favorileri (35)

başlık listesine taşı
  • !en büyük korkunuz nedir?

    kendim hakkındaki kararlardan tamamen dışlanmak. hastalık sebebiyle olabilir, siyasal sebeplerle olabilir fark etmez. kendim hakkındaki kararların tamamından dışlandığımı hissetmek galiba hayatımdaki tüm anlamı silip süpürür.

  • hacı

    1- hac vazifesini yerine getirmiş kişi. koltuk altından haçının çıkmaması gerekir.

    2- kanka, abi, aga türünden bir hitap.

    3- cüneyt ülsever'in 28 şubat döneminde geçen romanı ve romana adını veren baş karakter.
    --spoiler--
    27 ağustos 1997 gecesi, henüz ak saraya dönüşmemiş atatürk orman çiftliğinden silah sesleri yükselir. polis olay yerine geldiğinde dönemin milli savunma bakanını ve ankara sosyetesinde "the lady" olarak tanınan meşhur mali müşavir sevil ötüşken'i ölü bulur. katil zanlısı olarak da elinde silahla kaçan müteahhit faruk gesili gözaltına alınır. kayseri eşrafından olmakla beraber hayatının büyük kısmını büyük şehirlerde geçirmiş faruk gesili, gözaltındayken telefon hakkını aslında hiç anlaşamadığı abisi hayrullah, namıdiğer hacı ağa için kullanır.

    kayseri'de bir sünger yatak fabrikası işleten hacıağa, oldukça süfli yaşayan faruk'un aksine namazında niyazında, dürüst ve hayırsever biridir. tek parti döneminde gözaltına alınmış olmasına rağmen atatürk hakkında kötü söz söylemez, erbakan'ı hiç sevmez, genel olarak politikadan da pek hoşlanmaz. çocuklarını amerika'da okutmuş, büyük oğlunun mini etekli karısını şirkete ceo yapmakta tereddüt etmemiştir. yine de namı, aslında tüm aileyle kavgalı olan küçük oğlu islamcı terörist ahmet ve türban eylemlerine katılan kızı ayşe yüzünden kayseri il jandarma komutanı tarafından taciz edilmektedir. şimdi kardeşinin başına gelen olaylar yüzünden medyaya da adı düşer, "bakan katilinin yeşil sermayedar abisi" olarak adı geçmeye başlar. olaylar hacı'nın kalp krizi geçirip ölmesine neden olur.

    diğer yandan soruşturmayı yöneten ankara cinayet masa amiri yağız balcı ve yardımcısı murat, kim'den çok neden sorusuna odaklanmaktadır. evet deliller faruk'u işaret etmektedir, ama bu adamı katil yapan nedir? işe maktuleyi araştırmakla başlayan polisler kendilerini istihbarat savaşlarının tam ortasında bulur...
    --spoiler--

    2006'da dizisi de çekilmiş, hacı'yı tuncel kurtiz, faruk'u fikret kuşkan oynamıştı.

  • ağaçtan el alan

    bekletenimiz çok çok on beş-yirmi dakika gecikince ağzımızdan, "ağaç olmak" deyimi ne kadar da kolayca dökülüverir. on beş-yirmi dakika veya daha fazla, -daha az da olabilir- bekletilmeyi yeğnileştirdiğim sanılmasın; bekletilmeyi kim sever ki? belki trafiğe takıldı, hadi tramvayı kaçırdı, vapura yetişemedi, otobüse sığışamadı... makul bir bahaneye sahip olduğu sürece, beklediğimiz yerde kök salacak kadar da bizim için kıymetliyse, yeter ki sağ salim gelsin. gerçi telefonumla gülümseyerek göz göze geldim de, handiyse eski kafayla yazıyorum...

    "ağaç olmak" deyimini ilk kullanan insanı hep merak etmişimdir; zeyrek de bir kişi olsa gerek. ona, son kertede bu deyimi kullanacak, ne kadar süre bekletilmiştir? bekletenin mahcubiyetini bu sözcükler ne kadar ağırlaştırmıştır? bekleten eğer düpedüz alıksa bu sözcükler karşısında belki gülüp geçmiştir. bekleyen de hafif alık ki -ağacın ihtiras ve öfkeyle toprağı sahiplenmişliğine, suya ve minerale olan düşkünlüğüne, toprağın altındaki azgınlığına, hırçınlığına ve bozgunculuğuna şahit olmadan, gerek de görmeden- sadece kök salmışlık usuna gelir.

    anaç kuşun sindirdiği besini kendi ağzına kusması için yarışa tutuşan, aynı yuva içindeki yavru kuşlar gibi gökyüzünde yükselen ve yayılan kardeş dalların, esarete bekindiğini görmek için gözlemcinin titizinden, ayığından olunmalı. ağacın da kabahati yok değil hani. dalları da en az kök uçları kadar hırslı ve inatçı; özgürlüğe öykündükçe yücelmiş ve genişlemiş. sade suya inadından insan gibi de yüzü kızaracak değil ya, yaprak yaprak yeşermiş.

    beyhude inadının ayırdında, yüzü kızaran insanla, yeşeren ağaç arasındaki ortak sıkılganlığa ve farkındalığa da açıklık getirelim. şimdilik ağacın kabusu oduncuyu konu dışına itelim; ağaç oduncuya karşı çaresiz; oduncunun ağaca karşı duyduğu mahcubiyet -varsa eğer- zaten faydasız. umsun ki yetenekli bir sanatçının, ustanın ellerinde oyulsun, bir esere bürünsün; en çok da, kıymetini bilecek bir yazarın, kaleminin altında ölümsüzlüğe kavuşsun. yeter ki ahşaba susamış bir ateş parçasına yem olmasın.

    bir de ormancı var ki ağacı istim üstünde tutan; her ilkyaz onu yeşerten. ormancı baltayı köküne en yakın yere vurmadıkça ağacın içi rahat; isyankar dal yavrucaklar arada budansa da olur. hem ormancının elinden onlara hadlerinin bildirilmesinde ziyan da yok. ne de olsa seneye gene yeşerecek; gövdeye bağlı, ayaklarına dolanık prangalarla onları gökyüzüne tekrar salacak. ta ki yavrucaklar yorulup da, inadından cayana kadar.

    ağacın gövdesine çekilen işaretin hep aynı seviyede kaldığını, inatçı olanın anaç gövde değil de dallar olduğunu, ormancı da, ağacın kendisi de bilir. dal yavrucaklara özgürlüğe olan isyankar umudu aşılayan o; kabahatinin de farkında; ağacın sıkılganlığı da bundandır. bekletilmeyi ağaç olmaya tansıyan gözlemciye hafif alık dedik ya, ağacın kendisi de az alık değil hani. onu diri tutan, dallarının özgürlüğe özlemi midir, köklerinin suya düşkünlüğü müdür, yoksa gövdesinin ormancıdan korkusu mudur kendi de bilmez. ama bilir ki, bir kere caydı mı, ormanın kurumuş ot ve sararmış yapraklarla harman toprağına devrilecek...

    öykümüzde yılları yitik, alık bir karakterimiz daha var. gerçi onun, alıklığından ötürü çok da suçlanmaması lazım. bunca yıldır ağaçla henüz tanışmamış ki hiç! nereden bilebilirdi bir ağaç hayatını değiştirecek, onu özgürlüğe kavuşturacak. kuş olsa uçardı, istediğinde göçerdi. ama insan bu, ne uçar, ne de istediğinde göçer, vardır onun da prangaları... bir ağaç insanı özgürlüğe nasıl kavuşturabilir diye de şaşırmayın. insanlar aynı ağaca baktıklarında çeşit çeşit şeyler görürler. aynısını görseler de, başka başka dile gelirler. bu ağaç da öyle sıradan bir ağaç değil hani.

    elinde kahvesi, sigara içmek için balkonuna çıktığında, karşısındaki manzarada büyükçe bir alan kaplayan, on süremdir gözlemlediği bir ağaç bu. ne ağacı olduğunu -ben de bilmiyorum ya- bilmese de, çınar veya meşe olmadığından emin. gerçi bu zamana kadar ağaca yabancı bir insanın, baktığının ne ağacı olduğunu bilmesinde kime ne fayda? bu ağaç, rahmetli ünlü jönün de mezun olduğu okulun bahçesinde, çocuk çığırışları eşliğinde gökyüzüne yükselen ve yükseldikçe de etrafındaki boşluğu kuşatarak genişleyen heybetli bir ağaç...

    türü gibi, özeğine her sene kaç halka eklediğini de bilmediğimiz bu ulu ağaç, şimdilerde dört katlı bir evin çatısıyla boy ölçüşebilecek kadar ağdıysa, 1880'li yılların sonunda bir fransız karakolu olarak kullanılan tarihi binanın bahçesinde çok çok önceden kendisini toprağın yüzeyine atmış, filizlenmiş ve saltık güneşle sevişmiş olmalı. bahçe duvarı sınırlarının çiziminde, dar caddelerin döşenmesinde, etrafında kümelenen evlerin şekillenmesinde, kentleşmeye ufak dokunuşlar yaptığını gözlemlediğimiz bu ağaç, öteden beri saygınlığını kazanmış, şehir planlamacılarını bile boyunduruğu altına almıştı.

    ağacımız heybetli olduğu gibi tılsımlı da bir ağaç. ona bakana huzur verdiği gibi, bakmayı bilenin de çevrenini açar, onu kucaklar, kuş gibi yüreğini yeğnileştirir. şimdiye o balkondan ona kaç kişiler bakmıştır, ağacın ışıltısını kimler görmüştür bilemem. ama ağaç da yüz yıllardır sanki bizimkini beklemiş. hele, elini uzatsa, dalını tutacak kadar kime sokulmuş? besbelli ki ağaç da onu en iyi anlayacak kişiyle karşı karşıyadır; ondan ilhamını esirgemez.

    altı sürem sonunda bir ilkyazda -ağacımız güzelce yeşermiş- bizimki ağacın kıymetine ayıkır. onda, başkalarının göremediklerini görür, başlar bir masal yazmaya. daha doğrusu ağaç yazdırır, o ayırdında olmasa bile. bizim masalcının masalı pek bir beğenilir, övgülerle el üstünde tutulur. hayal gücü ne kadar zengin, kalemi ne de güçlüdür masalcının! sözcüklere, kelebek gibi yorulana dek dans ettirir, betimlemeleri ışıltılar saçar.

    kibrinden midir, alıklığından mıdır bilmem, masalcı bakmayı da görmeyi de bilir ama derindeki hakikate eremez. bilmez ki her sözcük yaprak yaprak dalların ucundan sarkar; ihtiyacı olan betimleme dalından düşer de kelebek gibi uçuşarak avcuna konar! sanır ki yeteneğindendir, cevheri doğuştandır. ağaç, olsa olsa o cevhere açılan kapının yerini bellemekte yedendir. hele insanı balkona çıkmaktan bile ilendirecek zemheri bir gelsin, ağaç da kökünden üryan soyunsun, o zaman anlayacak, hakikate erecek...

    yeşermiş ağaç cömerttir, görmeyi bilenden esinini, dalına konandan tohumunu esirgemez. kimisi de çiçek açan, meyve veren, polen polen uçuşan bu alçak gönüllülüğün kendisini bencillik bilir. özgürlüğe giden yol ağacın dallarının ucunda değil de tohumunun içindedir. çok azımızın anlamlandırabildiği yüce özgürlük kavramını ve umudu, küçücük bir tohuma sıkıştırabilmek, saygı duyulası bir çırpınış değil midir? rüzgara kapılıp giden polenden, hangi kelebek daha zarif, hangi kırlangıç daha hürdür?

    masalcı artık cömertliği, bencilliği ve de özgürlüğü daha iyi anlamaktadır, zemheriye girerken çıplaklığı da... zenginliğinde her şeyini sunan ağaç, şimdi tüm yalınlığıyla, süzgünlüğüyle karşısında durmaktadır. varlığı betimlemek kolay da, peki ya yokluğu, hiçliği? oysa bu çıplaklık, sadece güneşin bir demet ışığına susayan, dallarıyla daha daha yücelere ağdıkça ona erişeceği yanılgısına sarılan ağacın, tüm kederini gözler önüne sermez mi?

    sararmış son yapraklarını rüzgara teslim ederken ağaç yine de vefalıdır. yapraklar, ortasından ikiye ayrılır; kırılgan, zarif kanatlara evrilir; küçük çevrilere tutunur; müjde beklenen güz kelebekleri gibi uçuşur; masalcının avuç içlerine konar...

  • the republic of enchanters (2016)

    ''denizci! ufku gören sen, söyle bana yarının neyden yapıldığını.''

    2016 yılında fanny liatard ve jeremy trouilh adlı yönetmenler tarafından yapılmış kısa film, fransa'nın nantes şehrindeki bir konutunda geçiyor. özgürlük, eşitlik, kardeşlik, şiirsellik ve nezaket gibi temalara odaklanıyor, bakınız 'liberte, egalite, fraternite' danslar, tatlı yalanlar, şarkılar... yazdıklarım arasında en sevdiklerimden biri, tesadüfen karşılaştığım ve yüzümde tebessüm bırakan türden bir film. çok tatlı ve büyüleyici buldum, eh adındaki gibi.

    filmin çekilmesi bir yapımcı şirketinin proje düzenlemesiyle başlıyor. 10 yönetmen fransa'nın 10 mahallesine gidecek ve iki hafta boyunca oranın yerlileriyle 3'er dakikalık 3 film çekecekler. bu filmi çekenler de kendilerini nantes'te dervallieres adlı bir mahallede buluyorlar. güney amerika büyülü gerçekçiliğinden, jodorowsky, kieslowski, carax gibi kişilerden etkilenen bu grup, kısıtlı bir zaman ve karşılarında hiçbir zaman rol yapmamış insanlar olmasına rağmen konutta yaşayan insanlarla olan karşılaşmalarından ve bizzat huzurlu bir ortam için uğraşan bu insanların atmosferlerinden kaynaklanan bir iyimserlik konu etmişler.

    yanı sıra 13 kasım paris saldırıları'ndan iki hafta sonra çekilmiş ve yönetmenler senaryo yazılırken yaşadıkları korkuya, özellikle mahallelilerin yaşadıkları, tepki olarak radikal anlamda optimist bir film yapmaya karar vermişler. yine de belki bundan ötürü ikinci planda bir kış havası ve melankoli de hakim. özellikle kieslowski'nin dekalog filmindeki polonya mahallesinin kış ortasındaki görüntülerinden etkilenmişler mahalleyi çekerken.

    üç bölümden oluşan filmde soundtrack önemli bir parça. özellikle giriş bölümlerinde kullanılan şarkılar, sloganlar ve danslarla bir hikaye anlatıcısının hikayeye başlamadan önce yaptığı tanıtım hissiyatı uyandırmak istemişler. bir de bunlardan bazılarının arapça ya da romence olmasında fransa'nın çok kültürlü yapısına da vurgu yapılmış.

    kıssadan hisse, mahalle sakinlerinin doğal ve rüya gibi hikayesi. ekledikleri düşsel ögeler beni mutlu etmeye yetti, umarım sizi de mutlu eder.

    not: filmdeki fairuz - we and the moon are neighbors şarkısını dinlemek isterseniz tıklayarak ulaşabilirsiniz.

    kaynak:
    clermont film fest, lunch with la republique des enchanteurs (the republic of enchanters)

  • !kılıçdaroğlu babala tv yayını

    bu yayını da izledikten sonra toplum olarak sorun yaşadığımızı düşündüğüm birkaç şeyden iyice emin oldum sorular üzerinden.

    - fikir değiştirme hakkımız kabul görmüyor. insanı ufku açılabilen bir varlık olarak tanımıyoruz. soruların çoğu dün öyle dediniz bugün niye böyle diyorsunuz minvalinde. birbirimize de böyle yaklaşıyoruz çoğunlukla. hatamı gördüm, fikrim değişti, eksik düşünmüşüm, büyük resmi görememişim vs. bunlar nedense samimiyetsizlikle bağdaştırılıyor, inandırıcı gelmiyor. programdaki en belirgin örneği 28 şubat çerçevesinde sorulanlar. birini dinleyip kendi fikrimizi değiştirebileceğimiz ihtimaline de tedirginlikle yaklaşıyoruz. sanki fikrimiz değişirse önceden söylediğimiz her şeye ayıp edecekmişiz ya da sahtekarlık olacakmış gibi.

    elbette yanardönerlikle fikir değiştirmenin arasında bir fark var, bunu da samimiyet testine sokarak, karşımızdakinin ne dediğine, değişen fikrini nasıl açıkladığına bakarak anlayabiliyoruz zaten.

    - aslında kendi yaşamımızı etkileyen, gündelik hayatımıza yansıyan gündemleri siyasetle ilişkilendirememek. soruların tamamı medyatik. karşına muhalefetin cumhurbaşkanı adayı gelmiş, yirmilerinde genç birisin. soracağın, dertlendiğin bir sürü şey var pkk da pkk. bu anlamda en sevdiğim soru yayının sonunda herkes ayaklanınca kütahya ilçe örgütünde yaşadığı sorunu dile getiren genç oldu. kılıçdaroğlu'nun cevabı da sonda kaldığı için kaçmamıştır umarım. toplanın, inisiyatif alın, örgütlenin örgütü domine edenleri devirin, siz genç değil misiniz nasıl gücünüz yok dedi. dört dörtlük cevaptı bana kalırsa.

    - yukarıda söylediğimden yola çıkarak gördüğüm bir diğer şey "her şeyi devletten beklemek". biz bir kağıda mührü basalım gerisini yetki verdiklerimiz halletsin. e sen neredesin? diyebiliriz ki onlar bu iş için bir dolu maaş alıyor yapacaklar tabii. başlı başına yurttaşların kendi yönetimine katılacağı bir sürü mekanizma var. dahil olsan ne gerek var bu kadar maaş almalarına diyeceğimiz noktaya da geliriz belki. pkk da pkk. hiç sokağa çıkıp artık şu sorunu çözün dedin mi? bu işlere çok para harcadınız dedin mi? eşek yüküyle vergi ödüyoruz bir kere hesap sorduk mu? pkk da pkk.

    - herkesin üniversite diploması var. çoğunluk telefona bakıyor. iki cümleyi bir araya getirip soru soramıyoruz. soracağımız soruya dair ifade etmek istediğimiz üç beş cümlelik öncül bilgiyi kafadan söyleyemiyoruz. bu bana gerçekten merak ettiklerimizi mi soruyoruz diye düşündürüyor tekrar.

    - genç kuşağın partisine bakmadan iyi kötü hepsinin iklim krizi konusunda duyarlılığı ya da bilgisi var. bir kişi de çıkıp mutabakat metninde bu konuyla ilgili sıkıntıları sormuyor. et üreteceğiz diyor kimse demiyor ki sürdürülebilir yapacak mısınız, hayvansal ürün endüstrisinin iklim krizine etkisini göz önünde bulundurdunuz mu bu formülü geliştirirken? samandağdan bilmem nereye kadar sanayi bölgesi, madenler şunu bunu yapacaksınız. millet madene karşı orman işgal ediyor siz bunu hiç düşünmediniz mi? ya siz bilmem kaç maddelik metin yazmışızsınız çıkıp bir kişi de bu metni sormadı, niye anlatamadınız diyen bile yok. pkk da pkk.

    ben çok böyle cümleler kurmam da dayanamıyorum bu kez, allah bu aptallığın karşısında hepimize sabır versin.

  • alamet

    emare, belirti, iz, im, nişan anlamlarına gelen arapça isim soylu sözcük. özellikle 'kıyamet' sözcüğüyle birlikte kullanılması çok manidardır.
    mecaz anlamlı olarak halk arasında çok büyük nesneler için de kullanıldığı olur.
    alametifarika birleşik sözcüğünün içinde de yer alır.
    -"kış ortasında havanın 25 derece olması hiç hayra alamet değil."

    burada hemen can nazım hikmet'i ve onun alâmetler şiirini anmasak olmaz:

    yedi kat yerin altından uğultular geliyor.
    çok alâmetler belirdi, vakit tamamdır.
    haram sevaboldu, sevap haramdır.
    ak kurt, kara tahtayı daha bir yol kemir,
    çekin ki körükleri
    ateşe girdi demir.

    çok alâmetler belirdi, vakit tamamdır.
    duyuldu kim ölüm satılıp kâr edile,
    kendi kendilerin reddü inkâr edile,
    ve duyuldu kabuğuna tık ettiği civcivin.
    duyuldu uykusundan uyandığı
    zincirinden başka kaybedecek şeyi olmayan devin.

    yedi kat yerin altından uğultular geliyor.
    medet yoktur, bakma geri.
    kantarma zapteylemez oldu beygiri.
    çıkmış üzengiden, ayağı yok mu?

    kan sızar, şak olmuş, dudağı yok mu?
    gider, böyle gider, dahi gider
    bu âteş yolların durağı yok mu?
    bu yol orda biten yoldur.
    "türabolmak ne müşküldür…"

    çekin ki körükleri
    ocağa girdi demir.
    bir ateş külçesi düştü buzların ortasına.
    alâmetler belirdi, kıyamet alâmetleridir.
    haberdir, erişmekte
    kaynayan su galeyan noktasına.

  • apoyando

    klasik gitarda, parmakla tele vurduktan sonra parmağı bir üst tele dayama şeklinde yapılan vuruşa verilen isim.

    daha çok eski gitaristlerin kullandığı bir tekniktir. tele sert vuruş yapmak için kullanılır. çağdaş gitaristler pek tercih etmiyor, tirando ile de güçlü vuruşlar yapıyorlar diye okumuştum bir yerlerde.

    bu arada konuyla ilgisi yok ama "apoyar" (dayamak) kelimesi frot için de kullanılıyor. bir defasında ispanyolca bir metinde karşıma çıkınca apoyando ile ilişki kurarak "hee tamam 'dayamak' bu..." demiştim.*

  • miho

    çağrışım: @dionysos; 'iyi insan' başlıklı yazı.

    cevat şakir kabaağaçlı'nın -halikarnas balıkçısı- yazdığı öykülerden birinde anlattığı büyük deniz kuşu.
    bu öykü hüzünlü bir öyküdür. öykü türünü tanıtmak amacıyla çocuklara okumayı sevdiğim bir öyküdür. öfke, şiddet, bir canlıyı öldürmek ve hayvan sevgisi konusunda da örnek bir öyküdür. bu öykü üzerine, onlarla çok rahat konuşabilir, tartışabilirsiniz. en çekingen öğrencinin bile dilini çözen öykülerden biridir gündüzünü kaybeden kuş öyküsü.
    (şöyle birazcık okuduğunuzda hemen hatırlayacaksınız zaten.)


    gündüzünü kaybeden kuş

    martılardan bahsediyorum. onları sayısız çığrış ve çırpınışlarıyla kıyılarda görür, duyar ve görmesini de severiz. fakat bildiğimiz o martılardan çok daha büyük ve kanatları çok daha uzun bir açık deniz martısı vardır. onlara güney akdeniz'de "miho" derler. işte onlardan söz etmek istiyorum.

    sanki kuş değildir de, kanatlanış bir köpük parçası -ne bileyim- bir ıssızlık parçasıdır. denizin o hırlayan uçurumları, tepetakla dönmüş niyagara çavlanı gibi havaya yükselirken, onlara gün göründü demektir. işte o zaman fırtınayı da, kara bulutları da ta aşağılarda bırakırlar. insanın hayalini bile korkutan, çıldırtacak yüksekliklere çıkarlar. göklerin koynunda küçücük mavi bir nokta olurlar. o nokta, çıkar çıkmaz da maviliklerde erir ve garip kuş, maviler çölünde, sessizlik içinde yapayalnız. fırtınasız, açık havada başka bir dünyadan geliyormuş gibi, ara sıra uzun bir çağırış duyulur gibi olur. insan, "acaba gök mavileri mi dile geldi?" diye dört yana bakınır durur. oysa öten, denizin kartalıdır. bu fırtınalar imparatorunun hızı kasırgayı aşar. rakibi ancak şimşektir. denizin ve sonsuzlukların bu kayıtsız seyircisi, karaların kartalı ve akbabası gibi yırtıcı gagalı ve pençeli değildir. enginin bu kuşu, en yükseklerde uçan bir ak bulut hayatını yaşar.

    hacı süleyman, şafaktan beri elde çifte, önde köpek, kıyı kıyı taban tepiyordu. tanyeri uyanırken, keklikler derelerden, yamaçlardan cak cak cak cak cak cak... ederek, yeni doğan günü bütün kuşlar, böcekler, çalılar, dağlar, taşlar ve denizlerle esenliyorlardı. ne bir kuş, ne de bir böcek olan goethe'nin bile ölürken ve kapkara sonrasızlığa göçerken son çağırışı "ışık! ışık! ışık!" değil miydi? çiçek, balık, kuş, insan hepsinin aradığı ışık işte ağarmaktaydı. keklikler hamamböceği, solucan, akrep, tespihböceği değillerdi ki karanlıkları arasınlar. onlar güneşle ve güneşten yaşıyorlardı. zavallılar o ışığı sesleriyle, şarkılarıyla içlerinin ışığından gelme, ışıklarıyla esenliyorlardı. günün ışığı keklik için güvenlik demekti. hem kendisi, hem de palazları için karanlıklardan gelen korkuların sonu idi bu. artık çalılıkların en kuytu ve gizli boşlukları bile aydınlanıyordu. bütün ana keklikler yuvalarının kenarına oturmuşlar, "merhaba!" diyerek gevezelik ediyor ve "bir karanlık gece daha atlattık," diye birbirlerini kutluyorlardı.

    hacı süleyman yürüye yürüye dik bir kayalığın dibine vardı. her yan keklik ötüşü kesilmişti. gelgelelim binlerce kekliğin bir taneciği bile ortada yoktu. hacı süleyman köpeğine kızdı, "senin burnun mu yok ne? a it oğlu it!" diye çıkışarak köpeğe bir tekme attı. köpek kuyruğunu ardına kıstı ve beş on adım öteye kaçtı. hacı süleyman'ın gözlerini kan bürümüştü. bu keklik bolluğundan üç dört çift olsun vuramasın ha? elinden gelseydi çifteyi güneşe tutup, öldürücülük tutkusunu doyurmak için ateş edecek ve güneşi kör edecekti.

    tam o sırada önünde yürüyen uyuz köpek yarı havlayış, yarı uluyuştan ibaret bir ses çıkardı. aynı zamanda da hacı süleyman, başının üzerinde, yükseklerde bir kanat hışırtısı duydu.

    yüksek bir kayanın tepesinde yumurtlayan bir miho kanada kalkmıştı. hacı süleyman birdenbire çiftesini havaya dikti ve çiftenin iki gözünü birden ateşledi. miho kanatlarını topladı, avına saldıran bir şahin gibi, aşağıya doğru düştü. havaya, yolunan bir sürü tüy uçtu. kuş sendeledi, dengesini buldu. ve bir fişek gibi dosdoğru yükseklere fırladı. ardı sıra bıraktığı tüyler döne döne yere indi.

    yandan gelen saçmaların biri, kuşun bir gözünden öteki gözüne geçerek, ikisini birden akıtıp kör etmişti. kuş artık korkunç ve garip bir karanlıkta uçuyordu. hiç durmadan, dinlenmeden beş saat uçtu. doğdu doğalı tanıdığı göğü karanlıklarda aradı. fakat göğü bulamıyordu. biliyordu: yuvası göğün bir kenarında, bir kayanın üzerindeydi. yavruları yiyeceksizlikten ne haldeydiler acaba? annelerinin mavilerde çınlayan sesini araya araya, göklere baka mı kalacaklardı? kuş olanca gücünü yeni baştan kanatlarına verdi. herhalde bu karanlıkları aşacak ve karanlıklardan ötelere yayılan mavilere ulaşıp dalacaktı.

    böylelikle dört beş saat daha uçtu. artık gece olmuştu. miho hâlâ gündüzü arıyor, ama bulamıyordu. kanatları ağırlaşıyordu. kanatlarıyla aydınlığa varamayacağını anladı. işte o zaman masum sesiyle mavi yükseklikleri yaratmaya kalkıştı. türkü söyledi. türküsüyle ve içinin ateşiyle zindan kesilen evreni, apaydın edecek olan güneşi yaratmaya çabalıyordu. fakat artık bitkindi. gecenin karanlığında sesi sendeliyordu.

    engin üzerliklerin bu tenha uçucusu, karaya ancak yavrularıyla bağlıydı. yavrularının yuvasını, bağrından yolduğu tüylerle döşemişti. son bir defa, karanlıkta iki ayaklı birer pamuk yumağına benzeyen sarı gagalı yavrularını çağırdı. sesi kısıldı. gırtlağından garip gürültüler çıkararak ve tekerlenerek çırpına çırpına denize düştü.

    ertesi günü, ıssız denizlerde bir beyaz tüy yüzüyordu ancak.

  • !ön yargılı olmak

    ön yargı iyidir, adı üzerinde ön yargı, seni tetikte tutar. lakin bir şeyi öğrenip hakim olduktan sonra ya da birini tanıdıktan sonra hala o şeye ya da o gruba ön yargın sürüyorsa bu seninle ilgili, çözmen gereken bir sorundur. yani yadırganması ya da kabul görmesi gereken yargın, vardığın yerdir ki bu adaletli ise önü arkası senin bileceğin şeydir.

  • doksografi

    klasik tarihçi ve filozofların kendilerinden önce yaşamış, hatta eserlerinin bir bölümü veya tamamı kayıp olan seleflerinin işlerine dair yazım işlerine, fikir ve yorum katkılarına denir. terimin mucidi alman bilim ve felsefe tarihçisi hermann alexander diels'tir (d 1848-ö 1922).

  • tercüme

    ben çocukkene aktif bir şekilde icra edilen, ama bugünlerde rastladığımızda "aaa bi de bu iş vardı di mi?" diye bizi düşündüren meslekler var.
    kalaycılık misal. ya da kunduracılık. veyahut yorgancılık. terzilik... ciltçilik... vs. vs.

    sokaktan kalaycı geçtiğinde bütün evlerden çocukların eline tavalar, taslar, tencereler tutuşturulur, kalaycıya gönderilirdi. anneannem de beni bu brokerlik pozisyonunda işlevsel görürdü rahmetli. daha kafamın paraya pula basmadığı zamanlardı. işin tarifesi neydi, kadınlar çocukların eline kaç parça eşya, kaç adet atatürk resmi tutuşturacaklarını nerden bilirlerdi, hatırlamıyorum. ama sorunsuz, tıkır tıkır işleyen bir süreçti. kadın camdan kalaycıya bağırırdı. kalaycı 'tamam abla' gibi bir şeyler der, sırtında taşıdığı ekipmanı indirirdi kaldırımın geniş bir yerine. sonra da kadın evdeki oğlanlardan angaryayı kabul edecek kadar küçük, ama bir yandan da becerebilecek kadar büyük yaşta olan bir tanesinin eline tutuştururdu ne kadar kap kacak varsa. ben merdivenleri inip dış kapıdan geçene kadar da kalaycı mucizevi bir biçimde ateşini yakmış olurdu. 3-5 dakka içinde o ateşte erimeye başlayan kalayı bakır kapların orasına burasına güzelce yedirirdi. zaten kalayladığı 7 milyonuncu tencere olduğu için gözü kapalı bile yapabilirdi muhtemelen, ama o mevzuda iddialaşmadım hiç kendisiyle. iş bitip tencere soğuyunca da al mektuplarını, ver mektuplarımı kısmını hallederdik faaliyetin. daha doğrusu adam hallederdi de, ben de hesaptan kitaptan anlıyomuş gibi orda bakarak olurdum. bi nevi türkiye'deki inşaatları denetleyen tipler gibiydim yani.
    hala bazen şişli'deki sokağımızda gördüğüm oluyor. ama ben çocukken gençten sayılabilecek kalaycı adamlar artık 60'larında açık net. artık malzemeyi sırtlarında taşımıyorlar da her yeri pastan dökülen bir kartal ya da torosla gezdiriyorlar. bir de kömürlü bir ufak ocak yerine artık tüplü bir şeylerle yapıyorlar, ama bizim bildiğimiz küçük tüplerle alakası yok. yalnız bir ortak noktaları var ben çocukkenki kalaycılarla şimdikilerin. konuşmayı pek sevmiyolar. çocukluğumun kalaycıları 9 yaşındaki veletle muhatap olmaya erindiği için konuşmazdı sanırım. şimdikiler de mesleklerinin son günlerini saymanın hüznünden galiba. ama bir şey çok açık: 10 sene sonra atıyorum dünyaya saldıran uzaylılara karşı elimizde işleyen tek silahın kalay lazeri olduğunu fark etsek bile numunelik bi tane kalaycı bulamayacağız şifa niyetine. trend net.

    ilkmektep 2'de miydim, 3'te miydim, hatırlamıyorum. doktorun biri "sizin oğlan yampirik basıyo, gidin kunduracıya söyleyin tahta potin yapsın" mealinde bişeyler dediydi benim rahmetlilere. bizimkiler de aldılar beni, götürdüler kunduracılar çarşısına. orda babamın tanıdığı birine gittik.
    babam da babaydı be. hani o yaşlarda dünyanın en önemli adamıymış gibi gelir ya size. benimki de memlekette herkesi tanırdı. ya da ben öyle sanırdım. camcı mı lazım? bizim halil'i çağır gelsin. anahtarcı? necmi vardı ya, babamın tanıdığı, ona giderdik. elektrikçi lazım diyosun? hemen fehmi ustaya yollanırdım. pide döktürecek olurduk, apo'ya gönderirdi. tabi apo'yu öyle anarşik gomunik filan düşünmeyin, sıradan bir pideciydi kendisi. işini iyi mi yapardı, kötü mü, bilmirem. ama babam onu tanıdığı için ona gönderirdi bizi.
    velhasıl, kunduracı abdül'ün tükkana gittik. abdül'ün gerisi nedir, kayıtlarımda mevcut bir bilgi değil. siz deyin abdüllatif, ben deyim abdülrezzak. neyse, abdül çıkarttırdı benim yan basmaktan yamulmuş ayakkabıları. mezurasını çıkardı, oradan çekti, buradan sardı. 3-5 ölçü aldı. ondan sonra da ayağımdan çıktıklarına benim mi daha çok sevindiğim, kendilerinin mi daha çok sevindikleri belli olmayan eski ayakkabılarıma baktı. babama göstererek "abi bak işte bunları kösele diye satıyorlar ama uyduruk malzeme. bundan kemer yapmam ben, adam ayakkabıya koymuş. haliyle eğiliyor, bükülüyor. olan da bu sabinin ayağına oluyor" dedi. neyse, bizi gönderdi, haftaya gelmemizi tembihleyerek. o arada da tahta ayakkabıları yaptı ölçüsüne göre. hani öyle tahta diyince heidi'nin ayakkabıları gibi bişey gelmesin aklınıza. dışarıdan bakınca deri ayakkabı modeldi, ama içeriden epey sertti. o kısmını bir ben bilirim zaten. 5-6 ay giydim onları, ayağım içine sığmaz, sığmadığını da tarafıma bağıra çağıra bildirmekten çekinmez hale gelene kadar. lakin ne olduysa o dönemde, sonraki ayakkabılarımın hiç öyle tek bir tarafı yamulmadı, ezilmedi. artık ben mi düz basmayı öğrendim, yoksa sonraki ayakkabılarımda malzeme kalitesini mi artırdılar (ki kinetix bile giydim vaktinde hani orta anadolu ergenleri arasında onun moda olduğu zamanlar) tam bir şey söyleyemeyeceğim.
    bu kunduracı milleti sıfırdan potin yapmanın yanında mevcut potinleri de tamir ederlerdi. tabii o zaman tamir edilable ayakkabılar vardı. bugünkü gibi artık vietnam bile pahalı geldiğinden kamboçya'da yapılan naylon torbadan hallice şeyler değildi o zamankiler. ve evde ayakkabı dolabı olmazdı. zira herkesin bir çift ayakkabısı olduğundan, dolap dolduracakları aklımıza gelmezdi. benim hanım bugün 20 çift (abartmıyorum, ki zaten abartı mevzuu bir rakam olmadığını siz de kendi deneyiminizden biliyorsunuzdur) ayakkabı türevine bakıp "giyecek hiç ayakkabım yok" diyebiliyor. o zamanlarda tahayyül edilebilecek bir durum değildi bu. bayramda bir çift ayakkabı alınırdı. o benim ayağıma olmaz hale gelene kadar giyerdim. bi yeri sökülmüş, açılmışsa kunduracı abdül'e gider düzeltilirdi. o yolculuk da yaz mevsimine geldiyse ayağımda terlikle şahsım tarafından, kış mevsimine geldiyse muhterem pederim tarafından gerçekleştirilirdi. takip eden yılda da benim ufak biraderin demirbaşına kaydedilirdi. ve bu süreç tekrarlar giderdi.
    geçenlerde baktım kunduracılar çarşısına da, evet hala kunduracı mekanın sahipleri. ama mahiyeti değişmiş ticaretin. artık imalat ya da tamirat değil, istanbul'dan gelen malı memleketin ilçelerinden gelen müşterilere "kaktırma" aktivitesi var mekânda sadece. müşteri kitlesi içinde de bırak medreseyi, dar-ül fünun'u, mekteb-i salis (yani lise) bitirmiş kimse de yok gibi. değişen devranın, eriyen kitlelerinin hala ucundan sarıldığı bir adetin çökmekte olan tezahürü artık oradaki.

    bizim sokakta, babamın yazaanenin karşısında bir 'matbaa' vardı. matbaa dedimse, gutenberg'inkinden çok da hallice değil. hala elle dizilen harfleri vardı. onlarla resmi evrak olmak üzere bir şeyler basarlardı. bir de ciltleme yaparlardı. eskiyen, dağılmaya çalışan kitapların elini yüzünü toplarlardı. babamın tuttuğu defterleri sağlamlarlardı. bir de, benim marifetmiş gibi biriktirdiğim bilim ve teknik dergilerini yıl yıl ciltlerlerdi. bugün çok komik geliyor ama o zaman o dergileri saklamam gerektiğini düşünürdüm niyeyse. saftirikliğimin bir bahanesi olarak daha google ile, hatta internet ile, hatta neredeyse bilgisayar ile tanışmamış olduğumuzu söyleyeyim.
    ben üniversite için memleketten gittikten sonra görmedim bir daha o matbaayı. tabi döndüğüm oldu memlekete ama, galiba artık yerinde yoktu o matbaa. tıpkı onun gibi başka matbaalar ve ciltçiler gibi. zaten bilim ve teknik de yalan oldu fetöcülerin elinde. ne yalan olmadı ki memlekette.

    neyse, demem odur ki, çok değil, 3-5 yıla bizim meslek, yani tercüme de bunlar gibi olacak. 3-5 yıl giderek daha ziyade kunduracılar çarşısındaki satıcılar gibi ekmek yemeye devam edeceğiz. paralı bir iş düşürdük mü oradan o ayın nafakasını da çıkardık diye halimize şükredeceğiz. istanbul'dan değilse de google'dan ya da chatgpt'den gelen uyduruk malzemelerin elini yüzünü toparlayarak gittikçe küçülen bir müşteri kitlesine satmaya devam edeceğiz.
    10 yıla da tercüman dediğin bizim sokağa hala yılda 2-3 kere uğrayan 60'lık emmi gibi olacak. zanaat icra ettiğini, ama artık o zanaate talep kalmadığını bilmenin depresyonuyla yorgun... kendisinden sonra kimsenin gelmeyeceğini bilmenin hüznüyle sıkkın... belki mesleğin demografisindeki daralma 3-5 sanatkar kitap çevirmeninin emekliliğe yetişmesini de kurtarır sonrasında ama... bunlar hep uzatmalar artık. ne kaldı ki şurada douglas adams'ın babelfish'ine?

  • introvert

    carl jung'un geliştirdiği bir kavramdır. toplumun çoğunun çok yanlış anladığı insan özelliğidir. antisosyal veya asosyal kavramlarıyla çok karıştırılır. introvert'ler asosyal değildir. sosyalleşmeyi severler ama azar miktarda insanlarla, azar süreler için.

    misal, ben fazla kalabalık ve gürültülü bir ortamda fazla kaldığımda dayak yemiş gibi oluyorum. hani konsere gidersiniz, eve döndüğünüzde kafanız zonkluyor olur ya? öyle işte. eve zor atıyorum kendimi. "too much peopleing" tabiri cuk oturuyor bence buna. sonra kendimi tekrar şarj etmek için biraz yalnız vakit geçirmem gerekiyor. kitap okuyarak, dizi izleyerek, yemek yaparak, uyuyarak veya sevdiğim ne olursa.

    tek çocuk olmanın getirdiği bir şey galiba. anne ve babam devamlı bir takım sosyal faaliyetlerde olurlardı ben küçükken. yalnız kalırdım çoğu zaman. oyalanacak bir kardeşim de olmadığından, kendi kendime yetmeyi, sıkılmamayı öğrendim. sık sık ülke değiştirip taşındığımız için, çok arkadaşım da olmazdı. hep kendi başımaydım. aynı alışkanlıklar yetişkinliğimde de benimle kaldı herhalde. işimi de evden yaptığım için insanlar çoğu zaman "ay sıkılmıyor musun bütün gün evde, çıksana dışarı" diye zorlar beni hep. "gel kafede birlikte çalışırız" en çok duyduğum davettir. o iş öyle olmuyor işte.

    o yüzden lütfen, introvert'leri sosyalleşmeye zorlamayalım, onlar kendilerine neyin iyi geldiğini, inanın ki sizden daha iyi bilirler ve çok da iyi birer dost olurlar.

  • egosantrizm

    psikolojide (psikoloji alanına göre), çocuklarda da yetişkinlerde de görülebilen kognitif bir noksanlıktır; bireyin bilgisinin veya algılamasının esasen kişinin kendisine ait/özgü (subjektif) olduğunu fark edememe noksanlığıdır. bir çocuğun gözlerini kapatıp neşeyle, "beni göremiyorsun!" diye bağırmasında bu hata görülebilir. benzer şekilde, yetişkin bir hekimin hastalarına, yalnızca başka bir doktorun anlayabileceği bir mahiyette diyagnozlarını iletmesinde de aynı kusur gözlemlenebilir.

    egosantrizmin bilimsel çalışmasının öncülüğünü, isviçreli bir psikolog ve biyolog olan jean piaget yapmıştır. kendisi, çocuklardaki bilişselliğin (kognisyon) gelişimini, onların ekstrem egosantriklikten çıkıp diğer insanların (ve diğer zihinlerin) ayrı perspektifleri olduğunu idrak etmesini izlemiştir. piaget'nin aşama bazlı kognitif gelişim teorisi çerçevesinde, sensorimotor evresindeki bir infant, uç noktada egosantriktir. gelişimlerinin ilk iki senesinde infantlar, alternatif algısal, duygusal ve konseptüal perspektiflerin olduğunun farkında değildirler. işlemsellik öncesi evreye ulaştıklarında (2-7 yaş arası) alternatif perspektiflerin olduğunun farkına varırlar fakat bu bakış açılarını gerektiğinde benimsemeyi genellikle beceremezler. piaget, işlemsellik öncesindeki infantların, başka birinin birörnek olmayan bir objeye, onun olduğu gibi gördüğünü değil de başka bir açıdan baktığını ve farklı gördüğünü sıklıkla fark edemediklerini keşfetmiştir. yaşça daha büyük olan çocukların bu tür egosantrik çıkarımlarda bulunmayı bırakmaları piaget'e, çocukların somut işlemsel döneme ulaştıklarında egosantrizmi aştıklarını ve farklı perspektiflerin farklı algılamalara sebep olduğunu kavradıklarını düşündürmüş ve savundurmuştur. piaget'nin bilişsel gelişme teorisi, çoğu insanın 7 yaşına geldiğinde egosantrizmden çıktığını önermektedir.

    psikolojide, egosantrizmin anlaşılmasını da geliştirmiş -fakat bu, gelişimsel ruhbilimdeki zihin teorisi geleneğinden büyük oranda soyutlanmış bir mahiyettedir- diğer önemli bir şey ise, kognitif ve sosyal psikolojideki kestirme yol (heuristics) ve ön yargılardır (biases). (ç.n. bias'ı peşin hükümlülük, temayül gibi de çevirebiliriz kontekste göre.) insan yargısını etkileyen kestirme yol ve ön yargılar üzerinde yapılan çalışmalar göstermiştir ki yetişkinlikte dahi insanların algılayışları çeşitli egosantrik hatalarla karakterize edilmektedir. bunların arasında; kişilerin kendi tercihlerinin ne kadar kişi tarafından paylaşıldığını yanlış/fazla tahmin etmesi sebebiyle oluşan sözde konsensüs yanlılığı etkisi; belirli bir alandaki uzmanların, iletişimde oldukları ve o meslekte/alanda olmayan kişilerin bilgi seviyesini yeterince gözetememesi/kestirememesiyle oluşan bilgi/uzmanlık laneti etkisi; kişilerin, duygularının dışarıdaki insanlarca anlaşılabilirlik düzeyinin abartılmasıyla (örneğin topluluk önünde konuşma yaparkenki heyecan düzeyi), yani bunların başkalarınca da bariz olarak görüldüğü sanılmasıyla oluşan şeffaflık illüzyonu ve son olarak, kişilerin görünüşlerinin ve eylemlerinin başkalarının dikkatini çekme seviyesini abartılı algılamasıyla oluşan sahne ışığı etkisi vardır.

    her ne kadar yetişkinlerdeki egosantrik ön yargılar (peşin hükümler), infantlardakilere göre genellikle daha güç algılanabilse de, egosantrizmin çeşitli türlerinin yetişkinlikte de sürüp gitmesi, egosantrizmi aşmanın hayat boyu sürecek ve asla tam manasıyla gerçekleştirilemeyecek bir proses olabileceğini ortaya koyar.

    çeviri yaptığım kaynak: egocentrism - britannica

  • bilinç akışı

    en basit anlatımına belki virginia woolf'un mrs. dalloway romanından satırlar örnekleyerek ulaşacaktım, maalesef kopyalayamıyorum, o satırları buraya geçirmek de şu an zor geliyor.

    virginia woolf, mrs. dalloway romanında, romanın başkahramanı mrs. dalloway'i londra'da birkaç saatlik bir gezintiye çıkarır. clarissa dalloway, londra sokaklarında yürürken hem aksiyon halindedir, yani dükkanlara girer çıkar, alışveriş yapar, tanıdıklarıyla selamlaşır, günün ve havanın keyfini çıkarır; bir yandan da neredeyse bütün geçmişiyle, geçmişteki ve şimdiki tanıdıklarıyla, yaptıklarıyla ve yapmadıklarıyla hesaplaşır, kafası da bedeni gibi hareket halindedir. düşünceleri oradan oraya atlar, gördüğü, duyduğu, dokunduğu, kokladığı, tattığı her şey onda düşünce yumakları oluşturur. anlatıda, o an ve clarissa'nın aklından geçenler iç içedir. bu belli bir sırayla olmaz, çağrışımlarla olur.

    aslında gerçek hayatta da öyledir. düşüncelerimiz sınırsızdır. bize, her şey, her şeyi çağrıştırabilir. tam şu andan çocukluğumuzun hatırladığımız en genç evresine atlayabiliriz ya da gelecekle ilgili düşünceler geçmişle çözülmez yumaklar, anlamlı ya da anlamsız birliktelikler oluşturabilir.

    bu teknik zor bir teknik. dünyanın en büyük ve güçlü yazarlarından 'bazılarının' gerçekten büyük bir başarıyla uyguladıkları bir teknik.

    bu tekniği bütün bir roman boyunca uygulamak aslında en zor olanı. virginia woolf bunu başarıyor. ama bu tekniği kullanan birçok yazar, bunu bütün roman boyunca devam ettirmez, yalnızca ihtiyaç duyduğu yerlerde kullanır.

    bu teknik okuyuşu zorlaştırır mı? evet. sıradan okuru sıkar mı? evet.

    günümüzde özellikle genç okurlar, hızlıca akan maceraların içine dalmak istiyorlar. sabırsızlar. tıpkı bağımlısı oldukları bilgisayar oyunları gibi, kişiler, güçler, silahlar.......her şey belli olsun, zaman hızlıca aksın ve her şey bir sonuca ulaşsın istiyorlar. belki de haklılar.

    oysa bilinç akışı tıpkı insan ruhu gibi. -ruh sözcüğü burada metafor olarak kullanıldı.- insan, belki gelecekte de bugün olduğu gibi hiçbir bilgisayarın çözümleyemeyeceği kadar karmaşık ve belirsiz olacak. bırakalım öyle de kalsın (mı acaba?).

    bilinç akışı tekniğini türk edebiyatı'nda en iyi kullanan yazar yusuf atılgan. anayurt oteli romanında denediği bir teknik bilinç akışı tekniği. anayurt oteli'nin insanı boğan havası yalnızca zebercet'in manyaklıklarından, kaybetmeye mahkum oluşundan değil, bilinç akışı tekniğinden de geliyor. bu da yazarın bilinçli seçimi. yusuf atılgan'ın önünde saygıyla eğiliyorum.

    bilinç akışı tekniğine örnek olarak ders kitaplarında da bulunan bir nedim gürsel öyküsünden alıntılama yapmak istiyorum. buraya kadar okuyanlar o satırları da okursa, yukarıda açıklamaya çalıştığım tekniği daha iyi anlayabilirler. aldığım örnekte kahramanın kafasından geçen çağrışımlara dikkat ediniz.

    "yol boyu kavak ağaçları, köprü, yokuş yukarı dar sokak… sokağın bitiminde kediyi gördüm. yıkık bahçe duvarından duta tırmandı, oradan da çatıya. baktım baca tütüyor. rüzgarla savrulan kül rengi, yoğun bir duman. kedi dumana girdi çıktı. kiremitlerin arasında kayboldu sonra. bahçe kapısının önünde durdum. girsem yol bitecek. ömür biter, yol bitmez… kentlerin, otellerin duvarlarında yazılıydı. bir geminin beyazında, trenlerin, uçakların alnında. bekleme odalarında, gar saatlerinde, kamyonların, otobüslerin ön camlarında yazılıydı. ya da tanıdık bir ses hep bu cümleyi fısıldadı kulağıma: ömür biter, yol bitmez. girsem paris'te figuier sokağı'ndaki odamın kapısı çalınmayacak bir daha. ne telefon çalacak ne de notre dame'ın çanları. gece lambamın ışığına üşüşmeyecek türkçe sözcükler. bu sürgün bitecek. girsem sofada sedirin üzerinde bulacağım seni. saçların ağarmış, yuvarlak beyaz yüzünde sabır."

  • sisifos

    mitolojik karakter.

    "sisyphus'u gördüm, korkunç işkenceler çekerken: yakalamış iki avucuyla kocaman bir kayayı ve de kollarıyla bacaklarıyla dayanmıştı kayaya, habire itiyordu onu bir tepeye doğru, işte kaya tepeye vardı varacak, işte tamam, ama tepeye varmasına bir parmak kala, bir güç itiyordu onu tepeden gerisin geri, aşağıya kadar yuvarlanıyordu yeniden baş belası kaya, o da yeniden itiyordu kayayı, kan ter içinde..." homeros

    sisyphus, kurnazlığı ve düzenbazlığıyla ünlüdür... "aiolos'un oğlu, korint kralı sisyphus tanrı-ırmak asopos'a, kızı aigina'nın zeus tarafından kaçırılmış olduğunu söyleyerek zeus'u ele vermesine karşılık kalesi içinde bir pınarın akıtılmasını sağlar. bu hainlik zeus'un öfkesine neden olur. zeus ona ölüm meleği thanatos'u gönderir. sisyphos, thanatos'u zincire vurur; onu özgürlüğüne kavuşturmak için zeus müdahale etmek zorunda kalır. insanların ölmemelerinin bir kaosa sebep olacağını düşünen zeus, hades'e sisyphus'u yakalayacağına dair söz verir. zeus'un emri ile hades'e yardım eden ares sisyphus'u yakalar ve yeraltı dünyasına hapseder. ölüler ülkesine götürülen sisyphus kaderine katlanmak istemez. kendisine cenaze töreni yapmamasını karısından ölmeden önce istemiştir. törensizliği hoş karşılamayan hades, karısını cezalandırması için sisyphus'un yeryüzüne dönme önerisini kabul eder. ama yeryüzüne dönen sisyphus tekrar yeraltına inmeyi reddeder. sisyphus yıllarca yeryüzünde yaşayacaktır. duruma çok kızan hades, haberci tanrı hermes'i sisyphus'u yakalamakla görevlendirir. kurnaz sisyphus yıllar sonra hermes tarafından yakalanarak, hades'e teslim edilir ve hades tarafından, kocaman bir kayayı elleri ile iterek, yüksek bir dağa çıkarmaya mahkûm edilir. cezanın en kötü yanı, kayanın dağın tepesine dek geldikten sonra tam zirveye oturacakken aşağıya yuvarlanmasıdır, kaya asla dağın tepesinde durmayacaktır ve bu ceza sonsuza dek devam edecektir. sisyphus, bir canlıya verilebilecek en büyük cezayla cezalandırılmış insandır."

    "sisyphus o taşın birkaç saniyede bu aşağı dünyaya inişine bakar, yeniden tepelere doğru çıkarmak gerekecektir onu. böylesine taşlarla didinen bir yüz, taşın kendisidir şimdiden! o kayasından daha güçlüdür." diyor albert camus ve şöyle devam ediyor: "sisyphus, tanrıların paryası, güçsüz ve ayaklanmış sisyphus, düşkün durumunun tüm enginliğini bilir: inişi sırasında bunu düşünür. kimi günlerde dönüş böyle acı içinde geçiyorsa, sevinç içinde de geçebilir. yeryüzünün görüntüleri usa fazla takıldığı zaman, insanın yüreğinde keder yükselir: kayanın yengisidir bu, kayanın ta kendisidir." sisyphus kesinlikle bilinçlidir. "karşı çıkmalıyım!" mantığı ile hareket eder. bu deneyim yaşanacaksa bilinçli olarak, o mücadele ile yaşanmalıdır. bir cezaya çarptırılıp umutsuzca sonsuza dek bir yükü taşıma mantığı ile değil. bazı görüşlere göre; eğer sisyphus yenilir ve acı çekmeye devam ederse bu tanrıların zaferi olur ancak o direniş gösterir ve zafer onun olur. uygulaması her bireyin kendi hayatındadır.

    "albert camus, insanın yaşamın anlamsızlığına ve tüm baskılarına rağmen direnmek zorunda olduğuna dikkat çeker ve sisyphus'u anlamsızlığı akıl ve bilinç gücüyle yenen insan kahraman olarak niteler." gölgesiz güneş yoktur karanlıksız aydınlık olmadığı gibi. bu bilinçte olduğundan, geceyi, karanlığı, zorlukları tanır ve deneyimleyerek yaşar. "sisyphus, taşın düştüğü anlarda camus'a göre içinde bulunduğu durumun saçmalığını kavrar, uyanır ve kaderiyle yüz yüze gelir. bu an, sisyphus'un bilince kavuştuğu andır. ne zaman olacağı belirsiz bir kurtuluş umuduna bel bağlamak yerine, bu işkencenin sonsuza kadar süreceği gerçeğiyle yüzleşen ve bu kaderini kabul edip aşağı inerek taşı tekrar yukarı çıkartmaya başlayan sisyphus, bir kahramandır artık. bu boyun eğme değil, başkaldırıdır. çünkü tanrılar, sonsuz bir işkence cezasıyla elinden tüm ümidini alarak ona kötülük yapmak istemişler, ümidini kaybeden sisyphus ise, bu kaderiyle yüzleşerek ve uyanarak kendi kurtuluşunu yaratmıştır." sisyphus kurtuluş için birini beklemez, kendi kendisini kurtarmak için çabalar.

    "gerçek insan" zorlu ve kendine özgü yolculuğuna her daim "evet" der, çabası da hiçbir zaman bitmez. genel kitle için hayatın anlamsızlığı ve monotonluğu üzerine kullanılan bir tema tasviri iken. anlatılan hikâyenin iç yüzünü araştıranlar için sisyphus farklı bir duruş sergiler. kendine özgü ve özel farkında olarak bir karşı koyuş. kimi görüşlere göre ise yunan usulü reenkarnasyon anlatımıdır. varlık ve yokluk arasında arayan birey kendince bir kahramandır.

    albert camus, sisyphus efsanesini şöyle yorumlar: "insan, anlamsızlığına ve tüm baskılarına karşın yaşamı yenmek zorundadır." sisyphus, tanrılar tarafından lanetlenip cezaya çarptırılmış ilk insanoğludur mitolojide. kahraman bilinçlidir. her şeyin tükenmediğini, tüketilmediğini öğretir. "alnına ne yazıldı ise o" öğrenilmiş çaresizliği kahramanın yolculuğu için geçerli değildir. sisyphus'un sessiz sevinci buradadır: kaderinin ana hatları çizilmiş olsa bile iradenin gücü seçim özgürlüğü yani yolu kendisinindir. kayası ise kendi nesnesidir. kaya yuvarlanır durur. kişi yükünü eninde sonunda bulur. kaybedenlerin vazgeçilmez sözüdür "neden ben?" kahraman ise kimseye taşıyamayacağı yükün verilmediği gayet iyi bilir. "sisyphus gibi tepelere doğru, güçlüklere tek başına, onuru ile didinmek de bir insan yüreğini doldurmaya yeter." denildiği gibi: "yükünü her zaman bulur insan." aldous huxley ise şöyle ekler: "belki de bu dünya başka bir dünyanın cehennemidir."

    hiçbir şeye ihtiyacı olmayan insan, yenilmezdir...

    berk yüksel.


    kaynak

/ 3 »