favorileri (37) - sayfa 2

başlık listesine taşı
  • muharrem ince

    şu işi kendisini ve ailesini rezil etmeden, milletin diline düşmeden, oy pusulaları bastırılmadan yapsaydı bir şeye benzerdi. işte o zaman atatürkçü, ülke sevdalısı laflarına inanabilirdik belki.

    hadi canım, tarihin tozlu sayfalarındaki yerin seni bekliyor. aptal dansını ve egonu da al git.

  • muharrem ince

    11 mayıs 2023 tarihinde cumhurbaşkanlığı adaylığından çekildiğini beyan eden politikacı.

    başına gelenlere eğlenenleri anlayabilirim ama bundan sanki seçimin ilk turda kazanılmasının kesinleşmesi nereden yorumlanıyor anlamıyorum. zira adam aylardır kk aleyhine kitlesini öyle bir doldurdu ki, deepfake videolarını bile bekleyen tipler gördük. şimdi bu kafa kalkıp da kılıçdaroğlu'na oy vermez, muharrem dese bile vermez. iha siha el amcukiye der, hdpliler der şunu bunu der gider rte'ye oy verir. ha, seçim sonuçlarını çok değiştirmez bu ama chp'ye koşa koşa gideceklerini sanmıyorum. yani kılıçdaroğlu'nun önündeki tek engel kalkmış artık dikensiz gül bahçesine girmiş gibi düşünmek için çok erken bence.

  • gnu

    bir tür afrika antilobu. latincesi connochaetes taurinus. aynı zamanda wildebeest olarak bilinir.

    şöyle bir hayvandır işte. açlıktan kaburga kemikleri sayılan afrika toynaklısı gibi durur. 250 kiloya kadar çıkabilen bu hayvanlar, saatte 45-50 km hızla koşabilirler. tabii afrika ovalarındaki neredeyse tüm etobur avcı hayvanların maması oldukları için bu hıza ihtiyaç duyarlar.

    aslan, çita, vahşi köpek ve sırtlan gibi avcılardan korunmak için gruplar halinde yaşarlar. ayrıca diğer boynuzlu hayvanların aksine, savunma mekanizması olarak da dişilerde de boynuz olur.

    bebeleriyse çizgisiz doğar ve 2-3 ay içinde çizgileri oluşmaya başlar. bir gnu'nun ortalama ömrü 20 yıl civarıdır.

  • tercüme

    ben çocukkene aktif bir şekilde icra edilen, ama bugünlerde rastladığımızda "aaa bi de bu iş vardı di mi?" diye bizi düşündüren meslekler var.
    kalaycılık misal. ya da kunduracılık. veyahut yorgancılık. terzilik... ciltçilik... vs. vs.

    sokaktan kalaycı geçtiğinde bütün evlerden çocukların eline tavalar, taslar, tencereler tutuşturulur, kalaycıya gönderilirdi. anneannem de beni bu brokerlik pozisyonunda işlevsel görürdü rahmetli. daha kafamın paraya pula basmadığı zamanlardı. işin tarifesi neydi, kadınlar çocukların eline kaç parça eşya, kaç adet atatürk resmi tutuşturacaklarını nerden bilirlerdi, hatırlamıyorum. ama sorunsuz, tıkır tıkır işleyen bir süreçti. kadın camdan kalaycıya bağırırdı. kalaycı 'tamam abla' gibi bir şeyler der, sırtında taşıdığı ekipmanı indirirdi kaldırımın geniş bir yerine. sonra da kadın evdeki oğlanlardan angaryayı kabul edecek kadar küçük, ama bir yandan da becerebilecek kadar büyük yaşta olan bir tanesinin eline tutuştururdu ne kadar kap kacak varsa. ben merdivenleri inip dış kapıdan geçene kadar da kalaycı mucizevi bir biçimde ateşini yakmış olurdu. 3-5 dakka içinde o ateşte erimeye başlayan kalayı bakır kapların orasına burasına güzelce yedirirdi. zaten kalayladığı 7 milyonuncu tencere olduğu için gözü kapalı bile yapabilirdi muhtemelen, ama o mevzuda iddialaşmadım hiç kendisiyle. iş bitip tencere soğuyunca da al mektuplarını, ver mektuplarımı kısmını hallederdik faaliyetin. daha doğrusu adam hallederdi de, ben de hesaptan kitaptan anlıyomuş gibi orda bakarak olurdum. bi nevi türkiye'deki inşaatları denetleyen tipler gibiydim yani.
    hala bazen şişli'deki sokağımızda gördüğüm oluyor. ama ben çocukken gençten sayılabilecek kalaycı adamlar artık 60'larında açık net. artık malzemeyi sırtlarında taşımıyorlar da her yeri pastan dökülen bir kartal ya da torosla gezdiriyorlar. bir de kömürlü bir ufak ocak yerine artık tüplü bir şeylerle yapıyorlar, ama bizim bildiğimiz küçük tüplerle alakası yok. yalnız bir ortak noktaları var ben çocukkenki kalaycılarla şimdikilerin. konuşmayı pek sevmiyolar. çocukluğumun kalaycıları 9 yaşındaki veletle muhatap olmaya erindiği için konuşmazdı sanırım. şimdikiler de mesleklerinin son günlerini saymanın hüznünden galiba. ama bir şey çok açık: 10 sene sonra atıyorum dünyaya saldıran uzaylılara karşı elimizde işleyen tek silahın kalay lazeri olduğunu fark etsek bile numunelik bi tane kalaycı bulamayacağız şifa niyetine. trend net.

    ilkmektep 2'de miydim, 3'te miydim, hatırlamıyorum. doktorun biri "sizin oğlan yampirik basıyo, gidin kunduracıya söyleyin tahta potin yapsın" mealinde bişeyler dediydi benim rahmetlilere. bizimkiler de aldılar beni, götürdüler kunduracılar çarşısına. orda babamın tanıdığı birine gittik.
    babam da babaydı be. hani o yaşlarda dünyanın en önemli adamıymış gibi gelir ya size. benimki de memlekette herkesi tanırdı. ya da ben öyle sanırdım. camcı mı lazım? bizim halil'i çağır gelsin. anahtarcı? necmi vardı ya, babamın tanıdığı, ona giderdik. elektrikçi lazım diyosun? hemen fehmi ustaya yollanırdım. pide döktürecek olurduk, apo'ya gönderirdi. tabi apo'yu öyle anarşik gomunik filan düşünmeyin, sıradan bir pideciydi kendisi. işini iyi mi yapardı, kötü mü, bilmirem. ama babam onu tanıdığı için ona gönderirdi bizi.
    velhasıl, kunduracı abdül'ün tükkana gittik. abdül'ün gerisi nedir, kayıtlarımda mevcut bir bilgi değil. siz deyin abdüllatif, ben deyim abdülrezzak. neyse, abdül çıkarttırdı benim yan basmaktan yamulmuş ayakkabıları. mezurasını çıkardı, oradan çekti, buradan sardı. 3-5 ölçü aldı. ondan sonra da ayağımdan çıktıklarına benim mi daha çok sevindiğim, kendilerinin mi daha çok sevindikleri belli olmayan eski ayakkabılarıma baktı. babama göstererek "abi bak işte bunları kösele diye satıyorlar ama uyduruk malzeme. bundan kemer yapmam ben, adam ayakkabıya koymuş. haliyle eğiliyor, bükülüyor. olan da bu sabinin ayağına oluyor" dedi. neyse, bizi gönderdi, haftaya gelmemizi tembihleyerek. o arada da tahta ayakkabıları yaptı ölçüsüne göre. hani öyle tahta diyince heidi'nin ayakkabıları gibi bişey gelmesin aklınıza. dışarıdan bakınca deri ayakkabı modeldi, ama içeriden epey sertti. o kısmını bir ben bilirim zaten. 5-6 ay giydim onları, ayağım içine sığmaz, sığmadığını da tarafıma bağıra çağıra bildirmekten çekinmez hale gelene kadar. lakin ne olduysa o dönemde, sonraki ayakkabılarımın hiç öyle tek bir tarafı yamulmadı, ezilmedi. artık ben mi düz basmayı öğrendim, yoksa sonraki ayakkabılarımda malzeme kalitesini mi artırdılar (ki kinetix bile giydim vaktinde hani orta anadolu ergenleri arasında onun moda olduğu zamanlar) tam bir şey söyleyemeyeceğim.
    bu kunduracı milleti sıfırdan potin yapmanın yanında mevcut potinleri de tamir ederlerdi. tabii o zaman tamir edilable ayakkabılar vardı. bugünkü gibi artık vietnam bile pahalı geldiğinden kamboçya'da yapılan naylon torbadan hallice şeyler değildi o zamankiler. ve evde ayakkabı dolabı olmazdı. zira herkesin bir çift ayakkabısı olduğundan, dolap dolduracakları aklımıza gelmezdi. benim hanım bugün 20 çift (abartmıyorum, ki zaten abartı mevzuu bir rakam olmadığını siz de kendi deneyiminizden biliyorsunuzdur) ayakkabı türevine bakıp "giyecek hiç ayakkabım yok" diyebiliyor. o zamanlarda tahayyül edilebilecek bir durum değildi bu. bayramda bir çift ayakkabı alınırdı. o benim ayağıma olmaz hale gelene kadar giyerdim. bi yeri sökülmüş, açılmışsa kunduracı abdül'e gider düzeltilirdi. o yolculuk da yaz mevsimine geldiyse ayağımda terlikle şahsım tarafından, kış mevsimine geldiyse muhterem pederim tarafından gerçekleştirilirdi. takip eden yılda da benim ufak biraderin demirbaşına kaydedilirdi. ve bu süreç tekrarlar giderdi.
    geçenlerde baktım kunduracılar çarşısına da, evet hala kunduracı mekanın sahipleri. ama mahiyeti değişmiş ticaretin. artık imalat ya da tamirat değil, istanbul'dan gelen malı memleketin ilçelerinden gelen müşterilere "kaktırma" aktivitesi var mekânda sadece. müşteri kitlesi içinde de bırak medreseyi, dar-ül fünun'u, mekteb-i salis (yani lise) bitirmiş kimse de yok gibi. değişen devranın, eriyen kitlelerinin hala ucundan sarıldığı bir adetin çökmekte olan tezahürü artık oradaki.

    bizim sokakta, babamın yazaanenin karşısında bir 'matbaa' vardı. matbaa dedimse, gutenberg'inkinden çok da hallice değil. hala elle dizilen harfleri vardı. onlarla resmi evrak olmak üzere bir şeyler basarlardı. bir de ciltleme yaparlardı. eskiyen, dağılmaya çalışan kitapların elini yüzünü toplarlardı. babamın tuttuğu defterleri sağlamlarlardı. bir de, benim marifetmiş gibi biriktirdiğim bilim ve teknik dergilerini yıl yıl ciltlerlerdi. bugün çok komik geliyor ama o zaman o dergileri saklamam gerektiğini düşünürdüm niyeyse. saftirikliğimin bir bahanesi olarak daha google ile, hatta internet ile, hatta neredeyse bilgisayar ile tanışmamış olduğumuzu söyleyeyim.
    ben üniversite için memleketten gittikten sonra görmedim bir daha o matbaayı. tabi döndüğüm oldu memlekete ama, galiba artık yerinde yoktu o matbaa. tıpkı onun gibi başka matbaalar ve ciltçiler gibi. zaten bilim ve teknik de yalan oldu fetöcülerin elinde. ne yalan olmadı ki memlekette.

    neyse, demem odur ki, çok değil, 3-5 yıla bizim meslek, yani tercüme de bunlar gibi olacak. 3-5 yıl giderek daha ziyade kunduracılar çarşısındaki satıcılar gibi ekmek yemeye devam edeceğiz. paralı bir iş düşürdük mü oradan o ayın nafakasını da çıkardık diye halimize şükredeceğiz. istanbul'dan değilse de google'dan ya da chatgpt'den gelen uyduruk malzemelerin elini yüzünü toparlayarak gittikçe küçülen bir müşteri kitlesine satmaya devam edeceğiz.
    10 yıla da tercüman dediğin bizim sokağa hala yılda 2-3 kere uğrayan 60'lık emmi gibi olacak. zanaat icra ettiğini, ama artık o zanaate talep kalmadığını bilmenin depresyonuyla yorgun... kendisinden sonra kimsenin gelmeyeceğini bilmenin hüznüyle sıkkın... belki mesleğin demografisindeki daralma 3-5 sanatkar kitap çevirmeninin emekliliğe yetişmesini de kurtarır sonrasında ama... bunlar hep uzatmalar artık. ne kaldı ki şurada douglas adams'ın babelfish'ine?

  • nazım hikmet

    (...)

    mahpusluk döneminde nazım hikmet kaldığı cezaevlerini fabrikaya çevirir. hem içeride eserler vermeye, şiirler yazmaya, çeviriler yapmaya devam eder, hem de koğuş arkadaşlarına yabancı dil, felsefe ve politika dersleri verir. ankara'da beraber yargılandığı harbiyelilerden a. kadir'i şair, şadi alkılıç'ı gazeteci, bursa cezaevindeki kaçakçı ibrahim balaban'ı ressam, amatör şair raşit kemali öğütçü'yi romancı orhan kemal yapan hep nazım'dır. tüm bu süreçte dünya çapında bir üne kavuşur, hatta 1950 affından faydalanıp faydalanmaması türkiye'de tartışılırken dünya çapında bir "nazım'ı affedin" kampanyası yapılmıştır, aragon'dan picasso'ya birçok imza verilmiştir. sonuçta nazım hikmet 12 buçuk yıl hapis yattıktan sonra o yıl affedilir.

    hapisten çıkan nazım bu arada piraye ile evliliğini de bitirmiş ve hapisteyken yazışmaya başladığı münevver andaç'la evlenmiştir. tek biyolojik çocuğu memet de bu evilliğin ürünüdür. ama nazım oğluna hiç doyamayacaktır, zira memet bebekken nazım'a "asker kaçağı" olduğu gerekçesiyle celp gelir. deniz lisesi diploması o yıllarda askerlikten muaf tutulmaya yeterlidir veya öyle yorumlanır; bilmiyorum, ama nazım'ın ne deniz lisesi diploması ne de deniz harp okulu'ndan verilen çürük raporu kabul edilir, kalp ve romatizma hastalıklarından muzdarip olan nazım'a askerliğe sevk kararı çıkar. bu arada nazım sabahattin ali'nin öldürülmesine benzer bir tuzağa mı çekildiğini düşündü yoksa 24 ay askerliğe dayanamayacağını mı tahmin etti; bilemeyeceğim. öyle ya da böyle sonuçta türkiye'de kalamayacağına kanaat getiren nazım, 1951 haziranında karadeniz'i bir motorla geçerek ukrayna kıyılarına ayak basar ve sscb'ye iltica eder. artık hayatını burada geçirecektir.

    polonya kökleri sayesinde stalin'den oturma izni alabilen, moskova'da şehrin dışında bir daçaya yerleştirilen şair rahattır, ama bir yandan da kgb baskısı altında olduğunu hisseder. destalinizasyon dönemini o bakımdan coşkuyla karşılar, dünyayı gezerek sosyalizmi her yerde anlatmaya, sbkp vitrininde bulunmaya devam eder. son yıllarında daha çok tiyatro oyunları yazmaya ağırlık veren nazım ayrıca beşinci eşi vera tulyakova ile evlenir (1960).

    hapishanede başlayan, 1950'lerde altı ay yoğun bakımda yatıran kalp yetmezliği nazım'ın sonunu getirdiğinde tarih 3 haziran 1963'tür. türkiye'ye gömülmesi, o günlerin soğuk savaş ortamında hiç söz konusu edilmez. yıllar sonra kemiklerinin getirilmesi için çeşitli girişimler olsa da sonuç çıkmaz. nazım hikmet halen moskova'nın novodevici mezarlığında gömülüdür.

    kaynaklar: 1- hıfzı topuz'un "hava kurşun gibi ağır" belgesel romanı. 2- müjdat gezen ve savaş dinçel ikilisinin nazım hikmet çizgi romanı.

  • nazım hikmet

    solcuların favori şairi, sağcıların nefret objesi olan "komünist şair".

    1902'de selanik'te, ressam celile hanım'la matbuat memuru hikmet bey'in çocukları olarak doğar. leh dönmesi mustafa celalettin paşa ile alman dönmesi müşir mehmet ali paşa dedeleri olup, anne tarafından teyze çocukları ali fuat cebesoy ve mehmet ali aybar'dır.

    mehmet nazım'ın şiir merakı da birçok şair gibi çocukluktan gelir, galatasaray lisesinde okurken ilk şiirlerini aruz yahut hece vezinleriyle yazar. galatasaray'dan sonra yazıldığı deniz harp okulu'ndan hastalığı sebebiyle atılınca arkadaşı vala nurettin'le beraber 1921'de kaçak yoldan inebolu'ya geçerek ankara'dan kurtuluş savaşı'nda bir görev isterler. ayaküstü ziyaret ettikleri atatürk onları bolu lisesine öğretmen yapar. savaşmak dururken dağ başında, allahın unuttuğu bir okulda çalışmak nazım'ın pek içine sinmez. bu sıralarda ev arkadaşı olan "komünist hakim" ziya hilmi bey'den hayatını değiştirecek şeyleri öğrenmektedir: marksizm, leninizm...

    bolu'ya ve mektebe pek ısınamayan nazım ilk fırsatta sovyetler birliğine giderek moskova'da leninizm enstitüsünde okur. moskova, nazım'ın hem siyasi bilincinin (ki tüm hayatına yön veren bu siyasi düşünceleridir) hem de şiirinin kendini bulduğu bir yerdir. rus yazar vladimir mayakovski'den çok esinlenir, onun sadece ritme dayanan, hiçbir ölçü ve kalıba girmeyen şiir üslubunu kullanmaya başlar. bu dönemde, yıllar sonra mavi gözlü dev şiirini ithaf ettiği nüzhet hanımla kısa süreli bir evlilik gerçekleştirir.

    1924 yılında türkiye'ye dönen nazım, sbkp güdümlü türkiye komünist partisinde görev alır. hakkında istiklal mahkemesince dava açıldığını öğrenince 1925'te tekrar sscb'ye döner. ilk kitabı olan güneşi içenlerin türküsü'nü de moskova'da bastırır. bu dönemde lena isminde bir ukraynalı hanımla evlenir. 1928'de gıyaben aldığı cezaların affa uğraması üzerine batum üzerinden türkiye'ye geçer, sınırda yakalanır ve birkaç ay tutuklu kalır. bu arada karısı da odesa'da ölmüştür...

    türkiye'de serbest bırakılmasının ardından nazım, zekeriya sertel'in çıkardığı resimli ay mecmuasında sorumlu müdür olarak çalışmaya başlar. eserleri ve eski edebiyatçılara ağır eleştiriler yönelttiği "putları yıkıyoruz" kampanyası pek çok polemiğe girmesine neden olur. 1929'da türkiye'de yayınlanan ilk kitabı olan 835 satır basılır. 1930'da piraye ile evlenen nazım hikmet bir yandan edebiyatın çeşitli türlerinde eserler vermeye, bir yandan resimli ay dergisini yönetmeye, bir yandan tiyatro metinleri ve film senaryoları yazmaya, bir yandan da gözaltına alınmaya devam eder. her ne kadar "troçkist" suçlamasıyla 1932'de tkp'den dışlansa da aynı yıl "tkp'yi yönetmek" suçlamasıyla idamla yargılanır, 1933 affına kadar hapis yatar.

    1938 yılında nazım'ın hayatı değişir. bir askeri öğrenci kendisinden sosyalizm hakkında ders istemeye gelir. nazım bu çocuğa ajan diye yüz vermez, polislere "yanıma ajan provokatör yollamayın namusumla çalışıyorum illegaliteyle ilgimi kestim" diye haber verir. bunun üzerine polisler o öğrenciyi ve askeri okullarda "solcu" olarak bilinen birçok talebeyi, derken nazım'ı gözaltına alırlar. nazım hikmet "kara harp okulunu isyana teşvik" suçlamasıyla 15 yıl hapse mahkum edilir, üstüne yavuz zırhlısında görevli bir astsubayın da üstünde kitaplarının bulunmasıyla "donanmayı da isyana teşvik"ten 20 yılı daha yapıştırır, cezalarının ortalaması olarak 28 yıl 4 ay cezası kesinleşir...

    (devam edecek)

  • orhan kemal

    nazım hikmet'in en ünlü talebesi. asıl adıyla mehmet raşit öğütçü...

    1914'te adana'da doğar. babası hakim, kaymakam ve mebus abdülkadir kemali bey'dir. babasının vazifeleri sebebiyle küçük raşit geze geze büyür. 1923'ten sonra babası atatürk'le ters düşüp siyasetten dışlandığında adana'ya dönerler ve abdülkadir kemali bey burada ahali gazetesini çıkarmaya başlar. 1930 yılında ahali cumhuriyet fırkası'nı kurar, parti serbest fırka sonrası dönemde kapatılınca ailecek suriye'ye kaçarlar. genç raşit tüm bu şartlarda doğru dürüst bir eğitim göremez, ortaokulu terk eder

    1932 yılında türkiye'ye dönen mehmet raşit, adana'da fabrika işçiliği, kantar katipliği, ırgatlık, dayıbaşlığı (ırgatlar için taşeronluk yapan, ağalara ırgat toplayan kişi) çeşitli işlerle uğraşır. daha sonra askere alınır ve burada nazım hikmet şiirlerinin üstünde yakalanması üzerine tutuklanır. 5 yıl hapse mahkum olur. aralarında yaşadığı çukurova fakirleri ve hapiste tanıdığı insanlar; yazarlık kariyerinde büyük ilham kaynakları olacaktır.

    cezası kesinleşince bursa cezaevine sürülen genç raşit burada çeşitli şiir denemeleri yapmaktadır. o günlerde hapishaneye nakledilen nazım hikmet'e de şiirlerini gösterir. nazım bu şiirleri hiç beğenmez, raşit'i hikaye yazmaya yönlendirir. nazım'dan felsefe ve fransızca dersleri alan raşit kemali; nazım'ın çorum cezaevindeki arkadaşı kemal tahir'le de mektuplaşmaya başlar ve edebiyat camiasına böylece adım atar. ilk öyküsü de 1941'de yayınlanır. 1943'te tahliyesinin ardından da karısı nuriye hanım ve çocuklarını alarak istanbul'a yerleşir.

    istanbul'da da işçi mahallelerinde kiraladığı döküntü evlerde oturan orhan kemal; gurbet kuşlarını, cibali sigara işçilerini, ameleleri, hal hamallarını yazmayı sürdürür. çoğu roman ve öyküsünü de bu yıllarda kaleme alır, gazetelerde tefrika olarak yayınlatır. ekmeğini kalemiyle çıkarmaya başlar yani... 1955'te 6-7 eylül olayları sebebiyle gözaltına alınır (bir alakası yok, direkt komünistlikten sabıkası olanları topluyorlar), 1966'daysa bir köftecide ihbar üzerine tutuklanır. yani devlet hep ensesindedir. ama 1961 anayasasıyla gelen göreceli özgürlük ortamında orhan kemal'in eserleri de daha çok yayınlanır, yabancı dillere de çevrilir ve hayatında ilk defa iyi para kazanmaya başlar. 2 haziran 1970 tarihinde bulgaristan devletinin davetlisi olarak bulunduğu sofya'da beyin kanamasından ölür, cenazesi türkiye'ye getirilir ve zincirlikuyu mezarlığında defnedilir.

    72. koğuş, bekçi murtaza, eskici dükkanı, hanımın çiftliği, bereketli topraklar üzerinde, vukuat var gibi birçok romanı filme uyarlanmış, bir kısmını da bizzat kendisi piyes formatında yeniden yazmıştır. bu piyesleri 68 kuşağının yükselişe geçtiği dönemde yazdığını da anlamamız mümkün, çünkü kapkaranlık finallerle kapattığı hikayelerini piyes versiyonunda umut dolu bitirmiştir.

    kaynak: yesevi sözlüğünün ilgili maddesi.

  • ahmed arif

    40 kuşağının önemli isimlerinden, şair. gerçek adı ahmet hamdi önal olup, babası arif hikmet bey'in adını eski tip soyadı gibi önüne almıştır.

    resmi kayıtlara göre 1927'de (yeni buluntulara göre 1923) diyarbakır'da doğar. babası nahiye müdürü olduğu için siverek ve harran'da çocukluğunu geçirir, afyon lisesinde yatılı olarak ortaöğrenimini tamamladığı yıllarda hocası tarafından kötü roman okumaması konusunda şiddetle terbiye edilir. hocasından yediği dayakların ardından da kerime nadir gibi aşk romanlarını bırakır. ilk şiirleri de henüz lisedeyken yayınlanır.

    liseden sonra ankara'da dil tarih coğrafya fakültesine giren şair, burada illegal tkp ile ilişki kurar. 1951'de henüz okulu bitirmemişken tkp soruşturmasında gözaltına alınır. gözaltında geçirdiği ağır işkenceler psikolojisinde derin yaralar açarken, davanın ona nasibi 2 yıl hapis ve 8 ay sürgün olur. üstelik hapisten çıktıktan sonra okuluna dönemez, sabıkası yüzünden bir süre iş bulamaz, uzun yıllar polis takibinde yaşar. 1950'lerin sonunda ankara gazetelerinde editör olarak işe giren ahmed arif, 1967'de evleninceye değin yarı deli bir yaşantı sürer. 1968'deyse yegane kitabı hasretinden prangalar eskittim yayınlanır. o dönemde yükselen sol ve 68 kuşağı ahmed arif'i bağırlarına basar.

    ahmed arif birçok açıdan hasan hüseyin korkmazgil ve enver gökçe'ye benzetilebilir diye düşünüyorum. her üçü de üslupça halk edebiyatından beslenen, solculuklarını vurgulayan, biçim olarak serbest nazma yakın şairler. ayrıca üçü de 1951 tevkifatını atlatmış, hayatları bu sebeple kaymış, ahmed arif ve enver gökçe psikolojik rahatsızlıklar atlatmış da...

    2 haziran 1991'de yorgun kalbi duran ahmed arif'in şiirleri fikret kızılok, onur akın, cem karaca gibi isimlerce bestelenmiş olup, şiir matinelerinin vazgeçilmezleridir. ayrıca kendisi de sağlığında şiirlerini kasede okumuştur. oğlu heykeltıraş filinta önal da soyca tolstoy'a dayanan bir rus ablayla evliydi bir ara, yani tolstoy o açıdan kendisi öldükten yıllar sonra doğan ahmed arif'le dünür olmuş*

    kaynak: yesevi sözlük.

  • tarihin arka odası

    tarihle ilgili magazin yazılarıyla tanınan gazeteci yazar murat bardakçı ile klasik osmanlı profu, zamanımızın harp okulları rektörü erhan afyoncu'nun yedi yıl süreyle habertürk'te yaptıkları program. ana kadrosu bardakçı, erhan bey, solist yaprak sayar ve daimi kadın konuk olan program ayrıca her hafta değişen konuklar alır, samimi bir havada ilerler, cumartesi geceleri başlayıp pazar sabahına kadar sürerdi.

    bir bölümün formatı aşağı yukarı şu şekilde olurdu:

    * açılış
    * bardakçı'nin konuğu takdim etmesi, kendisiyle ayaküstü birkaç kelam edilmesi, derken bardakçı'nın gündeme dair bir iki laf etme ayağına uzun uzun nutuk çekmesi, kadın konukla da didişmesi.
    * reklam arasından sonra bardakçı'nın kitap reklamları, kitaplarla iligli birkaç kelam, bu arada bardakçı ve afyoncu'nun kadın konukla didişmeleri.
    * haftanın konuğu ile hasbıhal, konuya giriş, derken bardakçı'nın tekrar sazı eline alması, daha önceki tartışmaları hortlatması, bir iki mail okuyup ortalığı karıştırması ve mail atanlara sallaması.
    * bardakçı'nın tambur taksimi, yaprak sayar ile mini bir resital vermeleri.
    * konukla didişmeler (ki en az konuşabilen sayın konuk olur) yine bardakçı'nın maillerle atışmaları, konukların kendi aralarında atışmaları yahut goygoy.
    * sabaha karşı herkesin kayışı koparması, uyuklayanlar falan.

    programın hemen hepsi bardakçı'nın dominasyonuyla geçerdi. kendisi sık sık konukların lafını keser, daimi bayan konukla atışır ve atışmayı aralıklarla devam ettirir, hiçbir şey bulamazsa önündeki seyirci maillerine veryansın edip fırça atarak konuyu zırt pırt değiştirirdi. laf atmaları ve laf sokmalarından, çoğunlukla kendisiyle aynı düşünen erhan afyoncu da nasibini alır, o sıralarda yandaşlığın dibine vurmamış olan bardakçı afyoncu'ya "haklısınız sayın bakanım" "seçimler ne zaman sayın bakanım" diye "yandaş" lafı sokardı. kadın konuğun ve de o haftanın konuğunun işi daha da zordu. bir hocamız o programa katılan bir arkadaşına "neden kendini ezdiriyorsun orada" diye sitem ettiğini anlatmıştı.

    * kadın daimi konuk ilk başlarda, boğaziçi tarih mezunu aktris ve manken pelin batu idi. sağcı iki sunucuyla liberal görüşlerinin çakışması ve sunucuların birçok konuda (aldatma, feminizm, çevrecilik gibi) muhafazakar görüşleri sık sık tartışma konusu olurdu. ayrıca pelin taşak muhabbetiyle devam eden bölümde uyuyakalması ve canlı yayını terk etmeleriyle ünlüydü, bir gece yayını terk ettikten sonra kendisini geri döndüremediler. yerine ünlü yandaş mehmet barlas'ın yeğeni ve o sıra cem dizdar'la evli olan selin barlas devam etti. gerçi pelin kavga etmeyi biliyordu ama selin büsbüyün mıymıntı çıktı, bir yıla yakın kaldıktan sonra ayrıldı. o da gidince yerine birkaç hafta miraç zeynep özkartal baktı. iki selefinin aksine kendini ezdirmeyen ve tartışmadan daha iyi anlayan özkartal belki de bu sebeple pek devam etmedi, ondan sonra bu üçüne göre epey yaşlı ama tonton ve kafa profesör nurhan atasoy uzun süre devam etti. sonlarda ayşe özek çıkmış galiba, bilmiyorum.

    * program epey samimi bir havada geçiyor demiştik. örnek olarak özellikle ermeni meselesini işledikleri bölümler ve "ermeni vatandaşlarımızdan karşıt görüş beyan etmek isteyenlere kapımız açıktır" lafı üzerine bir ermeni vatandaşın canlı yayına gelmesi, bu abiyle uzun uzun tehcir tartışmaları, annesinin çektiklerini anlatırken pelin batu'nun gözyaşlarını koyvermesi, derken ertesi programda tekrar konuk ettikleri dikran karagözyan abiye bir de arya modunda sarı gelin okutmaları verilebilir. nitekim bardakçı da bu programla ilgili "evimizin oturma odasında gibiydik" demişti.

    bardakçı'nın yandaşlığın dibine vurduğu dönemde yapılan ve trt'de yayınlanan versiyonların bu programla pek ilgisi yoktur.

  • sabahattin ali

    (devamla)

    1934'te devlete döndükten sonra milli eğitim bakanlığı merkez örgütünde çalışmaya başlayan, devlet konservatuarında carl ebert'in çevirmenliğini yapan sabahattin ali, bu dönemde ard arda kitaplarını yayınlamaya başlar. değirmen, kağnı, ses gibi öyküleri cezaevlerinde, köylerde kasabalarda tanıdığı insanları anlatır. romanlarından içimizdeki şeytan'da 1940'ların turancılarına gönderme yaptığı söylenen bölüm ise hayatını değiştirecektir. zira nihal atsız bu sebeple sabahattin ali aleyhine yazılar yazar. 1944'te sabahattin ali'nin nihal atsız aleyhine açtığı dava da konunun iyice gündeme gelmesine ve duruşma günü büyük mitinglere sebebiyet verir. davadan bir şey çıkmaz ama 2. dünya savaşı'ndan sonraki antikomünizm rüzgarları sabahattin ali'yi memuriyetten eder.

    devletten açığa alınınca istanbul'a taşınan sabahattin ali burada marko paşa mizah dergisini yayınlamaya başlar (1946). aziz nesin ve rıfat ılgaz ile beraber çıkardığı dergi büyük ilgi görür ve sık sık da kapatılır. kapatıldıkça merhum paşa, malum paşa, hür marko paşa gibi isimlerle dergiyi çıkarmayı sürdürür ama yasakların önünü bir türlü alamaz. en sonunda ailesini geçindirmek için kamyon şoförlüğü yapmaya karar verir. ressam melek celal sofu'ya ait bir kamyonla sağa sola mal çeker. derken 1948 nisanında trakya'ya bir sefere çıkar ve bir daha ondan kimse haber alamaz.

    1948 yazında kırklareli'nin üsküp köyü yakınlarında bir iskelet bulunur. sonra ocak 1949'da gözaltına alınan insan kaçakçısı ali ertekin "sabahattin ali'yi bulgaristan'a götürmek üzere anlaşmıştık ama yolda kafam attı vurdum" diyerek iskeletin bulunduğu yeri tarif eder. daha önce bulunan iskelet üzerinde o günün koşullarında muayene yapılamaz ama olay yerine yakın bir yerde sabahattin ali'nin çantası bulunur. sonuçta yapılan yargılamada kaçakçı ertekin 4 yıl ceza alır, 1950'de afla hapisten çıkar. iskelet ise adli tıpta kaybolur. halen mezarı olmayan sabahattin ali'nin ölüm sebebi bile bilinmemekte, ali ertekin'in mit tarafından cinayeti üstlendirilen bir gariban olduğu söylenmektedir. emekli korgeneral nevzat bölügiray'ın anılarında trakya sınırında geçen bir olayda öldürülmesi anlatılan komünistin sabahattin ali olduğu ima edilmişti o ayrı...

    kaynaklar: her derde deva yesevi sözlük. ayrıca sabahattin ali hakkında pek çok monograf yazılmıştır (iki örnek verelim, yeşil mürekkep - osman balcıgil ve başın öne eğilmesin - hıfzı topuz).

  • sabahattin ali

    türkiye'nin ilk faili meçhullerinden.

    25 şubat 1907'de yüzbaşı ali bey'in oğlu olarak gümülcine'de doğar. trabzon kökenli bir aileye mensuptur ama her asker ailesi gibi çocukluğu geze geze geçer. ilkokul hayatı mesela, istanbul'da başladıktan sonra üsküdar, çanakkale ve edremit gibi yerlerde tamamlanır. edremit özellikle hayatında büyük etki yapacak, kuyucaklı yusuf romanında edremit'i anlatırken kürk mantolu madonna'nın raif'i, içimizdeki şeytan'ın ömer'i hep edremitli olacaktır...

    ilkokuldan sonra balıkesir darülmualliminine (muallim mektebi) giren sabahattin burada okurken öykü ve şiir yazmaya başlar. ilk şiirlerini de yerel çağlayan gazetesinde yayınlar. 1927 yılında istanbul çapa darülmualliminini bitirdikten sonra yozgat'ta bir ilkokula atanır.

    1920'lerde genç devlet, tüm krizin ortasında yurtdışında öğrenci okutmaya başlamış, sınavlar açılmış ve talebelere burs ayrılmıştır. böyle bir sınavı kazanan genç sabahattin de almanya'ya bir burs kazanır. potsdam'da okuduğu iki yılın ardından, o sıralarda yeni güçlenen bir nazi grubuyla kavga ettiği için deport edilir ve türkiye'ye almanca öğretmeni olarak döner. yabancı dilini geliştirirken avrupa edebiyatını da öğrendiği ve savaştan yeni çıkmış bir ülkede faşizmin yavaş yavaş büyümesini gördüğü bu iki yıl sabahattin'in fikir hayatı açısından cok verimli geçer. bu dönemde sertellerin çıkarıp nazım hikmet'in yönettiği resimli ay dergisinde de öyküleri yayınlanmaya başlar.

    yurda döndüğü 1930 yılında aydın'a almanca öğretmeni olarak atanan sabahattin ali, 1931'de "komünizm propagandası" iddiasıyla tutuklanır. üç ay hapis yattıktan sonra aklanır ama konya'ya sürülür. burada ise yerel bir gazete çıkaran cemal kutay tarafından atatürk'e hakaret eden bir şiir yazıp okuduğu iddiasıyla ihbar edilir*. 14 ay hapse mahkûm olur, 1933'te genel afla hapisten çıksa da memuriyete dönmek için atatürk'e özür mektupları yazmak ve bir övgü şiirini yayınlamak zorunda kalır. sonuçta devlet konservatuarına atanır...

    * cemal kutay ile yazarın aralarında bir alacak verecek davası olduğu ve bu sebeple iftira ettiği yaygın bir söylentidir.

  • zenit süleyman

    2004 yılında tekrar cumhurbaşkanlığı teklifi götürülen süleyman demirel'in "80 yaşındayım ama kafam hâla zenith marka saat gibi" cümlesinden yola çıkılarak kendisine yakıştırılan lakap.

  • 14 mayıs 2023 genel seçimleri

    siyasi yorumlarımı burada çok ender yapacağımı düşünerek yazmaya başladım bu sözlükte. laşat'ın yazdığı yazı beni etkiledi. aslında ben onun o güzel umudunu taşımıyorum. bu yalnızca önümüzdeki seçimler için geçerli değil. dünyaya bakışım öyle. 'kahrolsun iflah olmaz pesimistler!'
    ama laşat'ın yazısındaki 'bir şey' beni bu tehlikeli umuda sürüklüyor. yirmi yıl çok uzun bir süre. bu ülkenin 'ahlakî' anlamda şu anda durduğu yer bütün tarihi için geçerli miydi bilmiyorum, daha ne kadar dibe iner onu da bilmiyorum.
    bugün japonlardan söz ettik. tesadüf. dün de bir video izlemiştim japon bir 'vlogger'ın hazırladığı.
    videoda, videoyu hazırlayan japon, tokyo sokaklarında sıradan japon vatandaşlarına birtakım sözcükler söylüyor ve onlardan bu sözcükleri -sanırım- hiragana alfabesiyle yazmalarını istiyordu. söylediklerini yazabilenler oldu, yazamayanlar oldu ama hepsi için ortak bir sözcük vardı ki, o sözcüğü hiçbirisi yazamadı. neden? zaten önemli olan da buydu. neden?
    doğrusunu bir türlü yazamadıkları sözcük 'rüşvet'ti.
    bunu kolaylıkla japonların 'rüşvet' ve 'rüşvet' kavramının getirdiği çağrışımlara yabancı olmalarıyla açıklayabiliriz.

    ve oradan hemen buraya, ülkenin belki de bütün kaderini değiştirecek bu seçimlere getirirsek, ülkede 'liyakat'in neredeyse tamamen tükendiği böyle bir zamanda, umudun bile büyük cesaret gerektirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. (hayal kırıklıkları, parça parça.)
    bu ülkenin bugün 21 yaşında olan gençlerini nasıl bir gelecek bekliyor? daha ne kadar zaman yerlerde sürünen o hayaller fantastik filmlerdeki mucizeler gibi bir anda bütünleşip bir de üstüne gerçekleşecekler?
    beddua ve lanet.
    bu mudur?
    gençlere ve gençliğe dair her şey, ancak ve yalnızca birinin eceliyle ölümüyle mi değişir/değişecektir? peki bu süre bir yirmi yıl daha mı sürecektir? ya da daha uzun?
    14 mayıs 2023.....

    yazılarda son cümle çok önemlidir.
    keskin, sarsıcı, akılda kalıcı.....

    ben bu cümleyi 15 mayıs 2023'e saklıyorum.

  • mai ve siyah

    bizim senaristler esas oğlan emeğiyle ve bir şeyler üreterek bir yerlere gelmeye çalışan biriyse o senaryoyu almazlar. para babasının şirketinden gelmeli, haraçla toplanmalı, hiç olmadı hapishanede tanışılan gizemli dayının verdiği sermayeyle kumardan tokatlanmalı.

  • mai ve siyah

    tamamen servet-i fünun'un (edebiyat-ı cedide) manifestosu olan eser. tıpkı ait olduğu edebiyat dönemi sanatçılarını yansıtır; inanılmaz romantiktir. farsça tamlamalarıyla okuyana bela okutur ve bugün için dili eskimiştir. osmanlıca sözlük kullanmadan anlaşılmaz. yine de eğer okunacaksa, aslından okunmalıdır.
    aşk-ı memnu'yla karşılaştırmasını bir ara yaparım burada. aşk-ı memnu, benzer dil özelliklerine sahip olmasına rağmen, akar gider. mai ve siyah ise tırnak yedirir. ayrıca bu romanda, mai ve siyah simge sözcüklerdir. mai; umudu ve yaşama sevincini ifade ederken, siyah ise; hayal kırıklığını, başarısızlığı ve umutsuzluğu anlatır.

« / 3 »