakta, babamın yazaanenin karşısında bir 'matbaa' vardı. matbaa dedimse, gutenberg'inkinden çok da hallice değil. hala elle dizilen harfleri vardı. onlarla resmi evrak olmak üzere bir şeyler basarlardı. bir de ciltleme yaparlardı. eskiyen, dağılmaya çalışan kitapların elini yüzünü toplarlardı. babamın tuttuğu defterleri sağlamlarlardı. bir de, benim marifetmiş gibi biriktirdiğim bilim ve teknik dergilerini yıl yıl ciltlerlerdi. bugün çok komik geliyor ama o zaman o dergileri saklamam gerektiğini düşünürdüm niyeyse. saftirikliğimin bir bahanesi olarak daha google ile, hatta internet ile, hatta neredeyse bilgisayar ile tanışmamış olduğumuzu söyleyeyim.
    ben üniversite için memleketten gittikten sonra görmedim bir daha o matbaayı. tabi döndüğüm oldu memlekete ama, galiba artık yerinde yoktu o matbaa. tıpkı onun gibi başka matbaalar ve ciltçiler gibi. zaten bilim ve teknik de yalan oldu fetöcülerin elinde. ne yalan olmadı ki memlekette.

    neyse, demem odur ki, çok değil, 3-5 yıla bizim meslek, yani tercüme de bunlar gibi olacak. 3-5 yıl giderek daha ziyade kunduracılar çarşısındaki satıcılar gibi ekmek yemeye devam edeceğiz. paralı bir iş düşürdük mü oradan o ayın nafakasını da çıkardık diye halimize şükredeceğiz. istanbul'dan değilse de google'dan ya da chatgpt'den gelen uyduruk malzemelerin elini yüzünü toparlayarak gittikçe küçülen bir müşteri kitlesine satmaya devam edeceğiz.
    10 yıla da tercüman dediğin bizim sokağa hala yılda 2-3 kere uğrayan 60'lık emmi gibi olacak. zanaat icra ettiğini, ama artık o zanaate talep kalmadığını bilmenin depresyonuyla yorgun... kendisinden sonra kimsenin gelmeyeceğini bilmenin hüznüyle sıkkın... belki mesleğin demografisindeki daralma 3-5 sanatkar kitap çevirmeninin emekliliğe yetişmesini de kurtarır sonrasında ama... bunlar hep uzatmalar artık. ne kaldı ki şurada douglas adams'ın babelfish'ine?

  • malumun ilamı

    yerine 'malumun ilanı' kullanılarak sıklıkla yanlışa düşülen arapça tamlama. 'ilam' sözcüğü, mahkeme ilamı dışında günlük hayatımızda kullanmadığımız bir sözcük olduğu için bu anlaşılabilir bir durum aslında. malumun ilanı ifadesini kullananlar, -doğal olarak- daha tanıdık olan, hem yerine tam oturduğunu düşündükleri, hem günlük hayatta da kullandıkları 'ilan' sözcüğünü kullanmayı tercih ediyorlar.
    malum, bilinen demek, ilam da bildirmek demek ve ikisi de arapça aynı kökten geliyor; alim, ilim, muallim, talim, allame.... sözcükleri gibi.
    malumun ilamı, -tam olarak, birebir sözcük anlamıyla-; 'bilineni bildirme' demek.
    'ilan' da aslında ilamla çok benzer bir anlam taşıyor; açıkça bildirme, duyurma, duyuru. ve 'malumun ilanı' dediğinizde de ne dediğiniz anlaşılıyor. sadece 'malumun ilamı', ikisi de aynı kökten gelen sözcükler olarak daha güçlü ve kulağa daha hoş geliyor.
    sonuç olarak hangisi hangisinin yerini alacak, zaman gösterir elbet ama benim için fark etmeyecek. (galat-ı meşhur lugat-ı fasihten yeğdir.*)

  • tercüme

    arapça 'terceme' sözcüğünden gelen tercüme, kısaca çeviri olarak türkçelenir.

    tek kelimelik tanımlar hele de başlık tarafımdan açılmışsa, can sıkıcı. aslında bu kelime o kadar önemli ve küresel dünya için o kadar elzem ki, her gün doğrudan tercüme konulu ya da bir ucundan tercüme ile ilintili yüzlerce şeyle karşılaşıyoruz. en basitinden, bu tür sözlüklerin yazarlarının -genel olarak- en büyük hayali yurt dışında yaşamak. bu nedenle 'dil' öğrenmenin zorluklarını sürekli yaşıyorlar.

    günlük yaşam içinde kendimize ayırdığımız zaman içinde bize haz veren müzikleri dinlerken, film ya da belgesel izlerken.......
    bu eylemlerin büyük çoğunluğunda ya dinlediğimizi; bildiğimiz, öğrendiğimiz ölçüde beynimiz kendiliğinden tercüme ediyor ya da tercümesine bir şekilde ulaşıyoruz, bu tercümeleri/çevirileri bazen beğeniyoruz, bazen beğenmiyoruz.
    yazarlarının, yazdıkları kitap dizilerinin son kitaplarını yazmasını heyecanla umut ettiğimiz, 'got' veya 'kral katili güncesi' gibi kitapların, tercümelerinin yapılacağı ve bizim o kitapların satırlarıyla baş başa kalacağımız anların hayalini kuruyoruz.
    bu konuyla alakalı yakın gelecekte gerçekleşeceğine kesin gözüyle baktığım bir hayalim daha var:
    günün birinde -umarım bu gün yakın bir zamanda gelir- bedenimizde ya da üzerimizde taşıyacağımız küçücük bir elektronik aletle dünyanın tüm dillerini anlamayı ve konuşmayı başarabiliriz.

    umberto eco'nun gülün adı romanını hatırlayın.
    bir zamanlar, tüm bu yazı-çizi, çeviri işleri küçücük bir azınlığın elindeydi.
    -'bilgi her zaman güçtü ve öyle kalacak'-
    şimdi bu yüzyılda, dünyanın her yerindeki haberlere anında ulaşma imkanlarımızla, tek dille yetinmek, yaşamak bana çok zavallıca geliyor.
    dilerim, benim de görebileceğim bir zaman diliminde dünya üstündeki herkes, kendi dilinin dışındaki bütün dilleri anlama imkanına kavuşur. ve 'bilgi' herkese ait olur.