en çok favorilenenleri (43)

başlık listesine taşı
  • bebeğe hediye alırken hegel'e gönderme yapmak

    ismi minerva olan -1 aylık kızıma @ugur ismail amcası tarafından hediye olarak gönderilen peluş baykuş sayesinde vuku bulan olay.

    şöyle açıklayayım: hegel, grundlinien der philosophie des rechts isimli eserinin sonunda "minerva'nın baykuşu alacakaranlıkta kanatlarını açar" diye bir cümle kullanıyor. benim okuduğum felsefe metinlerinde tanık olduğum en incelikli metafor olan bu cümle şu anlama geliyor:

    "bilgelik(baykuş) zamanın ruhu zaten ortaya çıkmak üzereyken(alacakaranlıkta) durumu tespit eder."

  • nothing culture nedir?

    kültürü çok dar bir anlama "sosyal davranışlara" indirgeyerek yapılan alaycı bir tanım. nothing culture diyerek kastedilen ise sosyal medyada birkaç yıldır popülerleşen boş-beleş akımlar.

    "ahmet iş makinası izliyor", "mehmet soda içiyor", "gülizar tavana bakıyor", "kamil iş makinası izleyen ahmet'i izliyor" başlıklı videolar bu tanıma uyuyor. orijinal içerikleri sık üretmekte zorlanan ama bol takipçili yayıncıların ürünü olan bu türün rağbet görmesinin sebebi "infinite scroll" nosyonu.

    insan beyni bir çeşit "öngörülebilirlik" aradığı için bu tür bir davranışa meylediyor. sosyal medyadaki bu 'sürekli kaydırma' halinin her gün 200.000 insan hayatı kadar yaratıcılıktan yoksun ana denk geldiğini hesaplamışlar. (3)

    bu süre sosyal medya devlerinin buluşlarıyla sürekli uzamaktadır. özellikle kaydırmaya sonradan adapte olmayan "tablet nesli"nin küçük dopaminler bombardımanıyla büyümesi, bağımlılık düzeyinde davranış kalıpları getiriyor. çare nedir? çare dijital minimalizm.(4)

    ne mutlu bize, bu değerli kitabı türkçe'ye de çevirmişler. ekran bağımlılığı ve insanın dijital alanardaki yolculuğu hakkında güzel önerilerle dolu. şiddetle öneriyorum.

    kaynak:
    1- urban dictionary
    2- markus, h.r.; kitayama, s. (2003). "culture, self, and the reality of the social". psychological ınquiry. 14 (3): 277–83.
    3- https://freedom.to/blog/infinite-scroll/
    4 - newport, cal. digital minimalism: choosing a focused life in a noisy world. united kingdom, penguin books limited, 2019.

  • daha güzel yaşamak parayla mı?

    sabah omlet yaparken aklıma gelen soru.

    peşinen evetleyecek arkadaşlar için önceden bir bilgilendirme yapmak istiyorum. bu soruya olumlu veya olumsuz bir cevap vermek yerine gerçekten cevabını sizlerle birlikte aramak için bu başlığı oluşturdum.

    önce size arkadaşım ismail'i tanıtayım. ismail, bir yılı aşkın süre beraber yaşadığım ve ekonomik durumu ülke ortalamasında olan "yürekli anadolu çocuğu" diye tanımlanabilecek, müthiş bir hafızaya sahip, zeki ve ahlaklı, benim için çok değerli bir arkadaşım.

    klasik türk ailesi içinde büyümüş üç kardeşin en büyüğü. memur. arabalar, kurtlar vadisi dizisi dizisi ve futbol sayabildiğim ilgi alanları.

    ismail'in evlenmeden önceki diyetinde yumurtanın yerini de anlatmalıyım: kendisinin de yumurtaya dizdiği övgüleri hesaba katarsak yumurta, mutfağın yıldızı, besinlerin en yararlısıdır. yumurtasız, ismail'in hayatı eksiktir. yumurta iyidir.

    gelgelelim ismail, hemen hemen her gün tükettiği yumurtayı pişirirken macera aramaz. üniversite yılları boyunca geliştirdiği reçetelere sadık kalır. bazen salça, bazen kaşar ekler yumurtaya. baharatların oranları da değişebilir. en sevdiği baharatlardan olan kimyon, karabiber ve pul biber değişik oranlarda yumurtayla birleşirler.

    bu bahiste en çok dikkatimi çeken nokta şu: ismail, yumurta pişirirken lezzeti iyileştirmek istese de, bunu yapmanın yolunu sadece kendi deneysel çabalarında aramaktadır. mutfağına rutin olarak giren malzemelerle yaptığı seyrek deneyler, reçetelerin derinleşmiş temellerini sarsmamakta veya yeni reçeteler oluşturmaya ve onları arada bir uygulamasına yol açmamaktadır.

    ismail, yumurta pişirmeyi mükemmelleştirdiğini iddia eden uluslararası saygınlığa sahip şeflerin nasıl yumurta pişirdiklerini araştırmamıştır. sadece ecnebilerin değil, ülkemiz insanlarının da heterodoks yumurta pişirme yöntemlerini (çılbır gibi) denememektedir.

    bu yüzden ismail krishnamurti'nin hapishane metaforundaki gibi, yalnızca bulunduğu alanda değişiklikler isteyerek ve bunları gerçekleştirmek için mücadele ederek içerideki koşullarını iyileştirmektedir.

    ancak bu gastronomik tecritten kurtulmak, neredeyse her gün yaptığı bir şeyi iyileştirmek demekse; ismail'in hayat kalitesini kayda değer biçimde arttıracaktır. bu artışın ismail'in kesesine olumsuz etkisi de öyle aman aman meblağlarda değil, bir memurun ihmal edilebileceği eser miktarlarda olacaktır.

    şimdi sorumuza geri dönelim. "daha güzel yaşamak"tan benim anladığım şey: alternatifinden daha fazla keyif verecek anları yaşamak. böylece ismail ve yumurta meselesi doğru bir yol gösterici.

    10 yıl boyunca hemen her gün yumurta pişirmiş bir insan iki yumurtadan yaklaşık 7000 yumurta pişirmiş demektir. bu pişirmeler esnasında henüz akılda kalan bir yumurta yeme deneyimi yaşanmamasını şuna bağlıyorum: doğru motivasyonun eksikliği.

    ölümlülük gerçeğinin farkında olan bizler, biricik yaşamımıza verdiğimiz değer nispetinde deneyimlerimizi iyileştirme motivasyonuna ve amacına sahip olmalıyız. hepimiz, ismailce rölantide yaşadığımız anlarda biraz farkındalıkla hayatımızı güzelleştirmeye çalışabiliriz.

    bunu yapmamak yaşamak değil geri gelmeyen vakti harcamak olur. (bkz: memento mori)

    kaynak:
    1- girdiyi oluştururken ismail'le yaptığım telefon görüşmesi

  • akp

    eşsiz iktisadi politikaları sayesinde kişi başına düşen milli gelirimiz gabon'dan daha az. cambaza bak anlayışıyla yapılan milli savunma sanayi icraatları da olmasa, son beş yıldır ülkeye safi zarardır diyeceğim.

    yolsuzlukları, haksızlıkları, israfı bir kenara bırakalım. bu partinin ülke yönetimi anlayışında büyük aksaklıklar var. kendince makbul vatandaşı dizayn ettiği eğitim sistemiyle, cehaletin yüceltilmesiyle, benden sonra tufancılıkla bir ülke nereye götürülebilir?

    bir devlet başkanının 2. abdülhamid'i yüceltmesi, shakespeare'i (nereden çıkardıysa) gizli müslüman diye tanıtan bir meczubu alimden sayması bize reva mıydı?

    neyse ki sabrımız bu pazar, olmadı 2 hafta sonraki pazar günü meyve verecek de bir kabustan uyanmanın ferahlığıyla yeni hayatlarımıza kavuşacağız.

  • roma ekonomisi

    batı düşüncesinde medeniyet denince aklıma gelen ilk devlet roma. çünkü bugünün kurumlar, hukuk, şehircilik, teknoloji, ordu düzeni, suyla ilişkiler, politik düzen, sosyal normlar alanlarına en çok etki etmiş devlet roma devleti.

    roma* ekonomisine ait birincil kaynakların çoğu doyurucu ve teyit edilebilir olmasa da dönem hakkında ipucu verebilecek yeterlilikte kaynağımız var.

    makro-ekonomi biliminin modern zamanlarda doğması romalıların ekonomik etkinliklerini geniş bir perspektiften bakmadığı anlamına geliyor. yani gayrisafi milli hasıla, tüketici enflasyonu, büyüme, işsizlik gibi verilerin kaydı pek mümkün değil. tutulsa da bize ulaşmamış.

    bu dönemi incelerken dönem aydınlarının kayda alınmış konuşmalarına, fazlasıyla abartılmış olduğu düşünülen idarecilerin övünmek için diktirdiği yazıtlara, kalıntıları bize ulaşmış ticari faaliyetlere (batık gemi) vb. bakmak gerekiyor. bunlar da birbirleriyle pek örtüşen şeyler değiller ama naçar arkeolog naçar...

    dünya nüfusunun beşte birini yönetirken bu insanları zamanının -hatta endüstri devrimine kadar olan zamanın- en müreffeh insanları olarak yaşatmak çok büyük bir başarı. bunun asıl sebebinin kölelik ve savaşlar olduğunu iddia eden ve buna iman eden insanlar için geliyor:

    1- kölelik kurumunu kullanan tek devlet roma değil.
    2- savaşlar: pax romana diye adlandırılan uzun barış yıllarında* ganimet ve talan yerine ticaretin devlet ekonomisini fevkalade beslediği görülüyor.

    peki neden roma ekonomisi vatandaşlarına asgari refahı sağlayabiliyor? cevap: serbest piyasa.

    roma, imparatorluğun hemen her bölgesinin karmaşık ve yerelleşmiş üretim merkezlerindeki malların ticareti için güvenliği sağlıyor. ama üretim miktarına, şekline, yerine, satış fiyatına müdahale etmiyor. mulsum işçilerinin feryadına kayıtsızlar. fildişi üretimini ithal ikameci bir anlayışla yeniden düzenlemeyi aklına bile getirmiyor romalılar.

    garum imal edilirken kokuyor diye üretimi şehrin dışına kaydırıyorlar, o da kamu yararı gözetildiği için.

    elbette o zamanlar kölelik şeklinde olan emek sömürüsü üretim kapasitesinde bir artışa yol açıyor. fakat "bu yıllarda karabiber revaçta, haydi bir milyon köle ile akdeniz ikliminde karabiber üretelim" denmediği için hassas teraziyi bozan bir anlayışla ekonomiye müdahale de yok.

    toparlayalım, roma devleti ticaretin işlemesi için gerekli güvenli ortamı sağlıyor. ticaret de arz-talep dengesini bularak vatandaşları asgari refaha kavuşturuyor. arada hayatlarını kırbaç korkusuyla geçiren kölelerin hayatı araya gidiyor ama orasını şimdilik karıştırmayalım.

    2023 dünya satranç şampiyonası maçlarında beraberliğin bozulması için rapid(kısa süreli) maçlara geçilince bir maçı ding liren doğru hamlelerle ilerletirken internetteki yorumlardan biri şuydu: "ding couldn't overthink when he doesn't have time - zamanı olmayınca gereğinden fazla düşünemedi"

    biraz zen meselesi. her şeyi kontrol etmeye çalışan hiçbir şeyi kontrol edemiyor.

    kaynak:
    scheidel, w. (2009). rome and china: comparative perspectives on ancient world empires. oxford university press.

  • !14 mayıs gecesi dinlenebilecek parçalar

    kenarda köşede birikmişim olsaydı sibel can hisselerine yatırırdım.

    padişah

  • capoeira

    özgürlüğün dansı.

    atlantik köle ticareti ile brezilya'ya getirilen afrikalı kölelerin, esaretten kaçmak ve sonrasında da kendilerini savunmak için geliştirdiği bedensel ve ruhsal disiplin. günümüzde, brezilya dışında icra edenler tarafından bir sahne sanatı olarak da yapılıyor.

    brezilya'daki köleler güçlenmek ve savaşmak için anavatanlarından getirdikleri engolo dövüşünü dönüştürerek capoeira haline getiriyorlar.

    kölelikten kaçtıktan sonra kendisini kovalayanlara direnebilmek için silahsız biçimde kendini savunmaya çalışan yeni hür adam, at üstündeki köle sahibini yükseklere tekmeler atarak etkisizleştirebilmeli. böylece yükseklere tekme atabilmeyi sağlayacak akrobatik beceriler de capoeira'ya dahil oluyor.

    köle sahipleri de bu meseleye uyanmakta gecikmiyorlar elbette. kölelerin bir dövüş sanatında kendisini geliştirmek istemesinin sebebini derhal anlıyorlar ve bu eylemden köleleri alıkoyuyorlar. köle kardeşlerimiz de bir kamufle vesilesi olarak dansı kullanıyor. "biz eğleniyoruz, dans ediyoruz, ne dövüşü?" diyebilmek için.

    kaçan köleler brezilya'nın sık ormanlarında ufak komünler halinde yaşıyor ama onların tohumuna para saydığını düşünen köle sahipleri bu durumdan memnun değil tabii. köyler aranıyor, kaçaklar yakalanmaya çalışıyor. bir sürü dram, kan, gözyaşı...

    1888 yılında da prenses isabel ** köleliği altın kanun ile kaldırıyor. işsiz kalan köleler de altın bilezikleri olan capoeira'yı kullanarak hayatlarını kazanmaya çalışıyorlar. bu çaba her zaman meşru ve yasal zeminlerde gerçekleşmiyor maalesef. capoeiristaların suçla olan ilişkisi hükümetin dikkatini çekince capoeira bu sefer hükümetçe yasaklanıyor.

    bu sefer "biz dans ediyorduk" bahanesi sökmeyince kolluk kuvvetleri ve ötücü kuşlardan uzak, tenha yerlerde icra edilmeye başlanıyor. 1930'a kadar böyle kaçak göçek yaşayan capoeira mestre bimba tarafından sistematikleştirilip içine bir de ruh üflenerek diriltiliyor.

    türkiye'de de only the strong filmini izledikten sonra heveslenen gençlerin başlattığı bu sporun kursları bugün hemen her büyük kentte bulunabilir.


    şovla karışık oyun için buradan
    ülkemizdeki icracıları için buradan
    geniş bir capoeira müziği de var. örnek

  • calcio fiorentino nedir?

    floransa'da ortaçağda doğan ve günümüzde de oynanan şiddetli spor.

    şehir kimliğinin geleneğe yaslanan güzel bir sembolüdür de bu olay. her yıl şehrin dört bölgesinden takımlar bu sporu yapmak için sahaya çıkarlar. türkiye'deki mahalle maçları gibi, her mahallenin takımı kendi bölgesindeki insanlardan oluşur. hatta, o bölgede doğmayan birinin takıma dahil olması mümkün değildir.

    2 takım yirmi yedişerden karşı karşıya gelir ve topu 50 dakika boyunca karşı tarafın kalesine atmaya çalışırlar. fakat olayı vahşete vardırmamak ve silah kullanmamak kaydıyla şiddet yasak değildir. yani karşı takımdaki herhangi birinin ağzını burnunu kırmak pekala mümkündür.

    yaralanan veya bayılanların değişmesine izin verilmez. düşen düşer, kalan sağlar oyuna devam ederler.

    peru'da buna benzer bir uygulama için (bkz: takanakuy)

    video kaynak ve detaylı bilgi:
    link

  • devrim nedir?

    tamamen bilimsel tanım bekleyenlerek başlığa girenlerden af dileyerek fazlasıyla öznel bir hikaye yazacağım.

    11-12 yaşlarındayken, birilerinden duymuş olacağım, evrim-devrim kavramlarını kafamda çeviriyorum. tabii araştırma yapmak, kitap karıştırmak, çapraz okumak gibi yararlı çareleri o zamanlar tam anlamıyla uygulayamıyordum. evdeki ansiklopedilere baktım, google'a sordum, ekşisözlük'e baktım.

    tam bir çözüm bulamadığım için babama müracaat ettim. sordum: "baba, evrim ve devrim ne anlama geliyor?" babam soruya pek de şaşırmadı. herhalde karmaşık soyut kavramları kendisine ilk soruşum olduğunu fark etmiş olacak, düşünülmüş ve doğru bir cevap vermek isteyerek beni karşısına oturttu. sağ olsun, çocuk yaşımdan itibaren adam yerine koyup saçma sorularımı bile ciddiyet ve sabırla yanıtlar. anlatmaya başladı:

    "evrim biyolojik devamlılık ve değişimi açıklayan bir kavram. devrim de yönetim biçiminin büyük oranda değişmesi demek. ama ben sana evrimden ve devrimden kendim için ne anladığımı anlatayım: benim dedem bulgaristan'dan gelip bir parça toprağın üzerine oturmuş. balık tutup çiftçilik yaparak ömrünü geçirmiş. bununla çocuklarını beslemiş. bunları yaparken bırak okumayı, saymayı bilmezmiş. paranın idaresi, falanlar filanlar hep babaannemin elinde.

    her neyse, babamı da köydeki ilkokula göndermişler. o da burada okumayı öğrenmiş ama işlerini idare edecek kadar. yani okumakla ve yazmakla, babasından devraldığı mirası ileri götürmekle uğraşmamış. bankada hesap açmayı, imza atmayı bilecek kadar uygarlaşmış yani.

    ben, çocuk yaşımdan beri okumak hevesindeydim. zamanı gelince de iyi bir üniversiteye girdim. burada eğitim alıp mühendis oldum. yaptığım işi zamanımın bilgisine aşina olarak daha da ilerletmek için hesap yapmayı, daha iyi şekilde yapmanın yollarını araştırmayı, dünyadaki gelişmelerle entegre biçimde değer üretmeyi istedim ve bunu da biraz başarabildim sanıyorum.

    seni yetiştirirken de sana beni de aşabilecek fırsatı ve eğitim ortamını yaratabilmeyi amaçladım. eğer sen benden daha donanımlı hale gelir benden daha büyük işler başarırsan, memlekete ve dünyaya daha fazla katkı sağlarsan, kendimi görevimi yapmış sayacağım.

    evrim de devrim de bana göre budur, her neslin önceki nesli bir parça aşması, kendinden sonra gelene de bunu yaparken destek olması. "

    kaynak:
    el kadar çocuğun sorusunu cevaplarken ona pedagojik eğitim de verebilmiş muhterem babam

  • !bolayır'da yaşadığım gülümseten olay

    beş altı yıl önce gelibolu ve civarını gezmedeyim. çimpe kalesi, çanakkale savaşının geçtiği yerler, eceabat ve civarı şarap fabrikalarını listeye aldım. usul usul tek başıma seyahat ediyorum.

    gezinirken karşıma çıkan tabelada "namık kemal'in mezarı - bolayır" ibaresini gördüm. mezarın yerini daha önceden bilmediğime eseflendim. (bkz: bir edebiyat öğretmeni tevfik fikretin ölüm yıldönümünü nasıl unutur)

    çünkü namık kemal şiirleri bana üniversite zamanlarımdan bu yana pek kıymetli hisleri tanıtmış ve hatırlatmıştır. ruhumu ve vatansever hislerimi besleyen bu büyük şaire saygılarımı sunmak üzere direksiyonu bolayır'a kırdım. ufak bir yer, biraz gezinince de mezar bulunuyor zaten.

    arabayı park ettim ve mezara yürüdüm. güzel bir deniz manzarasına karşı yapılmış mezarın başında sükunetle namık kemal'i yâd ettim. hemen yanında orhan gazi'nin oğlu süleyman gazi türbesi(mezarı?) de var.

    biraz zaman geçirdikten sonra nedendir bilmem içimden hürriyet kasidesini okumak geldi. arabadan tabletimi alıp hürriyet kasidesini açtım.* mezarın başında, bağırarak değil, konuşma tonunda hürriyet kasidesini okumaya başladım.

    okumaya başladığımda ortalıkta kimse yoktu. ama birkaç beyiti okuduktan sonra türbeyi ziyaretten çıkan 5-6 kadın yanıma gelip beni dinlemeye ve kendi aralarında fısıltıyla konuşmaya başladılar.

    ruhuma şairin coşkun hisleri geçtiği için, şiiri yarıda kesmek istemedim. yine de göz ucuyla artık beraber küçük bir cemaat görüntüsü oluşturduğumuz eşlikçilerime bakmaktan kendimi alamadım.

    bir iki beyit daha okumaya devam edince şiirin ritmini anlamış olan beraberimdekilerden, her beyit sonrası "amin!" seslerini duymaya başladım.

    yahu ağlasam mı? gülsem mi? vatanperver hisler bir tuğyan halinde benliğimi sarmışken bu gelen kahkahayı nasıl bastıracağım?

    küçük cemaatime ve merhum kahramana saygısızlık etmemek üzere kendimi büyük çabayla tuttum. okumayı -yine aynı saygıdan- çok da fazla olmamak üzere hızlandırdım.

    şiir bitince yavaşça arkama döndüm ve vakur biçimde beyitlerimi aminleyenlerin biriyle göz göze geldim. şiirin bittiğini anlamış olacak ki bir anda şöyle bir nida yükseltti:

    "el fatiha!"

  • beyoğlu'nda gezerim

    bir ferhan şensoy mânisi:

    beyoğlu'nda gezerim
    gözlerimi süzmeden
    şaraplarımı içerim
    hiç doktora sormadan

    beyoğlu'nda şarabi
    hoşgeldin feran'ağbi
    yüreğim pek harabi
    boşver be feran'ağbi
    şarap verin hanıma
    orda hanım yok ağbi
    …hass.ktir be sezai

    beyoğlu'nda gezerim
    burada geçmiş hayatım
    şarapları içerim
    hiç elimde olmadan

    beyoğlu sakinleşti
    sıyrıldı maskesinden
    tramvay bomboş geçti
    istiklal caddesi'nden

    boş masada hayalin
    kimseye görünmeden
    şarap verin hanıma
    orda hanım yok ağbi
    …hass.ktir be sezai

    balo sokağa sızarım
    hiç kimseyi üzmeden
    bir intihar biçimi
    hiç de faça vermeden

    beyoğlu'nda gezerim
    burada geçmiş hayatım
    şişe aç be sezai
    burada bitsin hayatım.

  • külhanbebeği

    bu sıralar değerli yavruma(0.5) layık gördüğüm lakap.

    hoşnutsuzluk halinde koyuyor narayı: "hiyeeeeey!"

    çağdaş doktorlarımıza güvenip de annelerimize çocuğu tuzlatmadık da ondan mı bu delibekir havaları acaba?

    "bu çığırtının sonunda 't' harfi olmalıdır evladım" dedim. "viüe" dedi. sonra düşündüm, haklı çocuk. dilini değdirebileceği herhangi bir diş yok ki "t" sesini çıkarabilsin...

  • güyük

    ogeday'dan sonra moğol imparatorluğu'nun başına geçen ve iki yıl hüküm süren han.

    1245 yılında papa tarafından kendisine yollanan mektupta papa kendisinden avrupa'ya sefer düzenlememesi ve hristiyan olması ricasında bulunur. kendisi de cevaben şu minvalde bir mektup yollar:

    "papa, krallarının alayını toplayıp gelip bana biat et. yoksa seni de düşmanım görürüm."

  • recm

    "zina eden kadın ile zina eden erkeğin her birine yüz sopa vurun."

    ayet açıkça böyle diyor ama recmi savunanlar peygamberin de uyguladığına dair kanıtlar gösteriyorlar. ya peygamber de değnek cezasını az bulup zina yapanların taşlanmasını istiyor, ya da bu kanıtlar yanlış.

    bu vahşi uygulamanın tanrısal bir akıldan çıkması bana olası gelmiyor.

    bu arada bu uygulama yahudilerde de aynı şekilde var. sabah duaları esnasında yahudi erkeklerinin tanrıya onları "kadın olarak yaratmadığı için" teşekkür etmesinin sebebi belki de bunun gibi uygulamalardır.

    elbette recm soraya'yı taşlamak filminde ve yukarıdaki videodaki gibi "trajik bir kadın infazı" imgesi olduğu için güçlü duygular uyandırıyorsa da recm dışında da kadınların "namus"la alakalı olarak dışlanmaları, cezalandırmaları farklı pratiklerle en "çağdaş" toplumlarda bile sürüyor.

  • bağa

    kurbağa kelimesinin içindeki enteresan kelime.

    şimdi kaplumbağa kabuğundan yapılan eşyaların hammaddesini anlatmak için kullanıyor olsak da eskiden bir canlı türünü anlatmak için "bağa" kullanılıyormuş. zira kaplumbağa "kaplu bağa" ve kurbağa da (bayağı şahinde olduğu gibi) "kuru bağa" kelimelerinin birleşimi.

    mızrapla çalınan ut, tambur, cümbüş gibi çalgıların mızrabının en kalitelileri bu malzemeden yapılır.

/ 3 »