favorileri (15)

başlık listesine taşı
  • stendhal sendromu

    bir sanat eserinin yüceliği, güzelliği karşısında geçirilen sendrom, kendinden geçme halidir.
    türkçe'de sanat zehirlenmesi ya da hiperkültüremi de denen sendrom "stendhal" adını 19. yy yazarlarından marie-henri beyle'nin mahlasından almıştır.

    stendhal 1817 senesinde floransa'yı ziyaret ettiğinde floransa'daki santa croce bazilikası'nı ve giotto'nun fresklerini görür. freskler karşısında stendhal'ın yaşadığı durum psikoloji tarihine stendhal sendromu olarak geçer.

    çarpıntı, baş dönmesi, şaşkınlık, baygınlık, halüsinasyon görme gibi belirtileri olabilen psikosomatik bir rahatsızlıktır.

  • aziz nesin

    trajikomik durumların isim babası.

    1915'te heybeliada'da doğar. annesi heybeliada deniz lisesi komutanının hizmetçisi, babası da bahçıvanıdır. ailesinin mehmet nusret adını koyduğu bu çocuk ilköğretimini kasımpaşa'da mahalle mektebinde bitirir. bu arada çok yobaz biri olan babasıyla beraber kadiri dergahına gidip gelmeye başlar.

    babasının kurtuluş savaşı'na katılması ve şehitlik künyesinin eve gelmesi üzerine küçük nusret darüşşafaka'ya yazdırılır. ancak küçük nusret daçka'da okurken babası aniden eve gelir. annesinin ölümünü ve babasını "amca" olarak tanıtma zorunluluğunu kaldıramayan nusret okuldan ayrılarak babasının cemaatinden bir öğretmen sayesinde adapazarı'nda dışarıdan ilkokul diplomasını alır. orta ve lise öğrenimini kuleli askeri lisesi'nde tamamladıktan sonra kara harp okulu'nu 1937 yılında bitirir, istihkam teğmen olarak tsk saflarına katılır. bu yıllarda ilk şiirlerini dergilerde yayınlamaya başlar. babasının adı olan aziz'i şiirlerinde imza olarak kullanmaya başlar.

    1944 yılında halen tartışmalı bir şekilde ordudan atılan nusret nesin, bakkallık gibi bazı işlerin ardından sabahattin ali ile beraber markopaşa mizah dergisini çıkarmaya başlar. derken davalar da başlar, ilk mahkumiyetini (10 ay hapis ve 2 buçuk ay sürgün) iran şahına hakaretten dolayı 1947'de alır. sonra cezalar, gözaltılar ve hapisler birbirini izleyecek, 6-7 eylül olaylarında bile "kışkırtıcı" diye gözaltına alınacaktır... bu esnada öykülerini yazmaya, bunları dönemin gırgır'ı olan akbaba'da yayınlamaya, kitaplaştırmaya koyulur. bir yandan da ekmeğini gazetecilikten, yayıncılıktan kazanır.

    (devam edecek)

  • aziz nesin

    (...)

    kendisi çok ağır şartlarda okuyan yazar, 1972'de nesin vakfını kurarak muhtaç çocukları okutmak üzere tüm telif gelirlerini buraya bağışlar. daha sonra çatalca'da bir arsa satın alarak burada vakıf için bir yurt yaptırır. bir yandan da 15 yıl kadar türkiye yazarlar sendikası genel başkanlığı yapar, "ateist olduğunu" açıklamasıyla ve 12 eylül'e tepki olarak hazırlanan aydınlar dilekçesini yazmasıyla da gündemden düşmez. "türk milletinin yüzde kaçının aptal olduğu" gibi çok tepki çekmiş demeci de 80'lerde gündemi meşgul eder, en son hatırladığım kadarıyla yüzde 90'da karar kılmıştı (1982'deki darbe anayasasının yüzde doksan küsür oyla kabul edilmesi sebebiyle).

    2 temmuz 1993 sivas katliamı'nın baş hedefi olan, canını zor kurtarmanın üstüne "kışkırtıcı" diye dava edilen aziz nesin'in kalbi 1995 yılında duruverir. 80 yaşında ölen yazar, vasiyeti üzerine nesin vakfı'nın bahçesinde işaretsiz bir yere gömülür ve mezar yapılmaz.

    öykülerinin hemen hepsi, günlük hayatta sıkça rastladığımız kara komedi örneklerinden yola çıkan aziz nesin bunları nasıl yazıyordu? bir hocamız kendisine bizzat sormuş. "ben kadıköy'de oturuyorum, çatalca'ya her gün birkaç vasıta değiştirerek gidip geliyorum, feneryolundan banliyöye biniyorum haydarpaşa'da inip vapura geçiyorum, vapurla sirkeci'ye inip oradan tekrar trene biniyorum; buradaki insanlara kulak kabartıyorum, elbet bir hikaye çıkıyor" cevabını almış. muhtemelen doğru, çünkü bu olayların anafikrini kurguladığını sanmıyorum; hepsi türkiye'de sıkça görülen şeyler. ayrıca romanları da çok meşhurdur; defalarca filme uyarlanmış, birçok dile çevrilmiştir. zübük, gol kralı, tatlı betüş hep aziz nesin'in kitaplarından uyarlanmış filmlerdir. yine çocukların gözünden bir ebeveyn komedisi olan şimdiki çocuklar harika'yı da ben küçükken ilkokullarda okuturlardı, hepimiz bayağı gülerdik.

    kaynak: kendi anıları (böyle gelmiş böyle gitmez başlığıyla başladığı anılarını ne yazık ki tamamlayamamış), ayrıca türk edebiyatı isimler sözlüğü.

  • mensur şiir

    mensur şiir; şiirin 'şiirsel'liğini koruyan, ama şiir gibi ölçü ve kafiyeye bağlanmayan; şiire ait olabilecek bir konuyu, duyguyu, hayal ya da düşünceyi kısa ama yoğun bir üslupla anlatan düzyazı (nesir) türüdür. mensur şiirde olay örgüsü de vardır. mensur şiir, bu özelliğiyle, öykü ile şiir arasında bir tür sayılabilir. mensur şiir, divan edebiyatındaki secili nesirle de benzerlikler içerir.

    bu şiir türü 19. yüzyılda fransız edebiyatında ortaya çıkmıştır. türk edebiyatında bu türün batılı anlamdaki ilk örnekleri ise, servet-i fünun dönemi'nde halit ziya uşaklıgil tarafından verilmiştir. onun, mensur şiir türündeki "mensur şiirler" ve "mezardan sesler" adlı eserleri, o dönemde, bu türü edebiyatımıza tanıtmış ve benimsetmiştir. bu türde mehmet rauf ise 'siyah inciler' adlı eseri yazmıştır. yakup kadri karaosmanoğlu'nun da erenlerin bağından adlı mensur şiir kitabı vardır.

    mensur şiir ile şiir karşılaştırması:
    mensur şiir, şiirin ahengini korur. şairane bir söyleyişe sahiptir. kısa, yoğun ve süslü bir üslubu vardır. şiirle aynı temaları işleyebilir. dil ve anlatım bakımından şiire benzer. mensur şiirde söz sanatlarından yararlanılabilir. ancak ölçü ve kafiye yoktur. 'seci' bulunabilir. şiire ait dize, beyit, bent gibi birimler ve kafiye örgüsü bulunmaz. düzyazı şeklinde yazılır.

    mensur şiiri, mehmet rauf'un siyah inciler'inden bir parçayla, önce özgün/orijinal olarak, daha sonra da günümüz türkçesine çevrilmiş haliyle örnekleyelim.

    mensur şiirin özgün/orijinal hali:

    mehtap

    "deniz karşıki sahilin kumları üstünde dalgın dalgın nefes alıyor, manzara mah­mur bir sükûn-ı tâm içinde tulû-ı kameri bekliyor, yavaş yavaş tekasüf eden zıll-ı arz beykoz'un üstünden nebeân eden sabah nurlarına benzer billûrîn iltimâlarla gece­nin eşbâha verdiği kışr-ı muzlim-i lerzân üzerine bir sath-ı envâr çekiyor; deniz zî-bakî bir rükûd ile hâmûş, pür-hâb u sükûn; yalnız dalgalar, uzaklarda derin derin inle­yen dalgalar...

    birdenbire çehre-i kamer infilâk etti, pâk ve mahmur, semânın bütün nücûmu zerrin bir tebessümle titreştiler, suların üs­tünde pür-nûr handeler terennüme başladı, sevâhilin sükûn-ı mağmûmânesine bir vakar-ı melûl geldi; kamerin gittikçe beyazlaşan ziyası, gecenin gittikçe lâciverdleşen zulmeti içinde yeniköy dubasının yeşil zi­yaları mâîleşiyor, umur yeri'ndeki kırmızı ziyalar sâkit birer nigâh-ı rica gibi bakıyor; kamerin ziyası o kadar donuk ki duman zannolunur, bir mehtap değil bir hâle...

    âh bana bu ketum mehtap dokunuyor, sırf nûr ve cevherden mehtaplar istiyorum; yahut yok, zulmetler olsun, hiçbir nigâh-ı ziyâ ile titrememiş bakir, saf zulmetler ol­sun; hiçbir enîn-i beşerle sızlamamış ezelî sükûnetler olsun; gideyim, enîn-i amalimi orada dinleyim, mürdezâd ümitlerimi ora­ya gömeyim."

    günümüz türkçesiyle:

    mehtap

    "deniz karşıki sahilin kumları üstünde dalgın dalgın nefes alıyor, manzara uykulu bir sessizlik içinde ayın doğuşunu bekliyor, yavaş yavaş koyulaşan yeryüzünün gölgesi beykoz'un üstünden fışkıran sabah nurla­rına benzer billur gibi parıltılarla gecenin cisimlere verdiği titrek karanlığın kabuğu üzerine ışıktan bir örtü çekiyor; deniz cıva gibi bir durgunlukla sessiz, uykulu ve ses­siz; yalnız dalgalar, uzaklarda derin derin inleyen dalgalar...

    birdenbire ayın yüzü açıldı, temiz (saf) ve uykulu, gökyüzünün bütün yıldız­ları sarı bir tebessümle titreşti, suların üs­tünde ışık dolu gülüşler şarkı söylemeye başladı, sahillerin gamlı sessizliğine bezgin bir ağırbaşlılık geldi; ayın gittikçe beyazlaşan ışığı, gecenin gittikçe lacivertleşen ka­ranlığı içinde yeniköy dubasının yeşil ışık­ları mavileşiyor, umur yeri'ndeki kırmızı ışıklar suskun birer rica bakışı gibi bakıyor; ayın ışığı o kadar donuk ki duman zannedi­lir; bir mehtap değil, bir hale...

    âh bana bu ağzı sıkı mehtap dokunu­yor, sırf ışık ve cevherden mehtaplar istiyo­rum. yahut yok, karanlıklar olsun, hiçbir ışıklı bakış ile titrememiş, el değmemiş, saf karanlıklar olsun; insanlığın inleyişi ile sız­lamamış ezelî sessizlikler olsun; gideyim, emellerimin inleyişlerini orada dinleyeyim, ölmüş ümitlerimi oraya gömeyim."

  • tim lancaster

    ticari bir uçuş esnasında uçağın penceresi kırılırsa, pilot basınç farkından dışarı fırlayayazarken şans eseri vücudunun yarısı içeride bir şeylere takılırsa ne olurun cevabı olan inanılmaz hikayenin kahramanı pilottur. yazmaya üşendim, devamını merak edenler birkaç dakika ayırıp aşağıdaki kaynaklara göz atabilirler.
    kaynak 1
    kaynak 2

  • rbf

    vecihi ii.
    hoş gelmiştir.

  • !yanlış telaffuz edilen sözcükler

    titanik, samsonite, cappucino (bu sonuncuyla ilgili utanç dolu bir anım vardır.)*
    aklıma geldikçe eklemeler yapacağım.

    ek:
    -şefkat (yanlış olarak şevkat denir, haa, tabii şevk diye bir kelime gerçekten var ama) sonra,
    -müşvik (doğrusu müşfik, yıldız kenter'in kardeşi müşfik kenter'den hatırlayın, şefkatle aynı kökten arapça kelimeler bunlar.) de var listemde.
    -taktir: doğrusu takdir (sıdkı sıyrılmak yazısında açıklamıştım. türkçenin ünsüz benzeşmesi kuralına uymadığı için yapılıyor bu telaffuz hatası.)

    -bu konuda da yazmıştım- tevfik de en zor söylenen isim olarak literatüre geçebilir. iki tane diş ünsüzünden dolayı hiçbirimiz telaffuz edemeyiz ve teyfik deriz.*

    -nedense rakkam demek daha hoş geliyor ama doğrusu rakam.
    -inkilap ve inkılap farkını herkes biliyordur sanırım.

    devam edecek..

  • sıdkı sıyrılmak

    ilginç bir deyimdir. arapça sıdk(->doğruluk, dostluk, sadakat) sözcüğünün türkçe iyelik üçüncü tekil şahıs eki ve sıyrıl-(mak) fiiliyle birleşmesinden oluşur. (not: oradaki '-ı ekinin' ne olduğunu epey düşündüm ve kesinlikle belirtme hal eki olmadığına karar verdim.) 'sıdk' az önce yazdığım sadakat sözcüğünün ve yine aynı kökten gelen sadık sözcüğünün kökü.
    tdk; birine karşı duyulan güven ve inancı yitirmek, birinden veya bir şeyden soğumak, bıkmak olarak açıklamış bu deyimi.
    'z kuşağı'nın haklı olarak bilmediği/kullanmadığı deyimlerden biridir. yazma nedenlerimden biri de bu. bilmeyenlerden okuyanlar olursa bu deyimle tanıştırmak. bir diğeri de, bu deyimin söyleyiş zorluğundan dolayı 'sıdkı sıyrılmak' diye değil de 'sıtkı sıyrılmak' diye söylendiğini vurgulamak.
    açıklayayım:
    sıdkı sözcüğünün içinde yer alan 'd' ve 'k' sözcüklerinden 'd' 'yumuşak bir ünsüz', 'k' ise 'sert ünsüz'. türkçenin ünsüz benzeşmesi kuralına göre yumuşak bir ünsüzle, sert bir ünsüz yan yana gelemez. ya iki yumuşak ünsüz yan yana olacak ya da iki sert ünsüz yan yana olacak. bu örnekteki gibi olduğunda da -doğal olarak- türkçe telaffuz sistemine uygun olarak 'k' ünsüzünün baskınlığından dolayı 'd' ünsüzü sertleşerek 't'ye dönüşüyor.
    ingilizcede bir şeye ya da birine karşı inancını yitirmek; 'lose faith in something or someone' bu deyimi tam karşılar mı diye düşündüğümde tam olarak karşılamadığını hissettim.
    bu deyimde -belki de- uzun zamandır devam eden bir durum sonucunda kişinin bir anda -o her neyse ondan- soğuması, artık hiç bir şey hissetmemesi gibi bir anlam var, bir bıkkınlık var, artık 'umursamayacağım, bana ne' anlamı var. var oğlu var.
    ve kesinlikle 'sabır'la da alakası var.
    kimsenin sabrını 'sıdkı sıyrılıncaya' kadar zorlamayalım -kamu-mesajını da verip yazıyı sonlandıralım.*

  • hiram abas

    1990 yılında bir süikast sonucu ölen türk istihbaratçı.

    mülkiyedeki öğrencilik yıllarında lakabı boksördür. asıl ismini ise süleyman tapınağının mimarı olan hiram ustadan yani "dul kadının oğlundan" alır.

    hakkında soner yalçın'ın bir zamanlar çok popüler olan "bay pipo" isimli bir kitap vardır. fakat soner yalçın'ın araştırmacılığına veya dürüstlüğüne ne kadar güvenilebilirse, kitabı da o kadar güvenerek okumak gerekir.

  • a woman waits for me

    walt whitman'ın şahane şiiri:


    a woman waits for me, she contains all, nothing is lacking,
    yet all were lacking if sex were lacking, or if the moisture of the
    right man were lacking.

    sex contains all, bodies, souls,
    meanings, proofs, purities, delicacies, results, promulgations,
    songs, commands, health, pride, the maternal mystery, the seminal
    milk,
    all hopes, benefactions, bestowals, all the passions, loves,
    beauties, delights of the earth,
    all the governments, judges, gods, follow'd persons of the earth,
    these are contain'd in sex as parts of itself and justifications of
    itself.

    without shame the man i like knows and avows the deliciousness of
    his sex,
    without shame the woman i like knows and avows hers.

    now i will dismiss myself from impassive women,
    i will go stay with her who waits for me, and with those women that
    are warm-blooded and sufficient for me,
    i see that they understand me and do not deny me,
    i see that they are worthy of me, i will be the robust husband of
    those women.

    they are not one jot less than i am,
    they are tann'd in the face by shining suns and blowing winds,
    their flesh has the old divine suppleness and strength,
    they know how to swim, row, ride, wrestle, shoot, run, strike,
    retreat, advance, resist, defend themselves,
    they are ultimate in their own right- they are calm, clear, well-
    possess'd of themselves.

    i draw you close to me, you women,
    i cannot let you go, i would do you good,
    i am for you, and you are for me, not only for our own sake, but for
    others' sakes,
    envelop'd in you sleep greater heroes and bards,
    they refuse to awake at the touch of any man but me.

    it is i, you women, i make my way,
    i am stern, acrid, large, undissuadable, but i love you,
    i do not hurt you any more than is necessary for you,
    i pour the stuff to start sons and daughters fit for these states, i
    press with slow rude muscle,
    i brace myself effectually, i listen to no entreaties,
    i dare not withdraw till i deposit what has so long accumulated
    within me.

    through you i drain the pent-up rivers of myself,
    in you i wrap a thousand onward years,
    on you i graft the grafts of the best-beloved of me and america,
    the drops i distil upon you shall grow fierce and athletic girls,
    new artists, musicians, and singers,
    the babes i beget upon you are to beget babes in their turn,
    i shall demand perfect men and women out of my love-spendings,
    i shall expect them to interpenetrate with others, as i and you
    inter-penetrate now,
    i shall count on the fruits of the gushing showers of them, as i
    count on the fruits of the gushing showers i give now,
    i shall look for loving crops from the birth, life, death,
    immortality, i plant so lovingly now.

    ---
    nevzat üstün çevirisi:


    beni bekleyen biri var, alabildiğine hazır, alabildiğine tamam,
    kusursuz bir kadın.
    bir eksiklik olacaktı dünyamızda, eğer erkeğin erkekliği,
    cinsiyet olmasaydı.

    cinsiyette her şey var, bedenler, canlar,
    anlamlar, sonuçlar, saflıklar, incelikler, ispatlar, söylentiler,
    türküler, emirler, sağlık, gurur, kadınlık sırrı, döl bereketi,
    bütün ümitler, iyilikler, hediyeler, ihtirasların her türlüsü,
    aşklar, güzellikler, yeryüzü nimetleri,
    bütün hükümetler, yargılar, tanrılar, dünyanın ünlü kişileri,
    bütün bunlar, daha niceleri, tohumun içindedir.

    sevişmenin tadını bilen ve çekinmeden söyleyen erkeği severim,
    sevişmeyi bilen ve çekinmeden söyleyen kadını severim.

    dişiliği olmayan kadını ne yapayım?
    beni doyuran, sıcak kanlı kadına, kadınlara gideceğim,
    beni anlıyorlar, beni istiyorlar,benim değerimi biliyorlar,
    ben de onların azgın kocası olacağım.

    onlar benden daha aşağı değil,
    yüzleri güneşlerle, rüzgârla yanmış,
    tenleri eski kutsal uysallığa, kuvvete sahip,
    yüzmeyi bilirler, kürek çekmeyi, ata binmeyi, güreşmeyi, ateş etmeyi, koşuşmayı,
    vurmayı,kaçmayı, ilerlemeyi, dayanmayı da bilirler onlar,
    haklarını sonuna kadar bilirler - sükûnet içinde, açıktırlar,
    kendilerini iyi tanırlar.

    sizi çağırıyorum,yaklaşın bana kadınlar,
    sizi bırakamam, ıslah edeceğim sizi,
    siz benimsiniz, ben de sizinim,bu işte hatır gönül yok,
    insanları düşüneceğiz,
    uykularımızda, saz sairleri, kahramanlar yatar,
    başkaları değil, onları yalnız ben uyandırabilirim.
    işte ben ey kadınlar kendi yolumdayım,
    kimse durduramaz beni, büyüğüm, haşinim, sertim, ama sizi
    seviyorum,
    gerektiğinden öte canınızı yakmam, korkmayın,
    devletlere gerekli oğullar, kızlar yaratacak erkekliğimi
    boşaltıyorum size,
    alabildiğine zorluyorum kendimi,yalvarmalara aldırmadan ben,
    uzun zamandır içimde birikeni size doldurmadan geri çekilmeye niyetim yok.

    içimin coşkun ırmaklarını boşaltıyorum size,
    gelecek binlerce yılı içinizde kucaklıyorum,
    size amerika'nın ve kendimin en değerli aşılarını katıyorum,
    sizden ateşli, güzel vücutlu kızlar, yeni sanatçılar, müzisyenler doğacak,
    size ektiğim çocuklar, bir gün kendi geleceklerinin çocuklarının ekecekler,
    tükenen aşkıma karşılık olgun kadınlar ve erkekler isteyeceğim,
    onların da başkalarıyla, bizim gibi kaynaşmalarını bekleyeceğim,
    onların da meyvalarınıza boşaltacağı coşkun sağanağa, benim
    şimdi size boşalttığım kadar güveneceğim,
    doğumdan, hayattan, ölümden, ölmezlikten, sevdalı ürünler bekleyeceğim,
    işte bunun için şimdi size aşk ekliyorum.

  • insanın gücü güçsüzlüğündendir

  • winnie the pooh

    kendisiyle tanışma şerefine dün nail olduğum hikaye. diyeceksiniz, 'gelmişin kırkbeşe, yeni mi gördün bu ayıyı?'. elbet varlığından haberdardım da, önyargımdan açıp okumam ya da seyretmem biraz zaman aldı. ta ki dün akşam 5.5 yaşındaki hacı yiğenim illa ki seyredelim diye tutturana kadar. eleman biraz ısrarcı olabiliyor bu mevzularda. şirin de yaratık. kıramıyosun. ehh dedim ben de. 'napalım ömrümden bi saati de henüz daha ilkokul yaşına gelmemişim gibi yaparak geçireyim madem.'

    zaten bu aralar öyle geçirdiğim zamanlar epey yoğunlaştı. bizim yeni doğan halit ziya ciyaklıgille şapşik şapşik muhabbet ederek geçirdiğim saatler misal, ki kendisi muhabbete taraf olmaktan ziyade biberona saldırmayı ya da babasını procter&gamble hissedarlarına hizmetkar kılmayı tercih ediyor. ya da ufak yiğenlerle yaptığımız "hapisten kaçma" kisvesi altında boğuşma oyunu... bugüne kadar 10 yaşından küçük olup da yakaladığınız ve kollarınızdan kurtulmaya çalışırken "1957'den beri buradan kimse kaçamadı", "burası silivri, burdan çıkış yok" gibi laflarla gaz verdiğiniz çocuklardan oyuna bayılmayanına rastlamadım. ama şimdi bu son cümleyi bi daha okudum da, yanlış anlamayın, öyle sapık mapık bi oyun diil. yeğeninizle filan oynayacağınız bi boğuşma oyunundan bahsediyorum, aklınıza garip şeyler gelmesin. gerçi 45 yaşındaki herifin 5.5 yaşındaki yeğeniyle boğuşması garip in and of itself, ama neyse anladınız siz beni.

    velhasıl, açtık bi büyük paket doritos. bana pek gelmiyo o mısırlı doritos. o yüzden biraz da çubuk kraker türevi bişey açtık. geçtik ekranın karşısına, başladık balonlu ayıyı seyretmeye. bizim yeğen de heyecan yaptı. bi yandan ekrana sabitlenmiş durumda. bi yandan heyecandan sandalyede oturamıyo falan. ben de inşallah uzun diildir diye saate filan bakıyorum. ama ufaktan sarmaya başladı. bi türlü patlamak bilmeyen bi uçan balon. konuşan bi sürü hayvan. şirince lisanında yazılmış yazılar filan. bunlar böyle anlatınca 'ne ki yani?' diye soracaksınız haliyle. ama bir de canavar gibi bir subtext varmış da ben bihabermişim bugüne kadar. adam ingiliz toplumunun dehşet bir eleştirisini işliyor 5.5 yaşındaki oğlana çaktırmadan.

    mesela, o ayı var ya o ayı, bildiğin aristokrat. hiç iş yapmadan ona buna talimat veriyor. tek derdi de bal yemek. başka bişey umrunda değil. hani downton abbey'deki o suratsız hatun işte. domuzcuk onun sadık hizmetçisi. deli gibi çalışıyor, her işi yapıyor, ama karşılığında hiçbir taltif, hiçbir teşekkür görmüyor. baykuş bir nevi ruhban sınıfı. herkese akıl veriyor ama hiçbirşeye dokunduğu yok. davşan orta kademe bürokrat. yeri geldiğinde uyanıklık da yapıyor, yeri geldiğinde iş de. ama güvenilmez kendisine. arkadaşım eşek de bu tabloda depreseyona girmiş çaresiz ezilenler.

    bütün bunların arada söyledikleri şarkılar türküler, sıkıştırılan iğneleyici ama zarif espiriler, balonun işlevsel dokunuşları filan da çok keyifli bir hale getiriyor bütün hikayeyi.

    keşke daha önce izleseymişim. keşke.

  • su

    #3269 işbu entry'ye binaen söyleyebilirim ki suyun taksimi dışında pek çok şeye bakılarak insan toplumu hakkında fikir geliştirilebilir. örneğin; sanata bakış.
    geçmişe dönüşün çeşitli topluluklar için neye tekabül edeceğini de tahayyül edebiliyorum fakat gerçekler acıdır. bu yaşanacaksa yaşanacak.
    diğer yandan tabi ki düşünce özgürlüğü denen bir şey var ve istediğiniz şey üzerine düşünebilirsiniz ama problemin kendisini çözmeye vakıf bir bilim insanı değilseniz suyun nasıl dağıtıldığını düşünmenin pratikte bence bir faydası yok.
    vandallığın övülmesi ise beni ziyadesiyle şaşırttı. daha dün dozer seyreden toplumumuza şiddet pornosu yakıştırması yapılmıştı. bir şeyleri 'yapmak' yerine 'yıkma'nın daha basit olduğunu biliyor fakat bu basit hareketle herhangi bir önemli mevzuya dikkat çekilebileceğini düşünmüyorum.
    sanat yapmak için bütün toplumsal meselelerin çözülmesi beklenseydi yeryüzünde tek bir sanat eseri olmazdı. var olan sanata verilmeyen kıymet ise bazı insanlar ve toplumlar hakkında çok şey söylüyor.
    edit: gülücük :)

  • decision to leave

    ''beni sevdiğini söylediğin an, aşkın bitti. ve aşkının bittiği an, benimki başladı.''

    park chan-wook tarafından yönetilmiş, türkçesi 'ayrılma kararı' (korece: heeojil gyeolshim) olan ve 2022 yılında vizyona giren bir polisiye-dram filmidir.

    decision to leave, bir detektif ve bir cinayet dosyasındaki baş şüphelinin etrafında dönmekte. detektifimiz jang hae-joon (park hae-il) ve song seo-rae (tang wei)'nin yolları çinli göçmen olan seo-rae'nin güney koreli dağcı kocasının ölümüyle kesişir. araştırılan konu, kocasının bir cinayete mi, intihara mı yoksa kazaya mı kurban gittiğidir. tuhaf bir çekimle bu ikili beraber uzunca bir süre geçirirler, bu süreç onların karşıt konumlarına nazaran benzerliklerini ve birbirlerine bağlılıklarını ortaya çıkarır. biz de haliyle bu gidişata birinci elden şahit oluruz, çünkü filmin kullandığı dil de budur.

    yönetmenin adını intikam üçlemesi serisi sympathy for mr. vengeance (2002), old boy (2003) ve lady vengeance (2005)'dan ve sonrasında the handmaiden (2016) ya da thirst (2009) gibi filmlerden duymuş olmanız hayli yüksek. özellikle de old boy, 2004 yılında uluslararası kategoride cannes grand prix jüri ödülükü alırken; the handmaiden, 2018 yılında bafta yabancı dilde en iyi film ödülüne layık görüldü.

    park chanwook'un sadece old boy filmini izlemiş olamama rağmen takip ettiği rutin bir dil olduğu gözlemine kapıldım. sahnelerin ciddiliğinden ödün vermeksizin kullandığı absürtlük buna bir örnek olabilir. ayrıyeten hikaye için önem arz eden, bazen çok göz önünde bazense belli belirsiz detaylar. tüm hikaye boyunca birbiri içine geçen olaylar da old boy'da birbirini izliyordu, keza decision to leave'de de bu kaotik ama sakin örgüyü görmek mümkün. yanı sıra duygularla da harmanlanmış bu absürtlük, karakterlere spesifik bir rol biçiyor. aynı bir roman karakterinin ne yapacağını, kalıplaşmış düşünce yapısını ve kararlarını tahmin edebileceğiniz gibi olay örgüsü kuruldukça karakterlere dair beklentiniz artıyor. bu yüzden bu iki film, gerçeklikten uzak bir kurgu izlenimi veriyor fikrimce. e tabii hala alt tonlarındaki ufak eleştirileri atlamaksızın. misal, çinli bir kadının göçmenlik hikayesi, polislerin ve suçluların iç dünyası, aşkın değişkenliği gibi gibi birçok alt metin.

    en çok dikkatımı çeken şey ise özenle kurulmuş kadraj ve pov kullanımı oldu. bu yüzden hikayenin içinde olmanız pek de kaçılır bir şey değil. daha kişisel bir meseleye hitap eder gibi hissettirmesi çokça oldu. sahnelerde kullanılan duvar kağıdından müziğine kadar başroldeki ikilinin arasında geçen sessiz bir dile şahit oluyoruz; denize kavuşma heyecanı. bana natural born killers'ı hatırlattı, 'iki deli bir araya gelmemeliydi' filmi desem uygun olur ama her zaman biri birinden daha delidir.

    burada değinmek istediğim başka bir nokta da renk kullanımı. gerilim ve polisiye filmlerinden aşina olduğumuz turuncu ve mavi paleti hikayenin içine çok güzel yedirilmiş, istenilen okyanus havası direkt oradaydı. şahsen belli sahnelerde başka renk paletlerini de deneyimlemek isterdim. yine de başarılı.

    kurgusunda izlenen tempo, özellikle sahne geçişlerine verilen özen ile hikayeye akıcı bir dil kazandırılmış; seyirciyi anda tutan hızlı, birbirini tamamlayan ve özetleyen geçişlerden bahsediyorum. pov'nin teknoloji kısmında da yönetmen aslında dönem filmi yapıp mesajlaşmak yerine mektuplaşmalarını istemiş. daha sonrasında ise bu özel iletişimlerini birbirleriyle yüz yüzeymiş gibi bir hava yaratmak için çeviri ve smartwatch üzerinden yapmalarına karar vermiş, özellikle ses kayıtlarıyla…

    kan ve ölüm, cinayet sahneleri ve şiddeti göstermekten geri durmayan bu yönetmenimiz ahlak teması üzerinde epey duruyor. evlilik dışı aşklar, aile ilişkileri, insanın kendisiyle olan iç savaşı… burada da yaşanan bir trajedide asıl suçlu kim ya da suç işleyenin sebebinin arka planı vs. gibi pek çok soru sorduruyor.

    yönetmene bu filmde isveçli maj sjöwall ve per wahlöö çifti tarafından 1960 ve 1970'lerde yazılmış 'cop killer: the story of a crime' polisiye roman serisi ilham olmuş. seri bir polis detektifi martin beck ve ekipinin etrafında geçiyor ve sosyal eleştirisiyle biliniyor imiş. park chanwook ise bu fikre 'martin beck bir şüpheliye aşık olsaydı ne olurdu?'' sorusuyla takviyede bulunuyor. (ımdb trivia)

    kendisi hakkında daha detaylı bir bilgi vermek istesem de güney kore sineması adı altında başka bir başlıkla detaylıca anlatmayı yeğlerim. her zaman izleyiciyi sorgulatan yönetmenleri sevmişizdir, sanatçının huzur bozuculuğu sanattaki yegane iğnelerden biri değil de nedir, değil mi?

    bir de kore'nin bu yılki en iyi uluslararası uzun metraj oscar umudu idi, ancak aday seçilmedi. dünya çapındaki eleştirmenlerden önem görmesiyle beraber hayran kitlesi de bu duruma tepki gösterdi.

    filmi bu günlerde mubi'den seyredebilirsiniz, güzel seyirler dilerim.

    kaynakça: ımdb, mubi, entertainment weekly

  • şarap

    dionysos'un içeceği. pembe olanı tarafımdan pek sevilir.