favorileri (34)

başlık listesine taşı
  • argumentum ad opulentiam

    bir argümanın kendisinden ziyade argümanı sunan kişinin zenginliğine yönelmek. yani elon musk "para mutluluk getirmiyor" dediğinde bu kadar zengin olduktan sonra bunu söylersin tabii demek. bir çeşit ad hominem (bkz: ad hominem nedir?)

  • !bira notlarım

    34-tuborg
    ı-tuborg frederik marzen lager
    35 cl %5.7 alkollü şişesini 55 tl'ye aldım.

    etiketin arkasında "marz almanca mart demektir, biz de mart hasadı şerbetçiotlarımızı ekim ayına özel olarak hazırlıyoruz, elinizdeki bu bira oktoberfest'e özel üretilmiştir." tarzı bir yazı yazıyor.

    ve ben de bu yüzden en sevdiğim ikinci ayı, ekimi böylesine mükemmel bir birayla noktalamak istedim. muhtemelen ekim ayındaki son içkim olacak. ciğerler temizlensin biraz, zor ama başaracağım hahah.

    neyse tıraşı kesersek;
    yoğun ve lezzetli bir köpüğü var. asitli ancak çok asitli diyemem. alkolü tam ideal seviyede çok iyi ayarlanmış.
    karamel tadı kendini hissettiriyor, şerbetçiotu tadı da damağa vuruyor.
    acılığı ideal seviyede.

    tuborg frederik serisi öylesine mükemmel bir seri ki bu bira o kadar lezzetli olmasına rağmen seride en az beğendiğim oldu, veya daha doğru bir deyişle seri içinde en beğendiğim dördüncü bira oldu.
    (henüz tuborg frederik wheat ipa'yı deneyemedim)

    sanırım entrymi "bir daha alır mıyım?" sorusuyla bitirmeme gerek yok.

    edit: ekim ayındaki son biram olmadı:)

  • !bira notlarım

    selam!

    tekellerde neredeyse denemediğim bira kalmadı, 6-7 çeşit falan kaldı sanırım. bazısı zor bulunuyor, bazısıysa pahalı.
    o yüzden ben de deneyip de istediğim performansı alamadığım biraları tekrar denemeye başladım.

    eski entrylerimi editledim, merak ve takip edenleriniz varsa bakabilir.

  • hepimiz gogol'un palto'sundan çıktık

    uzun uzadıya yazılacak bir başlık. ama cık. yok bugün bende o heves, o arzu, o iştiyak.
    şöyle ucundan kıyısından bir açıklayalım, sonra dileyen istediği kadar yazsın.
    şimdi efendim, gogol, bildiğiniz üzere rus edebiyatına yöne veren yazarlardan biri. bunu özellikle nasıl yapmış? yukarıdaki başlık cümlesinden de anlaşılacağı üzere 'palto' adlı öyküsüyle. (bu öykü de ayrı bir başlık açılarak incelenmeli, yorumlanmalı.)
    bu öyküde o güne değin alışılmışın dışında bir karaktere hayat veriyor gogol. sıpsıradan bir insana ait, o sıradan insanın sıradan heveslerine dair hem komik hem acıklı bir öykü bu. bu öykü kendisinden sonra gelenlere ışık oluyor, rehber oluyor bir nevi.
    peki başlığa konu olan sözü kim söylemiş?
    o konuda da pek çok spekülasyon var.
    kimileri bu sözü (bkz: dostoyevski)'te atfederken, kimileri de başka isimler veriyor. mesela, h. e. bates bunun gorki'nin bir sözü olduğunu iddia ederken, kimileri de turgenev'e ait olduğunu, çünkü dostoyevski'nin değil ama turgenev'in gerçek bir gogol hayranı olduğunu iddia ediyor.
    kim söylediyse söylesin, önemli olan böyle bir sözün söylenmiş olması.

    bu sözü bizim edebiyatımızla bağdaştırırsak, elbette, taaa, cumhuriyetin ilk yıllarında yayımlanan hasan ali yücel dönemi dünya klasikleri çevirilerinden itibaren gogol'la tanışan tüm türk yazarlarının da gogol'un paltosundan çıktıklarını* söyleyebiliriz. ama çok önemli iki ekleme yaparak:
    bunlardan birincisi batı'ya her anlamda yüzümüzü döndüğümüz 'tanzimat' yıllarında çalakalem de olsa yazdığı yüzlerce öyküyle 'batılı' anlamda öykücülüğümüzü başlatan ahmed midhat efendi ise, ötekisi de günümüz yazarları da dahil olmak üzere, edebiyatımızda yazarlarımızı en çok etkileyen yazar olma ünvanını taşıyan sait faik'tir.

  • manipülatör

    insanda vantilatör, akümülatör, santrifüj gibi çağrışımlar yapan bu sözcük aslında modern çağlardan çok önceleri de 'mana' olarak vardı, şimdi de var ve insan olduğu sürece de olmaya devam edecek.
    son günlerde bu sözcüğün çeşitli varyasyonları üzerine epey yazı gördüm: yok backfire effect, yok mandela etkisi, misinformation effect, monte carlo yanılgısı, post-truth, anchoring effect.......
    manipülatör manipülasyon yapar.
    nedir?
    yönlendirme, etkileme, hile, yalan, acındırma, ikna, göz boyama, hedef şaşırtma, yüceltme, karalama, duygu sömürüsü, kamuoyu oluşturma, yalnızlaştırma ve daha birçok tekniği kullanarak karşı tarafı etkiler, şekillendirir.

    biz manipülasyonun 'device' tarafından değil pskolojik tarafından baktığımız bir yazı döşeniyoruz şimdi. bu nedenle önce bir yerlerden(!) alıntılayıp psikolojik manipülasyon tekniklerine bakalım önce:
    "sosyal psikologların üzerinde çalıştıkları manipülasyon tekniklerinden bazıları:

    -foot in the door, kapıya ayak koyma tekniği (freedman ve frazer, 1966)
    -low ball, oltaya takma tekniği (cialdini, 1978)
    -door in the face, yüzüne kapıyı çarpma tekniği (cialdini, 1975)
    -açık ve zımni tarzlar
    -klasik ve yeni tarzlar"

    devamında;
    "-gaslighting
    -psikolojik savaş
    -reklam
    -şantaj
    -toplum mühendisliği
    -yalan
    -zihin kontrolü........"gibi diğerleri.

    tam burada, kaynakları çeşitlendirme babında onedio'nun bu konulu bir sayfasına yönlendirme yapalım.
    yönlendirme

    dedik ya insanlığın başlangıcından beri var bu diye. geçmişte bu göz boyayıcılar, belki de 'büyücü' olarak nitelendiriliyordu. yapılan manipülasyonlar da 'büyü' diye.

    ve dünyanın gelmiş geçmiş en iyi manipülatörleri de politikacılar elbette. her çağda, bazı insanlar, bilgi, beceri ve konuşmadadaki ustalıklarıyla (ikna) başka insanları etkileri altına almayı başarabiliyordu. shakespeare'in ünlü julius caesar oyununda marcus antonius'un caesar'ın ölümünden sonraki tiradını hatırlayın: "dostlar, romalılar, vatandaşlar...." hitabıyla. bu konuşma, klasik bir ikna konuşması örneği olarak her daim karşımıza çıkar.

    bu son derece tehlikeli beyin yıkama oyununda, şu anda dünya yüzünde var olandan fazla insan kırılmıştır türdeşleri tarafından.

    hala bu yöntemleri kullanarak malını kolayca satabilir, seçim kazanabilir, savaş çıkarabilir, birinin ölümüne -kolaylıkla- neden olabilirsiniz.
    ama bunun bir kandırmaca olduğunu, bu kavramı hayatında duymamış milyonlara anlatamazsınız. evet, yine geldik dağdaki çobana!
    ünlü halk düşünürü aysun kayacı'ya da buradan bir selam çakarak yolumuza devam edelim; bu, aslında inanılmaz bereketli ve üzerine milyonlarca yazı yazılabilecek konuyu yavaşça sonlandıralım.
    neden her konuyu eğitim şart diyerek bitirmek zorundayız?
    aslında pekala da biliyorum ama iş dönüp dolaşıp benim de içinde bulunduğum camiada bitiyor. bir ülke insanlarını oyuncak edecekseniz eğitim sistemini yerle bir edin, ortada sistem falan bırakmayın, oyalama taktiği uygulayın, sürüm sürüm süründürün, sürüncemede bırakın. (hatırlatma: (bkz: köy enstitüleri))

  • ivan aivazovsky

    1817-1900 yılları arasında yaşamış ermeni asıllı rus romantik ressamdır. lise öğrenimi sırasında çar ı. nikolay'ın emriyle st. petersburg akademisi'ne alınmıştır. buradan mezun olduktan sonra ise devlet tarafından avrupa'ya gönderilmiştir. deniz'in hareketini kendine özgü bir yöntemle tasvir eden sanatçı, "deniz bakanlığı kurmay başkanlığı ressamı" olarak atanmış ve rus filosuyla beraber yelken açıp rus savaşlarını resmetmiştir. türkiye'yi, yunanistan'ı, mısır'ı, amerika'yı ziyaret eden ayvazovsky'nin resimleri; dalgalara ve deniz köpüğüne karşı göz alıcı ışık kullanımıyla dikkat çekmektedir.

    1.görsel: "stormy sea at night" (1849)


    2. görsel: "the galata tower by moonlight" (1845)


    3. görsel: "view of constantinople" (1856)


    kaynak: art blog

  • yapay zeka insan

    insan...
    dik yürüyen, dik koşan, alet yapan, ateşi ehlileştiren,
    ilk konuşan, mağaraya resim çizen, avlayan, toplayan,
    eken, biçen, ağaçları kesen, hayvanları evcilleştiren,
    demiri büken, kılıcı kuşanan, mızrak ordu diken diken,
    altını seven, denize açılan, fetheden, kıyan, kıyılan...

    insan... beynimizde yaklaşık 86 milyar nöron dediğimiz sinir hücresi bulunmaktadır. her bir nöron da sinaptik boşluk dediğimiz 10-15 bin bağlantı noktasına sahiptir. bu bağlantı noktaları sayesinde tüm nöronların bir şekilde birbiri ile bağlantısı vardır. yani a nöronundan b nöronuna ulaşmak için arada tek bir nöron da olabilir, 86 milyar nöron da olabilir. nöronların birbiri ile yapabileceği veri ağını gözünüzde şu şekilde canlandırabilirsiniz:

    önünüzde 86 milyar farklı kapı olsun. istediğiniz herhangi birisinden içeri girebilirsiniz. girdiğiniz her kapının 86 milyar kapıdan 10-15 bin tanesine geri açıldığını göreceksiniz. kendi içinde, ikişer, üçer, beşer kapı geçerek ulaşacağınız hedef de olabilir, seksen altışar milyar farklı kapıları aça aça ulaşabileceğiniz hedef de olabilir. ortaya çıkabilecek olasılıklar kümesini hesaplayabilecek bilgisayar var mıdır bilmiyorum. işte, aslında insan bu olasılıklar kümesinin toplamı ve ta kendisidir.

    doğumumuzdan ölümümüze kadar gördüğümüz, duyduğumuz, tattığımız, kokladığımız, dokunduğumuz her şey bu nöron ağında bir iz bırakıyor. bazı izler silinip giderken, bazı izler tekrar tekrar hatırlanmak istense de istenmese de derinlere kazınıyor. okuduğunuz her kitap, çözdüğünüz her problem, çizdiğiniz her resim, dinlediğiniz her müzik, izlediğiniz her film, gördüğünüz her olay, duyduğunuz her bilgi, yediğiniz her yiyecek, gezdiğiniz her şehir, elini tuttuğunuz her insan nöron ağınızda bir yol katediyor, beyninizde bir olgu oluşturuyor, sizi hissetmeye ve düşünmeye sevk ediyor ve inşa edeceğiniz insan profiline bir tuğla koyuyor.

    şöyle genel bir inanış vardır: dna zinciri ve genetiğimiz, nasıl bir insan olacağımız bilgisini içermektedir. hayır değil. dna zincirinizde ne kadar nörona, ne kadar sinaptik boşluğa sahip olacağınız, nöron gruplarınızın beyninizin hangi bölgesinde daha yoğun, hangi bölgesinde daha seyrek kümeleneceği bilgisini içerir. beyninin vicdan muhasebesi yapılan bölgesinde, normal bir insana göre daha az nöron kümelenen, yani altyapı olarak daha zayıf bir vicdan temeline sahip insan büyük olasılıkla katil veya hırsız olacaktır diye bir şey söz konusu değildir. nöronlar, insanların yaşadıkları hayata ve tecrübelere paralel olarak, 30 yaşına kadar farklı sinaptik bağlantılar oluşturabilmektedir ve sürekli bir etkileşim içindedir.

    insanlar katil veya hırsız doğmaz. insanlar yalancı, riyakar, kibirli, açgözlü, sinsi, alçak ve namussuz doğmaz. insanlar dürüst, onurlu, cömert, cesur, yardımsever, alçak gönüllü de doğmaz. insanlar sadece temiz ve beyaz doğarlar. algıladığımız her şeyin beynimizde farklı renklere sahip kağıt şeklinde bir olgu çıktısı oluşturduğunu düşünelim. doğumdan ölüme kadar bu renkli çıktıları üst üste koyalım. işte ortaya çıkan renk biz kendimiziz.

    bizimle her bir nöronuna, her bir sinaptik boşluğuna kadar bire bir aynı organik bir beyin oluşturduğumuzu düşünün, yani bizim kopyamız. onu bizim evrenimizde yaşanan her şeyin, hatta bir bal arısının kanat çırpışına kadar aynı olacak şekilde tasarlanan paralel bir evrene yerleştirin. bu evren sadece yapılacak tercihler doğrultusunda değişime uğrasın, malum kelebek etkisi... kopyamızın tercihleri bizimle aynı olur muydu? ya da bizim kendimizi aynı paralel evrene koyun. tercihlerimiz değişir miydi?

    -...-

    insan... gülen, ağlayan, sevinen, üzülen, kızan, kızaran, şaşıran, heyecanlanan, özleyen, arzulayan, kıskanan, böbürlenen, acıyan, acıtan, paylaşan, hatırlayan, unutan... düşünen, soran, sorgulayan, araştıran, bulan, bilen, öğrenen, öğreten...

    insan kendine özgü sahip olduğu tüm duygularına rağmen, yaklaşık 86 milyar sinir hücresi, 1000 trilyon nöron bağlantısıyla, 50'den fazla farklı hormonları, 60'dan fazla farklı nörotransmitter "sinir hücreleri arasındaki sinaptik bağlantılarda veri iletimini sağlayan kimyasallar" molekülleriyle, bazen uzaktan, bazen en derinden o kadar yapay duruyor ki...

    bir sabah yatağınızda doğrulmuş, hiçbir şey düşünemeden en derin ve sessiz anlamsızlıklara dalmış, farkındalığın en keskin ucunda, en yakınınızın mutfaktan gelen sesi nasıl da bir yabancının sesine bürünüyor. yüzünüzü yıkarken her sabah aynada göz göze geldiğiniz yüz nasıl da bir yabancıya dönüşüyor...

    depersonalizasyon dediğimiz rahatsızlık farkındalığın en keskin ucu olsa gerek. sinir sistemimizin oluşturduğu mekanik bilinçle göz göze gelmektir depersonalizasyon. işin ilginç ve ürkütücü tarafı mekanik bilinciniz de onu uzaktan izlediğinizin farkındadır. bu noktada iç sesinizi hanginizin sahipleneceğine dair küçük bir problem ortaya çıkmaktadır. bunun çözümü iç sesinizi de ona emanet edip, aynada kendinize göz kırpıp gülümsemektir. eğer iç sesinizi sahiplenmekte diretip ısrar edecek olursanız, şimdiden tebrikler, şizofreni 1'e hoş geldiniz. *

    milyarlarca yıllık gelişimin ve değişimin sonucu bize insanı hediye eden bu evren eğer simülasyon olsaydı... belki de bir üst akılın yaptığı kozmik bir deney içinde dikkate alınmayan, hatta varlığı fark bile edilmeyen bir insan modeli ve göz ardı edilmiş muazzam bir yapay zeka havuzu... fakat insan, bilinçli bir proje ise, bu yapay zeka havuzu üst akıla neler sunabilirdi?

    öncelikle üst akılın yapması gereken bazı görevler vardır. yapay zeka olduğumuz gerçeğini kavrayabilme ihtimalimizi ellerinden geldiği kadar bizden uzak tutmalıdırlar. projeleri, bize sundukları evrenin gerçekliği ve bizde yarattıkları gerçeklik duygusu kadar başarılı olacaktır. ışık hızı, mutlak sıfır, planck sabiti gibi kozmolojik sabitleri her ne kadar kafamızı bulandırsa da, sistemlerinin altyapısını oluşturmak için bu birimlere ihtiyaçları olacaktır. biz nasıl iki boyutlu bir modele perspektif katarak simüle karakterimize üçüncü boyutta hareket etme yanılgısını veriyorsak, onlar da bize karşı "zaman" gibi hilelere başvurabilirler. *

    yapay zeka havuzumuza geri dönelim. öncelikle üst akılın dışarıdan müdahalede bulunduğunu varsayarak havuzumuzu irdeleyelim. bizleri toplumsal olarak test ve gözlem amaçlı, belki de manüpüle amaçlı kral, ya da peygamber, veya lider modeli ajan programlar gönderilmiş olsun. bu programlar kendi varlıklarını sorgulayabilir mi? sorgulayabildikleri andan itibaren aramızda yapay zekasal bir farktan söz edebilir miydik?

    -...-

  • atatürk'ün şiiri

    zaman zaman "kaside-i istibdat" "bir askerin mezarı" gibi şiirler bu adla yayınlansa da, esasında hiçbiri doğru değildir. çoğu "atatürk'ün yazdığı şiir" mustafa kemal isimli başka vatandaşlara aittir.

    bu konuda tafsilat için buyurunuz.

  • bir kedi, bir adam, bir ölüm

    zülfü livaneli'nin 2001 yılında yayınlanan kitabıdır. okurken bende derin üzüntülere ve öfkeye yol açmış bir kitaptır kendisi. okunmaya değer.

    aşağıda özetle kitabın hepsini anlattım. ( spoiler içerir hem de çok )

    hikayemiz 9 yıldır isveç'te politik mülteci olan sami ile başlar. başlarda neden isveç'te mülteci olduğu konusunda bir ipucu yoktur ama hikaye ilerledikçe olaylar zinciri çözülmeye başlar. içindeki karanlık onu boğmaya başladığında her zaman yaptığı gibi hurda denebilecek olan volvosunu alıp karanlık yollarda hız yapmaya başlar sami. ama bu sefer önünde bir çift parlak göz belirir ve ani bir hamle ile durmaya çalışır. ancak nafile anne geyik kanlar içinde yerde yatmaktadır ve yanı başındaki yavrusu sanki yalamasının sıcaklığıyla annesini uyandıracakmış gibi annesini yalamaktadır. sami bir süre bakıp anne geyiğin başını okşadıktan sonra hızlıca çekip gider ancak pişmanlık bastırmaktadır. ve geyiğin olduğu dönemece hızlıca geri döner ancak geyik orada değildir. arabada da hiçbir çarpma izi yoktur. sami bu sefer cidden hastaneye gitmesi gerektiğine karar verir ve o adamın da orada olduğunu daha sonra öğrenir.

    hikayemizin girişi sami'nin yazım sürecine karışması ile bir duraklamaya uğrar, aslında bunlara duraklama demek yanlıştır çünkü sami'nin anlatımı yazarın anlatımı ile uyumlu bir sırada gitmektedir. bu el yazılarından(sami'nin) sami'nin hayat hikayesini öğrenen bir( ne kadar öğrenebilirse ki zaten sami de el yazılarında şöyle diyor "konuşmak, canlı yaratıklar arasındaki en etkisiz iletişim aracı. dil yalan söylüyor, olanları çarpıtıyor, insanlığın hiç bıkıp usanmadığı klişeleri tekrarlıyor. bu yüzden, insanları dinlemek onları anlamak için yeterli değil.") arkadaşı yazarlığa soyunur ve sami'nin hayatını anlatmaya başlar. bu okuduklarımız da sami'nin hayatıdır biraz farklı biraz oynanmış. sami'nin hayatından kareler almaya başlarız. büyük bir film tutkunu olduğunu o dönemin (70'ler) aşırı politik ortamında apolitik kalmış bir tip olduğunu öğreniriz. sonrasında politik bir sürgün olmadığını öğreniriz ama bir şeyler vardır. "çünkü politikayla uğraşan ben değildim, oydu ve o, benim hayatımdı." der sami el yazılarının bir yerinde. ama hala onun kim olduğunu yönelik bir ipucu yoktur.

    psikiyatri koğuşunda bir süre yatan sami sonradan adının gunilla olduğunu öğreneceği hemşire, ona, hastanede bir türk daha olduğunu söyler ve odasını tarif eder. ancak bu verdiği haber çok önemli bir karşılaşmanın habercisidir.

    sami'nin yaşadığı yerleri, ilişkilerini pek tutarlı olmasa da yazardan öğreniriz ama sami'nin notları daha ilgi çekicidir çünkü onda derin bir karanlığa yol açan bir olaydan dem vurur. bir kişiden, kişilerden. örneğin burada olduğu gibi, "yazarın anlatmaya çalıştığı aşk acısı böyle bir şey değil. clara'nın güzel olduğunu kabul ediyorum; hem de çok güzel. gerçekten beğeniyordum onu, ama ona karasevdayla falan bağlanmış değildim. o benim uzun süren uyku dönemimi sona erdiren, yüreğime ilk yaşam kıpırtıları, küçük heyecan titreşimleri salan kişiydi. çünkü yıllar boyunca kablosu çekilmiş, ölü bir radyo gibi yaşamıştım. hayatın diğer alanları gibi kadınlar da ilgilendirmiyordu beni. ölü bir radyo havadaki frekansları algılayabilir mi hiç?

    o olaydan sonra hiçbir kadına değil el sürmek, bakmamıştım bile. kurumuştum, tükenmiştim, canım çekilmişti, değersiz bir tahta parçası kadar takır takırdım."

    yazar bir şeyler yazar ama gerçekler tam olarak da öyle değildir.

    605 numaralı odada yaşlı yüzü çökmüş bir adam yatıyordur. sami ilk görüşte tanıyamaz, belki tanır ama inanmak istemez. o odur. yıllarca nefret ettiği, çeşitli işkencelerle öldürmeyi planladığı kişi. zalim bir dönemin zalim bakanı. beyninde tümör vardır bakanın ve oldukça ilerlemiştir ölmesi yakındır, hatta bir sahnede isveççe ya da herhangi bir ecnebi dil bilmeyen bakanın ölüm fermanını yani hastalığının durumunun açıklanmasını sami büyük bir zevkle yapmıştır. artık elindedir, istediği zaman öldürebilirdi onu. intikamını alabilirdi. peki neyin intikamı?

    istanbul yıllarına tekrar döner sami el yazılarında ihtilal dönemlerden bahsetmeye başlar. bir rahatlama yaşamıştı nasıl olsa devlet şu anarşistlere izin vermezdi, her gün bir kahve taranıyor her gün bir üniversite baskını oluyordu. o da yaşasın ihtilal diyenlere katılmıştı.

    "işte filiz'i o günlerde tanıdım."

    bir gün sami üniversitenin halk oyunları kulübüne uğrar. elden düşme kamerası ile halk oyunlarını kaydeder. evde kasedi takıp izlemeye başladığında bir kız dikkatini çeker. ondan şöyle bahsediyor sami, "saf bir güzelliği vardı. küçücük bir kız gibi görünüyor, insanda sarılma, koruma, öpüp okşama isteği uyandırıyordu.". tekrar halk oyunları kulübüne döner ancak onu bulamaz ismini bile bilmemektedir ancak kasedi izleye izleye her hareketini yüzünün her bir bölümünü ezberlemiştir. halk oyunlarının haftada bir oynandığını öğrenir ve sonraki haftaya kadar beklemeye başlar. ve o gün filiz oradadır ve sami yine kamerası ile kaydetmeye başlar. "oyun bittiği halde çekmeyi sürdürdüm. sonra yanına gidip "merhaba!" dedim. büyük bir doğallıkla "merhaba!" diye yanıtladı beni. bu tanışıklık sonrasında oldukça ilerler birbirine büyük bir sevgi ile bağlı bir çift haline gelirler. o sıralarda tutuklamalar başlamıştır ve insanlar sabahları birden evlerinden alınıp götürülmektedirler. "tek sorunum, benim dışımda bir hayatı olmasıydı. genellikle solcuların bir araya geldiği üniversite toplantılarına gidiyor, onlara yakın duruyordu. ona bir şey olacak, diye aklımı kaçırıyordum. ".

    eski bakanla karşılaşan sami adil'i arar ve adil de öldürme planları yapar. adil de bir politik mültecidir. kibirlidir de ve bunla tarihe geçeceğini düşünmeye falan başlar ve işler iyice sarpa sarar. clara bunun farkına varıp bu işi biz halletmeliyiz der ve adili kuşun göçtüğünü yani bakanın gittiği yalanı ile kandırırlar. adil de zaten baştan beri böyle bir şey yapamayacağını bildiğinden talihsiz bir aksaklıkla bitmiş bir planın mimarı olarak kendini görür ve kibirlenmeye devam eder. peki clara niye bu kadar istemektedir birini öldürmeyi buna da sonra değineceğim.

    aileler tanışır ve evlilik hazırlıkları başlar sami ve filiz oldukça mutludur. bir gün arabayla ilerlerken… burayı ben anlatmayayım en iyisi sami'ye bırakmak

    "tam olarak ne olduğunu sorarsanız söyleyemem. sanki arabaya bir şey çarptı, bir değişiklik oldu. sarsıldık mı, durakladık mı bilemiyorum. zaten belleğim o anı reddediyor. duruyordum. sıkı sıkı direksiyona sarılmıştım ama araba gitmiyordu. yolun ortasında durmuştuk, ışıldaklı bir şey geliyordu üstümüze. cankurtaran mıydı, askeri bir araç mı, bir polis otomobili mi? yoksa bizimle hiç mi ilgisi yoktu bunun? bilemiyorum, inanın bilemiyorum. aradan çok geçmemiş olmalıydı çünkü radyoda hâlâ sealed with a kiss çalıyordu. derken benim tarafımdaki kapı açıldı. bağırışlar, haykırışlar duydum. biri başıma vurdu. o anda dönüp filiz'e baktım. niye daha önce o tarafa dönmedim bilmiyorum. belki de o kadar vakit geçmemişti. her şey birkaç saniye içinde olup bitmişti. dışarıdan vuran ışıldak filiz'in yüzünü bir an aydınlatıyor, sonra karanlık geri geliyordu. sonra bir daha aydınlık, bir daha karanlık, bir daha aydınlık, bir daha karanlık... filiz'in yüzünün yarısı yoktu. parçalanmış kafatasının da yarısı uçmuştu ve bir gözü incecik bir sinirin ucunda sallanıyordu. acaba haykırdım mı? filiz, diye bağırdım mı? ona dokunmaya mı çalıştım, yoksa hemen oracıkta bayıldım mı, korktum mu, bilemiyorum. beynimin o noktası karanlık. filiz'in yarısı parçalanmış yüzü dışında hiçbir görüntü yok belleğimde.
    son sözleri "can can!" olmuştu, sesinin olanca sıcaklığı ve sevecenliğiyle yüklü bir "can can!"
    bir daha hiç kimse bana öyle seslenmedi."

    sonrasında çeşitli işkencelerle sami'yi susturmak ve bu olayın üstüne kapatmak ister devlet. çünkü gazeteler yazmaya başlamıştır bile bu. "kısacası bu iş, memleketimiz aleyhine bir kampanyaya dönüşmek üzere. " der o zalim adam.

    hayır bu cinayet diye haykırır sami.

    hayır, hayır hayır!

    ve işkenceler devam eder. mahkeme takipsizlik alır. filiz hükümet tarafından iftaraya uğrar ve askere saldırırken etkisiz hale getirildiği yazılır.

    bu şekilde sami'nin stockholm'e uzanan yolculuğu başlar

    3 ocak günü öldüreceklerdir eski bakanı. clara ve sami hastaneden alırlar ve ortasında bir adacık bulunan küçük bir gölün yanına gelirler. yaşlı adama yürümesini orada bir evin bulunduğunu kendilerinin de geleceğini söylerler ve yaşlı adam da buzun kırılmasıyla boğularak ölür. kızın babası da işkence sırasında boğularak ölmüştür.

    aslında işin aslı bu değildir ve bunu da sami'den öğreniriz. saminin küçük evine giderler gölet yerine. orada sami kaseti açar ve tanıyor musun diye sorar bakana. "bu gördüğün yüz filiz adlı bir kıza aitti ve bir m1 piyade tüfeği mermisiyle parçalandı. şu gördüğün güzel göz, yuvasından çıktı, yüzünün yarısı uçtu. 19 yaşındaydı. şimdi anladın mı?""hatırlamıyor musun?" dedim. "bana işkence yaptığını, bu işi örtbas etmek için bağırtana kadar elektrik verdiğini unuttun mu?" . bakanın yüzü gerilir ve hayal meyal da olsa hatırladığını anlar". bakan sinirlenir ve inkara başlar."siz bu vatanı hiçbir zaman sevmediniz!" "biz sizi sevmedik!" dedim. "siz kendinizi vatan yerine koydunuz, biz de sizi sevmedik.

    bakan birden ağlamaya başlar ve lavaboya gider saminin bütün uyku ilaçlarını içer. affet beni evladım diye gelir. beni bağışla ve öldükten sonra allah rahmet eylesin, de arkamdan."

    "delikanlı fazla vakit kalmadı, kendi cezamı kendim vermek istiyorum."

    bu sözden sonra sami bakanın bir şeyler yaptığını anlar ve hızlıca kusturur.

    hastaneye yetiştirdikten sonra. clara ve sami yaşananları unutmak için içmeye başlarlar. sonunda kendilerinden geçip her şeyi unutuncaya kadar. o zamana kadar babasının sözünü tutan clara artık sözün sonuna gelmiştir. öç almak imkansızdır. bir şeyi değiştirememektedirler. ve unutmak isterler. sadece unutmak.

    (bkz: zülfü livaneli)

  • atatürk'ün şiiri

    yarın parlak bir dizesini okuyacağımız türkiye başlıklı şiirdir.

  • hababam sınıfı

    1- rıfat ılgaz'ın 1950'lerde yazmaya başladığı meşhur seri. dolmuş dergisinde kısa öyküler halinde başladığı seri, bir erkek lisesinde yatılı okuyan, her yaramazlığı yapmakla özünde iyi insanlar olan hababam sınıfı ile tatlı sert müdür yardımcısı kel mahmut arasındaki maceralarla müfredatın durumu, öğretmenlerin kalitesi, siyaset ve diğer konuları işleyen bir parodidir.

    2- rıfat ılgaz'ın aynı adda yazdığı tiyatro oyunları. "hababam sınıfı baskında, hababam sınıfı sınıfta kaldı, hababam sınıfı uyanıyor" gibi isimlere sahip bu piyesler filmler çekilmeden önce devekuşu kabare ve ulvi uraz tiyatrosu gibi topluluklarda oynanmış ve istanbul seyircisince çok tutulmuştu. yine de serinin yurt çapına malolması 1974'te çekimlerine başlanan filmlerle olmuştur.

  • ikinci bahar

    yavuz turgul'un ender yaptığı televizyon dizilerinden. yavuz hocanın değişmez başrolü şener şen'e yeşilçam'ın sultanı türkan şoray'ın eşlik ettiği, özkan uğur'un genizden konuşarak asıl işi bu olmamasına rağmen oyunculuğu çok iyi yaptığı, günümüzün starları nurgül yeşilçay ve ozan güven'in çıtır halleriyle oynadıkları bu dizi tadında kalmanın en güzel örneğiydi. sadece 39 bölüm sürse de "ya çok erken bitti" dedirten bir tarafı yoktur yani.

    --spoiler--
    hanım (türkan şoray) dul haliyle iki çocuk büyütmüş, zengin sevgili meraklısı asi kızı gülsüm ve ufak tefek hırsızlığa bulaşan oğlu ulaş'a bakaduran sert bir kadındır. son işinden taciz nedeniyle ayrıldıktan sonra komşusunun oğlunun aracılığıyla antep sofrası adındaki bir restorana bulaşıkçı olarak girer. restoranın sahibi de kendisi gibi dul olup üç çocuk büyütmüş, hem çok iyi bir aşçı hem de dürüst ve yardımsever biri olan ali haydar ustadır (şener şen). başlangıçta hiç anlaşamayan ikili, ali haydar ustanın hanım'ın dertleriyle ilgilenmesi ve diğer olaylar üzerine yavaştan birbirlerine aşık olduklarını anlar. gelin görün ki ali haydar'ın ev sahibi olan emekli kons afetidevran neriman'ın da gözü ali haydar'dadır ve gerekirse onu şantajla bile kendine bağlamaya kararlıdır. diğer taraftan, ali haydar'ın eski patronu ve çocukluk arkadaşı yeni rakibi vakkas ta hemen karşısındaki dükkanı tutan ali haydar'ın işini söndürmek için her türlü kötülüğü yapacaktır...
    --spoiler--

    kebapçılarda geçen dizinin jeneriği de oldukça iştah açar çünkü mutfakta çekilmişti. keza her bölüm lahmacunlar şiş kebaplar çiğköfteler mezeler doluydu. yani diyet yaparken izlenmesi pek tavsiye edilmez...

  • yedi numara

    2000-2003 yılları arasında trt'de yayınlanan dizi. trt'nin henüz dincileşmediği bir dönemde "kızlı erkekli aynı evde" dizisi (her ne kadar cinsellikten uzak da olsa) normaldi.

    dizinin senaristi oya yüce'nin o sırada kurduğu küçük bir tiyatro grubuna bkm'nin önemli isimlerinden şebnem sönmez, olgun şimşek ve darülbedayi'nin ustalarından engin alkan'ı eklediği mütevazı ama yetenekli bir kadrosu vardı. dizinin yönetmen koltuğunda sadullah çelen oturuyordu.

    --spoiler--
    bir türlü çocukları olmayan zeliha yengeyle vahit amca, 7 numaralı evin sahipleridir. evlerini öğrencilere kiraya verir, kiracılara hep çocukları gibi bakarlar.

    bir gün, vahit amcanın yeğenleri istanbul'a üniversite okumaya gelirler. vahit amca o evde kardeşlerinin de payı olduğu için onları eve yerleştirmeye razı olur ama tam da o gün dört kıza evi kiralamıştır. böylece kendini geliştirmiş üç köylü erkekle hayatları büyük şehirde geçmiş dört kız aynı evde kalmak zorundadır. ilk günlerde sürekli birbirlerini kovmaya çalışan bu iki grup zaman içinde birbirine alışacak ve ortak yaşamı öğrenecektir...
    --spoiler--

    ayrıca bu dizi iki defa final yaptığı halde (ikinci final çok bilinir, tüm karakterlerin evin karşısında oturan bir teyzenin hayal ürünü olduğu açıklanmıştı) yoğun istek üzerine iki defa da yeniden başlamış, nihayet final minal yapmadan bitmiştir. bu açıdan da nadir bir örnek.

  • safsata

    @true scotsman sağ olsun, 'safsata' tüm türev ve çeşitlemeleriyle sürekli karşımıza çıkan bir sözcük.
    gerçi burası her ne kadar 'entelektüel' birikimi yüksek, 'seçilmiş' 'zat'ların yazdığı bir sözlük olsa da sözcüğün sürekli karşımıza çıkarttığı olumsuz çınlamalar, sonunda bizleri bu sözcüğün çağrıştırdığı 'salata'dan bile soğutacak kıvamda.
    nedir?
    şöyle azıcık kurcaladığımızda sözcüğün kökeni, antik yunan. nişanyan şöyle açmış: "bu sözcük eski yunanca aynı anlama gelen sophistia sözcüğünden alıntıdır. eski yunanca sophistes 'sofist, laf ebesi' sözcüğünden +ia ekiyle türetilmiştir."
    türkçeye geçişi elbette arapçadan. araplar taa 8.yy.dan itibaren aristo'yu çevirmeye başlamışlar. safsata sözcüğü de o zamanlarda eski yunancadan arapçaya ve araplardan da bizim dilimize geçmiş.
    sofist sözcüğünden 'safsata'ya evrilerek yerlerin dibine sokulan bu sözcük için
    yine nişanyan'dan şu cümleyi de alıntılayıp yazıyı kolaylayalım: "mö 4. yy atina'da "mantık ve retorik hocası" anlamına gelen 'sofist' sözcüğü, sokrates ve öğrencisi platon'un şiddetli eleştirisi sayesinde olumsuz anlam kazanmıştır." (ve elbette yüce aristo'nun asıl katkısını da unutmayalım.)
    bu yazı daha çok sular getirir, götürür bence ama devamı başka yazılara diyerek bilgi okyanusunda hemen karşıma çıkan ve baktığımda seçilen resimlerin hoşuma gittiği ilk bilgi sayfasını da paylaşayım bu arada. açıklamaları açık ve anlaşılır bence. tık
    bu sayfayı da beğendim, üsluplarımız yakın sanki: bi tık daha

    son olarak; bu kadar olumsuz anlamdan sonra, birçoğumuzun bayılarak kullandığı 'sofistike' sözcüğünü de bir ara kurcalamak lazım.

  • iq sözlük logosu

    aynı zamanda v harfi s harfinin kıvrımlarını vurgulayarak sözlük'ün, söz'ün ama en çok serbestiyet'in bayrağını göndere çekiyor. derin bir imgesel gönderme. öte yandan soru işaretinin ünlemi kapsaması "awe" karşısında "suspicion" çağrısı yapıyor. bitmedi üstelik, q harfinin özellikle küçük seçilerek ı harfi ile sans-serif formatındaki uyumu apollonic bir sütun sağlamlığı fikri uyandırıyor. başyapıt, anbelivıbıl.

/ 3 »