en çok favorilenenleri (23) - sayfa 2

başlık listesine taşı
  • yeni nesillere şarkı önerileri

    "olay münferittir. ağır tahrik var." süleyman demirel
    "çok şükür, otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir." tansu çiller

    ""bir devlet var, diyordum ben. bir devlet var, inanılacak devlet var. iyi-kötü, yanlış yapıyor-doğru yapıyor ama devlet var. elbette bunu önleyecekler. bu kadar ödün verilemez, diye düşünüyordum. yanılmışım." aziz nesin

    bestesi çoktan hazır olan ve moğollar'ın enstrümantal olarak çalıyor olduğu bu şarkının sözleri, bu toprakların yetiştirdiği en değerli müzisyenlerden biri olan cahit berkay tarafından madımak katliamı için yazılmıştır.

    moğollar - ıssızlığın ortasında

    bir düş gördüm geçenlerde
    görmez olsaydım ah olsaydım
    içime şeytan girdi sandım
    keşke hiç uyumasaydım
    keşke hiç uyumasaydım

    birdenbire
    ateş ve duman
    feryadı figan
    sanki elele
    geliyor habire
    üstümüze, üstümüze

    canlar, sazlar
    kan oldular
    kesildi teller
    durdu nefesler
    ama hala
    dimdik ayakta
    ayaktalar
    dimdik ayakta
    ayaktalar

    çığlık kalleş
    sessizlik mi dost
    ateş ve duman
    hain düşman
    ıssızlığın ortasında
    ıssızlığın ortasında

    çığlık kalleş
    sessizlik mi dost
    ateş ve duman
    hain düşman
    ıssızlığın ortasında
    ıssızlığın ortasında

  • yeni nesillere şarkı önerileri

    müzik konusunda biraz muhafazakar biriyim. bu muhafazakarlık başta yaşadığım topraklardaki şiirlerin şarkıların değerinin bilinmediğini hissetmemden, devamında dünya müziğinin eşsiz parçalarının da internet serüveni içerisinde durmak bilmez üretimle yok oluşundan korkumdandır.

    açıkçası spotify'da neredeyse her yeni gün üç dakikalık, aynı base'lerle salınıveren şarkılar arasında kaybolup gidiyorum. yeni çıkanların arasında albüm olarak tam dinlenecek şeyler bulmakta aşırı zorlanıyorum. zaten kolaya kaçıp sürekli single basıyorlar. böyle albümlerin de yine yıllanmış müzisyenlerin elinden çıktığını görüyorum.

    ayrıca şu an 20 yaşında olan kardeşime (z kuşağı) müzik konusunda hep geçmişe yolculuk yapma ihtiyacı hissediyorum. o da sözlük yazarı alınmasın ama bana dinlettiklerinde özgünlüğü bulmakta hayli zorlanıyorum. hep eskileri gösteriyorum ona. efsane şiirlerden olma şarkılar, hikayesi olanlar, efsane konser kayıtları. bazen bilgisayarın başına kitleyip bunları izletme, dinletme sorumluluğu hissediyorum kendimde.

    bir şarkıyla başlayayım şimdi, böyle hissedenler varsa da eklesin altına. şu şarkının geleceğe aktarılması, hissedilmesi lazım denilen tüm şarkıları bekliyorum. bakalım neler var kalbimizin orta yerinde.

    başlığa yazanlardan ricam söz yazarı ve bestekarı ile birlikte koymanız buraya. biliyorsanız hikayesini de yazın lütfen. onurlandırılması, emeği görünür kılınması gerekenler onlar. hem belki bu kimmiş diye açıp araştıracaklar olur onları.

    yeni türkü - çember

    ya dışındasındır çemberin
    ya da içinde yer alacaksın
    kendin içindeyken
    kafan dışındaysa

    çaresi yok kardeşim
    her akşam böyle içip kederlenip
    mutsuz olacaksın
    meyhane masalarında kahrolacaksın

    ya dışındasındır çemberin
    ya da içinde yer alacaksın
    kendin içindeyken
    kafan dışındaysa

    çaresi yok kardeşim
    her akşam böyle içip kederlenip
    mutsuz olacaksın
    meyhane masalarında kahrolacaksın

    şiirlerle şarkılarla
    kendini avutacaksın
    ya dışındasındır çemberin
    ya da içinde yer alacaksın

    şiirlerle şarkılarla
    kendini avutacaksın
    ya dışındasındır çemberin
    ya da içinde yer alacaksın

    ya dışındasındır çemberin
    ya da içinde yer alacaksın
    kendin içindeyken
    kafan dışındaysa

    sözleri murathan mungan'a, bestesi yeni türkü'ye aittir.

  • akşener mi haksız kılıçdaroğlu mu?

    valla abicim meral akşener haksız.

    ama sorun haklılık-haksızlık değil bence. sorun altılı masa oluşumunun işleyiş biçiminde. bir yıla aşkın süredir toplanan bu masa, seçim tarihinin resmi olarak açıklanmasının beklendiği güne 8 gün kala oturup aday konuşmaya başlarsa bu olur. altı partinin ortak bir aday çıkarmasının uzun tartışmalar olmadan sonuçlanmasını beklememek ne kadar anlamlı ki? bu kadar aydır 12-13 toplantı yapılmış, adaylık için konuşulan üç kişinin ismi ilk aylardan beri belli. iyip'in kılıçdaroğlu'nun adaylığını tercih etmediği ise tam tarihleri hatırlamadığım için 2022 yılı yaz sonundan beri diyelim. o günlerden bu yana 5 aydır saatler süren toplantılar yapılıyor. bu konuya her toplantıda 1 saat ayırsalar yol almış olurlardı. ankette yaptırılırdı (eğer iyip'in isteği gerçekten bu ise), pazarlık da yapılırdı (ki pazarlık yapmak çok normaldir), uzlaşma da gerçekleşirdi. sorun bu masanın seçim stratejisini belirlemek yerine ahlak üzerine ahkam kesen mistik ulvi bir birliktelik gibi davranması. aylardır aday dürüst olsun üzerine uzlaşıp metin yazmak yerine tartışsalardı. kazanılmamış seçimin kazanılmamış hükümetine program yazıldığı kadar seçim stratejisi konuşulaydı o zaman.

    devamlı samimiyetini öven ve devlet için ciddiyet gerektiğini vurgulayan akşener'in haksızlığı da burada. 5 aydır samimi olup alıp karşına aynı masaya oturduğun insanları, açıklasaydın. taa gençlik yıllarımdan beri siyasetin içindeyim diyen, içişleri bakanlığı yapmış, şüphesiz ki tecrübeli bir siyasetçisin. mademki bu masa kişisel hırslara kurban gidiyor, bir yılı aşkın süredir görmedin mi bunu?

    merak akşener'in partisini merkez sağa çekmeye çalışırken partideki mhp'li ahaliye söz geçiremediği için bunun olduğunu düşünüyorum. çünkü hdp'siz seçim kazanılamayacağı gerçeğini kendilerine yediremiyorlar.

    meral akşener'in ekrem imamoğlu'nu bilerek istediğini düşünüyorum. çünkü geçiş döneminin faturasını ödemeye çalışırken yorulacak olan bu adayı, parlamenter sisteme geçildiğinde arzuladığı başbakanlık karşısında rakip olarak ekarte etme niyetinin olduğunu tahmin ediyorum.

    meral akşener'in ve iyip'in kazanacak aday söyleminin bir inançtan ya da yanılgıdan ya da pek sevilen tabirle kendi niyetlerinin izleğini takip etmek üzere algı operasyonundan ibaret olduğunu düşünüyorum. çünkü pek de güvenmediğim aylık anket sonuçlarına baktığımda bile iyip ve diğer partilerin arkasında durduğu bir adayın kazanmama ihtimalinin olduğunu düşünmüyorum. sen arkasında durursan kazanır kardeşim. karşındaki kemal kılıçdaroğlu, köy muhtarlığı azası değil.

    meral akşener'in bu çıkışı yaparak kendi güçsüzlüğünü de ortaya koyduğunu düşünüyorum. ben böyle yürek yemişlik yapacağım ama kendi partimden aday olsun diyebileceğim tek bir kişi yok dönüp başka partinin üyesi belediye başkanlarına aday ol diyorum. çıkıp deseydin ki pek sevdiğin o meşhur cümle ile: hodri meydan! ben başbakan olmak için feragat etmiştim hakkımdan ama artık bu feragatte bulunduğum masa yok, partimin doğal olarak adayı benim.

    meral akşener'in zamanlama konusunda hatalı olduğunu düşünüyorum. fikir beyan etme hakkı kadar fikir değiştirme hakkı da saklıdır. siyaset de başarılı manevralar mübahtır. siyaset yapmak da budur zaten. artık o masanın kurduğu siyaset sana uymayabilir. ama bugün mü?

    meral akşener'in kullandığı dilin yıkıcı olduğunu düşünüyorum. bu kabadayılıktan asla hoşlanmıyorum. döner masaya dersin ki arkadaşlar bu iş bana uymuyor. partimle görüştüm bu seçim bize uygun değil. biz yolumuza şu şu şu şekilde devam edeceğiz. bunu sizin çalışmanızı da yıkmayacak şekilde açıklayalım. en azından aylardır o masada ortak çalışmaya gönlü olmuş, her biri bir başka siyasi partinin liderine, bunca yazılan metnin ardında emeği olan parti yetkililerine, kalbi sıkışık aday kim diye bekleyip duran ve her bir yaptığınız şeyi takip eden umutlanan vatandaşa saygı bunu gerektirir.

    yaptığı ergenlik, küstüm oynamıyorumculuk, mızıkçılık ve bu minvalde daha bir sürü şey.

  • as bestas

    *** spoiler içerir.***

    muazzam (içeriği değil çekimi açısından muazzam) bir at yorma (anadolu'da yılkı atlarının evcilleştirilmesine böyle denir genellikle) sahnesi ile başlayan, yönetmenliğini rodrigo sorogoyen'in yaptığı ve ingilizce'ye the beasts olarak çevrilen filmdir.

    gerçek olaylardan esinlenilerek kaleme alınan filmde, fransız bir çiftin ispanya'nın galiçya bölgesinde kırsala yerleşmesi, zenofobi ile karşılaşması ve doğayla uyumlu yaşayıp terk edilmiş alanları rehabilite etme niyetinde, kendi başlarına ürettikleri ekolojik ürünleri pazarda satarak yaşamlarını sürdürmeye çalışırken rüzgar enerjisi çiftliği projesi ile ilgili çatışmalarının tırmanması ile olan biten anlatılmaktadır.

    film, kültürel farklılıklar göz önünde bulundurulacak olsa bile kırsala göçen kentliler için karşılaşabilecekleri pek çok zihniyet farklılığını ortaya koyuyor kanımca. istanbul'da doğup büyüyen ve kırsalda 5. yılını dolduran biri olarak filmde gördüğüm ve benzerlikler bulduğum bazı noktaları değerlendirmek istedim.

    bunlardan birisi köylülerin kendi aralarındaki iş tutma biçimleri.

    aslında filmdeki diyaloglarda da gördüğümüz şekilde, kenttekine nazaran sözlü anlaşmalara tabii iş yapmak bizler gibi her şeyi yazılı bulmak isteyen insanlar için zorlayıcı olabiliyor. kentte, nüfusun da fazla olmasıyla herkesi tanıma imkanımız yok, bu yazılı ve yasalarla düzenlenmiş taahhütlere olan ihtiyacımızın en basit gerekçesi olabilir. köyde ise hem tanışıklıklar ve yoğun akrabalık ilişkileri hem de yapılan işlerin basitliği nedeniyle söz gayet yeterli bir şey aslında. ama çoğu sorunun da "sözünü yerine getirmemekten" kaynaklandığını gördüm. yazılı anlaşmalarda bunun bir bedeli varken köyde dımdızlak ortada kalıp hiçbir işinizi halledemeyebilirsiniz. sözünü tutmamanın da pek bir ahlaki yaptırımı yok çünkü bir noktada işlerin yapılabilmesi için herkes birbirine mecbur. bir daha onla iş yapmam diyebileceğiniz kişiye birkaç ay sonra işiniz düşebilir. kırsala göçen bir kentliyseniz yolunacak kaz konumunda da olabilirsiniz. bunun sebebi insanların doğuştan kötü olması değil, yaşam koşulları nedeniyle kötü olmak zorunda kalması sanki. hatta bazen küçük çaplı bir servet aktarımı olarak göresim bile geliyor. yine de sosyal anlamda, eşitsizliği derinleştiren ve aynı mekanda olsak bile köylüler ve kentliler olarak kalmamıza neden olan bir durum. kilit nokta güven.

    bir diğeri ise yabanilik.

    bu ekolojist camiada övülür aslında. yabana dönme özlemi. ancak çoğumuz yabanı romantikleştirdiğimiz için doğalında barındırdığı şiddeti gözden kaçırabiliyoruz. yabana yakın yaşayan insan, hele ki doğup büyüdüğü yer burasıysa, yabani. bu hal, bir cümle önce söylediğim şiddeti de kapsıyor aslında. en büyük çatışmalarımızdan biri bu. köye ve köylüye sonsuz övgülerde bulunup bu yaşamı romantize ederken bunu barındırdığını kaçırıyor olabiliriz. köy insanı sadece eğitim düzeyinde farklılıklar olduğu için değil, mekanın ruhu nedeniyle de "medeni" değildir. silahı vardır, sözü serttir, vücudu kent insanın yaşam biçimi nedeniyle uysallaşan vücuduna göre şiddeti barındırır. ayrıca bir yaban hayvanı ile karşılaştığınızda gerçekten yaşamaya devam etmek istiyorsanız bu şiddete ihtiyacınız da vardır. köyde doğup büyüyen, köyün toprağından yiyen ve bu toprağa emek veren birinin baltayı vurduğu gibi vurmak çok zor mesela. (eşim doğma büyüme yaşadığım köyden bir orman işçisi, bunu en çok onda gözlemliyorum. aynı güçte, benzer kas yapısına sahip görünen arkadaşlarıma kıyasla baltaya uyguladığı şiddette dağlar kadar fark var) filmde de, bu fransız çiftin inatla sorunlarını konuşarak, düşüncelerini uzun uzadıya anlatarak çözme çabası karşısında köylülerin keskin ve şiddet içeren çözümlerini görüyoruz ki bu çeşitli biçimlerde tacizler olarak karşımıza çıkıyor. daha fazlası fazla spoiler olur.

    bu yabanilik ve şiddet konusunda tartışmayı derinleştirmek için iki okuma önerisi eklemek isterim:

    1) gary synder aşkımın özgürlüğün görgüsü isimli kitabı (sub yayınları). burada synder amcam vahşi, yaban, doğa kelimelerini inceler. değerlendirmelerini ingilizce üzerinden yapsa da türkçe için de kıymetli bir incelemedir.
    2) walter benjamin'in şiddetin eleştirisi üzerine isimli makalesi (metis yayınları, içinde şiddet üzerine başka yazarların makaleleri de vardır). bireyin şiddet gösterme iradesini devlet organizasyonuna teslim etmesinden de bahseden kaliteli bir sorgulama. bu makaleyi ne zaman okusam beni aslında köylünün henüz bu iradeyi bütünüyle teslim etmemiş olmasına vardırıyor. bir anarşist olarak bunu kimi yönleriyle olumlu da buluyorum.

    bu okumalar çerçevesinde filmi ve filmden yola çıkarak kategorize ettiğim kendi gözlemlerimi tekrar değerlendirdiğimde aslında "medeni" olan biz kentlilerin tam olarak bilmediğimiz şeylere dair eksik yorumlarının olduğu ile köylüler açısından insanla iletişim söz konusu olduğunda biraz daha az "vahşi" olunması gerektiği şeklinde iki düşünce arasında kalıyorum.

    son olarak istekler.

    başta dediğim gibi filmde çatışmanın başlangıcı bir rüzgar enerjisi meselesi. köylüler şirketin vereceği paranın peşindeyken kıra göçen kentli çift aslında bunun vereceği ekolojik zararların (evet temiz enerji diye satılsa da rüzgar enerjisinin de dezavantajları var, özellikle yönetmelikleri ve bilimsel araştırmaları bizim ülkemizdeki gibi yok sayan yerlerde) ve daha basit bir yaşamın peşinde. ben bunu kendi hayatımda şu örnekle yaşıyorum mesela: yaşadığım köyde evlenecek yaşta ya da nişanlı olan kızlar ilçede ya da şehir merkezinde bir daire, geleneklere göre yılbaşında hediye edilen hindinin ve balkabağının boynunda bile birer cumhuriyet altını, kilolarca başka altın vb. şeyler olmadan pek de yanaşmıyor evliliğe. buradaki en önemli nokta ise köyden çıkmak. çok az gelin köyde kalıyor. bense benzer yaşlarda tek başına köyde yaşayan bir kadın ve bir maden karşıtı aktivist olarak tek bir altını bile vücuduma değdirmeyi reddediyorum. çoğu kadının benle dalga geçtiği yorumları da oldu. ancak bir başka yerinden bakıldığında şöyle bir durum var, köyden şehre göçen kadınlar genellikle şehre gittiklerinde geçimin zorlaşmasıyla da çalışma biçimlerini değiştirmek zorunda kalıyor. yaşadığım köylerde kadınlar kendilerine ait tarlalarda, kendi istedikleri düzende, kendi istediklerini ekerek ve köyün tüm kamusal alanlarını aktif bir şekilde kullanarak üretim yapma olanağına sahipler. şehre gittiklerinde temizlik, apartman görevliliği, garsonluk vb. işlerde çalışıp belirli bir saat düzeni içerisinde, ülkenin bu şartlarında bile hala burada kazandıklarından çok daha az ücrete ve sosyal olarak eve kapanarak yaşıyorlar. bu biraz detaylı bir spoiler olacak ama projeye karşı çıkan kişi köylüye peki bu alacağınız para ile ne yapacaksınız dediğinde de benzer bir cevap geliyor: annesini temiz bir eve yerleştirip bir araba alıp taksicilik yapmaktan bahsediyor. gerçekten de yine deneyen ama vazgeçmemiş biri olarak söylüyorum, köyde üretim yapmak zor. neyden bıktıklarını anlamak bir sezon üretim yapınca anlaşılması çok da zor bir şey değil. kentli kişi köyde canlandırılabilecek ve görece daha doğa ile uyumlu seçeneklerle kalkınma sağlamanın mümkün olduğundan bahsediyor. her iki tarafında birbirlerini anlamadan anlamış gibi yaptığı oldukça iyi bir diyalog bu.

    film bir nevi gerilim filmi olsa ve ana hikaye başka eksenlerde devam etse de bu ve benzeri okumaları yapmak için bereketli. işte böyle.

    sevgiler.

  • toplumsal ekoloji nedir?

    toplumsal ekoloji, anarşist kuramcı peter kropotkin'in fikirlerinden etkilenen murray bookchin'in çalışmaları ve fikirleri doğrultusunda gelişmiş radikal ekoloji yaklaşımıdır. ekolojik sorunların temelinde toplumsal sorunların olduğu fikrine dayanan toplumsal ekolojiye göre bu sorunların kökeni, toplumun hiyerarşik örgütlenme şeklinde, insanın insan üzerindeki ve insan dışı doğayı hâkimiyet nesnesi olarak ele almasıyla doğa üzerindeki tahakkümünde aranabilir. devletin otoritesi karşısında ulus-devlet yapılanmalarının yerine toplumsal ve özgürlükçü bir örgütlenme şeklinin benimsenmesi gerektiğini savunan bookchin, daha sonradan ayrı bir siyaset kuramı olarak nitelendirdiği komünalizmin gelişmesine katkıda bulunmuştur. bookchin'in komünalist kuramı anarşizm, marksizm ve sendikacılığın faydalı yönlerini aldığı özgürlükçü yerel yönetimciliğe dayanmaktadır. bookchin çalışmalarının erken dönemlerinde kendini ve kuramını anarşist olarak tanımlar. ekolojik bir toplumu inşa edebilmek için gerekli temellere en uygun kuramın anarşizm olduğu kanısındadır. komünalizmi ayrı bir kuram olarak detaylandırdıktan sonra, kendini liberter sosyalist olarak yeniden tanımlamış ve anarşizmi de eleştirmiştir. bu nedenle toplumsal ekolojiyi eko-anarşist bir perspektif olarak değerlendirirken beraberinde bu değişim de dikkate alınmalıdır.

    toplumsal ekoloji toplumu yeniden kurma idealinin oldukça radikal bir şekilde gerçekleştirilmesi gerektiğini savunur. derin ekoloji gibi taoizm ve budizm'den etkilenmiş ve bireyin aynı zamanda ruhani bir farkındalık kazanması gerektiğini savunan diğer düşüncelerin eleştirisini yapar ve bu dönüşümün en önemli ayağının siyasal ve toplumsal yapıda olması gerektiğini söyler. gerçek savaş alanın toplumsal olduğunu ve mücadelenin en önemli ayağının kapitalizm ve kapitalist devletler olduğunu söyleyen bookchin, ekolojik ve toplumsal sorunları birbirinden ayrı ele alırsak bunlara sebep olan topluma nüfus etmiş hiyerarşik zihniyet ve sınıf ilişkilerinin farkına varamayacağımız kanısındadır. bu ilişkilerin neden temel sebep olarak görüldüğünü kavrayabilmek için toplumsal ekolojinin doğayı nasıl tanımladığını ve diğer bakış açılarından ne noktada ayrıldığını anlamak gerekir.

    toplumsal ekoloji doğayı tanımlarken tamamen doğa-merkezci ya da tamamen insan-merkezci bir bakış açısından kaçınır. kendi bakış açısını, eleştirel biçimde diğer bakış açılarının hangi yönleri sebebiyle insan-merkezci ya da doğa-merkezci oldukları üzerinden de tanımlar. doğa-merkezci olan görüşleri, toplumu eleştirirken insanı insan dışı doğadan ayrı ele alarak misantropiye gidebilen bir düşünce pratiği olarak nitelendirir. ekolojik sorunların temelinde toplumsal sorunların yattığını savunduğu için tamamen doğa-merkezci düşünmenin sorunu çözemeyeceğini iddia eder. çevrecilik ve ekoloji kavramlarını birbirinden ayrı tutan bookchin, çevre korumacılık fikirlerinin de doğayı yeterince ele aldığını düşünmez ve insan-merkezcilik eleştirisini getirir. çevre korumacı fikirlerin temelinde doğanın insan için kaynak olarak ele alındığını, doğayı insan kullanımı için daha iyi hale getirerek koruma fikrinden hareket edildiğini, bu nedenle ekolojik bütünlük fikrine uymadığını savunur.

    toplumsal ekolojiye göre insan doğanın "ayrı" değerlendirilemez ve "üstün" tutulamaz bir parçasıdır. bu düşüncenin temelinde esas olarak evrim teorisine sıkı sıkıya bağlılık yatar. ekosistemin her bir parçasının birbirini tamamlayıcı ve biri diğerine hâkim olmayan karşılıklı bağımlılığa dayalı bir ilişki sistemi vardır. insan bu parçalardan akıl ve irade farklıyla kendi evrimsel süreci içerisinde ikinci bir doğa yaratmıştır. toplumsal ekoloji toplumu "ekolojik" bir şekilde yeniden kurmaya yönelik fikirlerini açıklarken birinci doğa ile ikinci doğa içerisindeki uyuma ve ilişkilere dikkat çeker. bookchin'e göre toplumsal ekolojiye duyulan ihtiyaç da buradan kaynaklanır.

    toplumsal ekoloji doğadaki ilişkileri karşılıklı bağımlılıklar ağı etrafında bütüncü bir perspektifle ele alarak bir topluluğu anlamlı kılan modelleri anlamaya çalışır. bütüncülük parçalar arasındaki ilişkilerin nasıl düzenlendiğini, parçaların bütünü toplamından fazlası kıldığını anlamaya yönelik çaba sarf etmeyi hedeflemektedir. toplumsal ekolojinin yine bütüncülük bağlamında, doğa algısıyla ilgili değerlendirilebilecek bir diğer önemli noktası doğayı sadece insan dışı doğa olarak değil, evrimi de içeren bir gelişim süreci olarak almasıdır. insanın bu gelişim sürecinde ekosistemin dışında yabancı bir varlık olmadığını bütüncü bir bakış açısıyla bookchin bunu şöyle anlatır:

    "biz, gerçek anlamda, bizden önce var olmuş olan her şeyiz. dolayısıyla, en nihayetinde bugün olduğumuzdan çok daha fazlası olabiliriz. şaşırtıcı bir şekilde, doğal ve toplumsal evrim boyunca yaşam formlarının evriminde çok az şey kaybolmuştur. bu durum, embriyonik gelişimimizin kanıtladığı üzere kendi vücutlarımızın evrimi için de geçerlidir. evrim tam da kendi varlığımızın doğasının parçaları olarak içimizde (çevremizde) yer alır."

    ayrımını yaptığı insanlığın ikinci doğasının birinci doğadan hiçbir zaman uzaklaşmadığını, bunun evrim sürecine uygun olarak devam eden bir gelişim süreci olduğunu ortaya koyar. bununla beraber, bookchin, diğer yaklaşımların medeniyet eleştirisinde de sıkça karşılaştığımız doğadan kopmuş olma halini hiyerarşik ilişkilere ve bizim de doğayı tanımlarken aynı insani tanımları kullanıyor oluşumuza bağlar.

    özgürlüğün ekolojisi isimli kitabında, kent sosyolojisi üzerine çalışan chicago okulu (bkz: chicago okulu) örneği üzerinden indirgemeci yaklaşımı her iki yönüyle de eleştirir. bir yandan insan dışı doğadaki ilişkileri insana yönelik terimlerle tanımlıyor olmak, diğer yandan da insan dışı doğada olduğunu varsaydığımız davranışları tanımlayarak bu terimleri tekrardan toplumu analiz etmek için kullanmak insan dışı doğa, toplum ve ikisi arasındaki tamamlayıcı ilişkiyi açıklamakta yetersiz ve hatalıdır. toplumdaki hiyerarşik yapıya benzer bir hiyerarşi kurma yöntemiyle yapılan bu sınıflandırmaların ekolojik bakış açısına ve çeşitlilik içerisindeki birlik ilkesine uygun olmadığını öne sürer. bookchin'e göre "ekolojik bakış açısını eşsiz derece özgürleştirici kılan en temel şey, onun geleneksel hiyerarşi anlayışlarına meydan okumasıdır." bir ilişkiler bütünü olarak ele alınan ekolojinin hiyerarşik bir hâkimiyet sistemi olmaktan ziyade, yatay düzeyde karşılıklı bağımlılık ilkesiyle doğadaki çeşitliliği birbirine bağladığını belirtir.

    bu düşünce, bookchin'in doğayı nasıl anlamlandırdığının, toplumun yeniden inşa edilmesine yönelik fikirlerini de doğrudan etkilediğini ve ikisinin birbirini tamamlayıcı nitelikte olduğunu gösterir. tıpkı doğadaki çeşitliliğin karşılıklı bağımlılık ilkesi doğrultusunda birbirini tamamladığı gibi, ekolojik bir toplum kurabilmek için bir bütünün çeşitli parçaları olarak benzer şekilde ikinci doğayı yeniden düzenlememiz gerekir. komünalist projenin temelinde ulus-devlet yapılanmalarına karşı böyle bir ekolojik toplum oluşturma fikri yatar.

    toplumsal ekolojinin bu bütüncü anlayışı, insanın doğayı anlayamayacağını ve "doğanın zorunlu olarak en doğrusunu bilme durumunun" olduğunu düşüncesine karşı çıkar. insanın akıl ve irade özelliklerinin ayırt edici olduğunu kabul eden bookchin, bununla beraber, bilimin doğanın tüm işleyişine hâkim olduğu fikrini yanılgı olarak görmektedir. doğa-merkezci yaklaşımların temelini oluşturan doğanın insana üstün olduğu fikrine karşılık doğanın bir parçası olma durumunu da öne sürerek bir başka ilkeyi ortaya koyar:

    "bilimin bu engin inorganik ve organik ilişkiler yumağının tüm detaylarına hâkim olduğunu varsaymak kibirliliğin ötesinde, büsbütün budalalıktır. çeşitlilik içinde birlik ekolojinin başlıca ilkelerinden birini oluşturuyorsa, tek bir dönüm toprakta var olan bitki ve hayvan yaşamının zenginliği bizi başka bir temel ekolojik ilkeye götürür: ileri derecedeki bir doğal kendiliğindenliğe izin verme gereksinimi. yaşam formlarının bu karışık, zengin bir şekilde dokunmuş ve sürekli olarak değişen doğal kaleydoskopu hakkındaki bilgimizin, bize biyosferi keyfimizce yönlendirmemize izin veren bir "üstünlük" sağladığını varsaymak büsbütün akılsızlıktır… "doğa ile birlikte çalışmak", doğal olguların kendiliğinden gelişiminden doğan biyotik çeşitliliği teşvik etmemizi gerektirir. kendimizi insan kavrayışının ve müdahalesinin ötesinde olan mistik bir "doğa" ya, insandan korku ve itaat talep eden bir doğaya teslim etmemiz gerektiğini kastetmiyorum."

    bu sözlerin üzerine toplumsal ekolojinin temel hedefinin mantığını charles elton'un gözlemiyle özetler "dünyanın geleceğinin yönlendirilmesi gerekir, fakat bu yönetme işi bir satranç oyunu gibi olmayacaktır –daha çok bir tekneyi idare etmek gibi olacaktır." bookchin bu gereklilik karşısında, izole olarak kendine yeten, kendini idare eden toplulukları dar görüşlü olarak görür. toplumdaki çeşitliliğin, rasyonel bir toplum hedefi çerçevesinde bu yönetimi gerçekleştirebilmek üzere bir arada olması gerektiğini savunur. çok uluslu şirketler ve devlet ilişkisinin güçlü bir iktidar ve otorite kaynağı olduğu hiyerarşik toplumsal yapının ekolojik bir düzlemde değişebilmesi için özgürlükçü yerel yönetimler şeklinde örgütlenmiş konfederal eko-topluluklar fikrini ortaya atar.

    bookchin'e göre kendimizi gerçekleştirmemize imkan sağlayacak olan ekolojik toplum sadece insan türüne özgü olan akıl, düşünce ve diyaloğun kurallarına göre şekillendirilmelidir. bunun gerçekleşmesi için toplumsal ekolojinin düşüncelerini etraflıca içerecek şekilde farklı bir siyasal kategori olarak komünalizmi öne sürer. başta komünalizmi anarşizmin demokratik bir boyutu olarak nitelendirirken, ileriki düşüncelerinde ayrı bir siyasal ideoloji olarak ele alır ve bunun üzerinden komünalist projeyi açıklar. bookchin'e göre bir ideoloji olarak komünalizmde anarşizmin rasyonalizm karşıtlığı ve bireyselliği, marksizm'in otoriterciliği yoktur. kendine sınırlandırılmış bir eylem alanı veya bir odak noktası benimsemez. komünalizm, özerk yerel toplulukların bir federasyon altında birbirine bağlandığı bir yönetim sistemi ya da teorisidir.

    bookchin'in komünalist projesinde topluluklar aldıkları kararlarda özerk olmalarıyla birlikte konfederal yapıya sıkı sıkıya bağlıdır. toplulukların temel hedefi böyle bir yapılanma altında meclisleriyle birlikte bir araya gelerek devlete ve iktidarın meşruiyetine meydan okuyacak özgürlükçü sivil bir yönetim biçiminin kurumlarını oluşturmaktır. bu noktada komünalizmin somut programında özgürlükçü yerel yönetimcilik yer almaktadır. ortak yaşam biçimini demokrasi olarak belirleyen komünalizme göre toplumun sadece siyasal değil, iktisadi yapısının da yerel yönetimleştirilmesi, toplumun tamamının çıkarlarını sağlamak üzere kapitalist ve hiyerarşik toplumun bütünlüklü olarak eleştirilmesi gerekmektedir. bu toplumda bireyler eşit oldukları ve doğrudan demokrasi olan halk meclislerinde özel kimliklerinden arınmış bir şekilde en öncelikli kaygısı toplumun genel çıkarları olan yurttaşlar olarak var olmalıdır. burada bookchin yine konfederal yapılanmayla birlikte gelen ve iktidarın meşruiyeti karşısında güçlü bir rakip olacak olan sivil yönetimin ulus-devlet yapılanmasını değiştirmesi gerektiğine yurttaşlık üzerinden vurgu yapar. bookchin'in komünalizmine göre yurttaş farklı bir anlam taşımaktadır. yerel yönetimlerdeki halk meclisleri bu yeni yurttaşların idare işlerinin yönetilmesi konusunda eğitilmesini sağlayan alanlar olmalıdır. iyi yaşam ve insani ihtiyaçlarla tanımlanan bir etiğe sahip olan bu meclislerde insan dayanışmasının temel alınması tek bir sınıfın çıkarlarını gözeten düşüncelerin aksine tüm toplumun kimliklerinden arınmış bir şekilde ortak fayda sağlayacağı merkezler haline gelecektir. iktisadi olarak da bu etiğe dayanan ve iktisadi işleri de ortak kararlara bırakan bu yaklaşımın büyük ütopyacıların ve marksistlerin umdukları evrensel bilinçlilik ve akılcılık durumuna ulaştıracağını düşünen bookchin bu düşüncesini şu sözlerle tamamlar:

    "bu da insanlığın maddi çıkar yerine aklı cisimleştiren ve kıtlık ve maddi yoksunluk ahlakının dayattığı sade yaşama dayalı bir ahenk yerine maddi açıdan kıtlığın söz konusu olmadığı bir durumu sağlayan bir tür olarak kendini gerçekleştirmenin yolunu açacaktır."

    bookchin'e yöneltilen eleştiriler de yine derin ekoloji üzerinden olmuştur. toplumun yeniden inşa edilmesinin ekolojik sorunların çözümünde ve ekolojik bir toplumun var oluşunda başlangıç noktası olarak kabul edilmesi insan-merkezci bir yaklaşım olarak eleştirilmiştir. derin ekolojiye olan eleştirilerindeki üslubu ve kendi teorisini toplama mal etme hali rahatsızlık getirmiş, tepkiyle karşılanmıştır. bununla beraber kendini anarşizmin dışında tutmaya karar vermiş olsa da hem literatürde hem de çalışmalarında anarşist bir perspektife sahip olduğunu söylemek mümkündür.

    kaynaklar:
    1) andrew dobson, ekolojizm, yeni insan yayınevi, 2016
    2) murray bookchin, toplumsal ekoloji ve komünalizm, sümer yayıncılık, 2013
    3) murray bookchin, özgürlüğün ekolojisi, sümer yayıncılık, 2015
    4) murray bookchin, toplumu yeniden kurmak, sümer yayıncılık, 2013

  • derin ekoloji nedir?

    derin ekoloji, norveçli filozof arne naess'in 1972 yılında yapılan üçüncü dünyanın geleceği konferansında derin ekoloji-sığ ekoloji ayrımı yapmasıyla ortaya konmuştur. arne naess 1973 yılında yayınlanan "the shallow and the deep, long-range ecology movements: a summary" isimli makalesinde derin ve sığ ekolojiler arasında farklılıkları ortaya koyarak derin ekolojinin ilkelerini belirlemiştir. derin ekoloji alanında arne naess'in yanı sıra bill devall, gary synder ve george sessions'ın çalışmaları vardır. ortak çalışmaları da bulunan bu isimler derin ekolojinin ve "ekosofilerin" gelişimine önemli katkıda bulunmuştur.

    derin ekoloji ve sığ ekoloji ayrımı, esas itibariyle insan-merkezcilik ve eko-merkezcilik üzerinden yapılmaktadır. ekolojizmin gelişimine de felsefi temellerinin oluşturulmasında önemli katkı sağlamış olan derin ekolojinin sığ ekoloji tanımı şöyledir:

    sığ ekoloji olarak adlandırılan çevre korumacı hareketler insan-merkezcidir. doğayı insan için kaynak olarak görürler ve esas üzerinde durdukları nokta kaynakların tükenmesine ve kirliliğe karşı mücadele etmektedirler. doğadaki çeşitlilik insan için değerli bir kaynaktır. bitki çeşitliliği insan için önemli olan tarım ve ilaçlarda kullanıldığı için değerlidir. nüfustaki artış ekolojik dengeyi tehlikeye sokmaktadır ve eğer kirlilik bu nedenle ekonomik büyümeyi engelliyorsa durdurulmalıdır. insanlar yaşam standartlarında bir gerilemeye razı olamazlar. doğa bir kaynak olduğundan, doğaya verilen zarar bu kaynakların medeniyetin gelişimine olan katkısını engelliyorsa bu konuda mücadele etmek gerekmektedir. bunun yanında sığ ekolojinin doğa algısında "vahşi doğa" zalimdir ve bu "doğaldır". ancak bu mücadele, ileri sanayi toplumlarındaki kurumsallaşmış dünya görüşüne meydan okuma konusunda başarısız olmuştur.

    derin ekoloji ise eko-merkezci bir yaklaşımdır. sığ ekoloji karşısında konumlanan derin ekolojiye göre insan ve doğa ayrımı yoktur. doğanın insanın ihtiyaçlarından bağımsız kendine has bir değeri vardır. insan da doğanın ve doğanın sahip olduğu bu değerin bir parçasıdır. derin ekolojiye göre insan olmayan doğa da ahlakın bir parçasıdır ve insan olmayan dünyanın iyiliğinin de gözetilmesi gerekir. biyoçeşitliliğin korunması ve doğayla uyum içerisinde yaşam doğanın yararınadır. budizm ve taoizm'deki birlik ve bütünlük anlayışına benzer bir doğa algısı mevcuttur. doğada karşılıklı bağımlılık vardır, bununla beraber sonsuz bağlantı içerisindeki olgular ağından bahsedilmektedir. gaia bu olgular ağıdır, tüm yaşam biçimleri ve ekosferdir. bu anlayışın yayılabilmesi için bireyin ve toplumun derin değişikler yaşaması gerektiğine inanılır. bu anlamda derin ekoloji diğer perspektiflere göre daha manevi bir çizgiyi de benimsemektedir.

    derin ekolojinin, derin ekoloji yanlısı olan herkesin kabul ettiği varsayılan ilkeleri vardır. naess ve sessions'ın ortak çalışmaları üzerine şekillendirilmiştir. derin ekoloji anlayışına göre temellendirilen bu sekiz ilke bir platformdur ve derin ekolojinin manifestosu olarak nitelendirilebilir. derin ekolojinin sekiz ilkesi şöyle özetlenebilir:

    1. yeryüzündeki insanların ve insan olmayan hayatın iyi olması, gelişmesi kendinden içsel bir değere sahiptir. bu değerler, insanın amaçları için yararlı olmaktan bağımsızdır.
    2. yaşam formlarının çeşitliliği ve zenginliği kendi içinde değerlidir. bu çeşitlilik ve zenginlik değerlerin gerçekleştirilmesine katkıda bulunur.
    3. yaşamsal ihtiyaçları dışında insanların bu zenginliğe ve çeşitliliğe müdahale etmeye, bunları azaltmaya hakkı yoktur.
    4. insan olmayan hayatın gelişmesi için daha az bir insan nüfusu gerekmektedir. aynı zamanda insan hayatının ve kültürünün de gelişimi nüfusun ciddi anlamda azaltılmasıyla mümkün olabilir.
    5. halihazırda, insanın insan olmayan doğaya müdahalesi aşırı düzeydedir ve gittikçe kötüleşmektedir.
    6. politikalar değişmelidir. değişen politikalar ekonomik, ideolojik ve teknolojik yapıları etkileyecektir. bu değişikliğin sonuçları mevcut durumdan derin bir şekilde farklı olacaktır.
    7. ideolojik değişiklikler gittikçe yükselen bir hayat standardı için değildir. hayatın niteliğini arttırmak, kendi içsel değeri olan konumlarda olmak yönünde olacaktır. büyüklük ile yücelik arasındaki farka ilişkin derin bir bilinç oluşacaktır.
    8. yukarıdaki ifadelere katılanlar gerekli değişiklikleri gerçekleştirmek üzere doğrudan ya da dolaylı olarak yükümlüdür.

    bu ilkelerin farklı şekillerde ifadeleri mümkündür. ancak bir ya da birkaçını reddedenler derin ekoloji yanlısı sayılmazlar. farklı felsefi görüşler, dinler, geleneklere dayandırılarak da ifade edilmeleri mümkündür. bu noktada derin ekolojide ekosofilerden bahsetmek gerekmektedir.
    derin ekoloji, bilimsel bilgiden başka bir şeyi temsil etmektedir. bilimsel araştırmalara dayalı normatif bir perspektif değildir. bu nedenle eko-"lojik" olmaktansa eko-"felsefi"dir. bilen biri olmaktansa bilgeliği ön plana çıkarmaktadır. bu farklılığı bir felsefi tartışma içerisinde değerlendirmek gerekirse platon'un felsefesindeki sofist-filozof ayrımı ve gerçek filozofun yüceltilmesi, asıl bilge olmasına benzetmek mümkündür. ekosofiler bu ilkeler üzerinden ifade edilen kişisel sistemler ve kişisel felsefeler olarak ortaya çıkmaktadır. ekosofiler ekolojik uyumun ve dengenin felsefesidir. aynı zamanda derin ekolojinin kendisi de bir ekosofidir. bu durum derin ekolojinin çoğulcu bir perspektif olduğunun göstergesidir.

    naess'e göre, farklı din ve felsefelerde var olan ve derin ekolojinin de temeli olan, başka ilkelerden çıkarsanamayan ancak onlara kaynaklık edebilecek olan nihai ilkeler vardır. her ekosofide farklı nihai ilkelerden beslenmiş olabilir. naess'in kendi ekosofisinin adı "ekosofi t" spinoza ve budizmden etkilenmiştir. nihai ilkeleri insanın ve insan olmayan türlerin kendi doğal tarzlarına göre yaşama ve potansiyellerini geliştirme iradesini ifade eden "kendini gerçekleştirme ilkesi" ve bunların hayat formlarının içsel bir değere ve kendini gerçekleştirme düzeyinde eşitliğe sahip olmalarına işaret eden "biyosferik eşitlik ilkesidir". bu ilkeler aynı zamanda derin ekolojinin de nihai ilkeleridir.

    derin ekolojinin toplumu değiştirmeye yönelik sınırları ve yöntemleri belirlenmiş bir projesinin olduğu söylenemez. kendini gerçekleştirmeyi temel alan, maneviyata yönelik bir düşünceye sahiptir. bireyin bilinçli olarak yaşam tarzını değiştirmesi tamamen siyasi bir eylemdir. bu nedenle bu değişimi yaşayan bireylerin sayısı arttıkça toplumun da değişeceğini ön görür. bireyin doğanın bir parçası olduğuna dair bilinçle, sevgi ve barış içerisinde değerlerini, yaşam tarzını ve düşüncesini kendini gerçekleştirmesi gerekir.

    tanımlı bir programı olmaması ve birey temelli bir dönüşümü hedeflemesi taoizm ve budizm'e dayanan köklerinin de etkisini göstermektedir. modernite karşıtlığı ve hümanizm eleştirisi nedeniyle insan karşıtı potansiyeli olduğuna dair eleştirilmiştir. bununla beraber bireyin doğanın bir parçası olarak kendini gerçekleştirmesine dayalı olan bu düşünce anarşizmin manevi yönüne dair çok fazla öge içermektedir.

    kaynaklar:
    1) naess & sessions, basic principles of deep ecology, 1984
    2) tuncay önder, ekoloji, toplum ve siyaset, odak yayın evi, 2003
    3) andrew dobson, ekolojizm, yeni insan yayınevi, 2016

  • beste yapmak ne demektir?

    beste yapmak konusunda düşünenlere john zerzan'ın gelecekteki ilkel (kaos yayınları, 2013) kitabının 7. bölümü olan tonalite ve totalite'yi (s.145) ısrarla öneririm. kitabın tamamını elbette öneririm. beste gerçekten senin besten mi, paylaştığın hisler gerçekten kağıda döktüğün notalara sığıyor mu bir düşünmek lazım. duyduğunu bu kalıplar dışında ifade edebilir misin sorusu aklın bir köşesinde, beste yapmak niyetinde olanlar için bu bölüm üzerine düşünmek ufuk açıcı olacaktır diye düşünmekteyim.

    bölümün son paragrafından alıntı:
    "tıpkı dil gibi, tonalite de tarihsel olarak özgürlük karşıtı oluşuyla karakterize olmuştur. bizi tonal yapan toplumdur; tahakkümün tüm gramerlerinin aşılması ise, ancak böylesi bir toplumun bertaraf edilmesiyle mümkün olacaktır. "

    kitabın bu bölümünü okurken dinlenebilecek önerim:
    estas tonne - internal flight

  • !basiretsiz muhalefet

    2023 yılının ilk günlerinde tek tavsiyem 23 kasım 2016 tarihinde oynanan beşiktaş - benfica maçını izlemesi gerektiği olan insanlar topluluğu. beşiktaş maçı ikinci yarıda 3-0'dan 3-3'e getirerek berabere bitirmişti.

    antidepresanların, alkollerin bir şey bir şeylerin kucağında, fanatik beşiktaşlı bir arkadaşımla birlikte kadıköy'de bir kahvede izlediğim bu maçta, maç arası arkadaşıma çekinerek n'aber? dediğimde aldığım efsanevi cevap olan "bir takım bir yarıda üç gol atabiliyorsa onunla eşleşecek kapasitede olan diğer takımda aynısını yapabilir" cümlesi hayatımın dönüm noktalarından biridir ki maç da bu sonuçla bitmiştir. beşiktaşlı olduğum gündür.

    mesela bir altılı masa toplantısında yemek eşliğinde izleyebilirler bence. nasıl olsa oturup oturup kalkıyorlar bari azıcık oyun görsünler. (elbette muhalefet onlardan ibaret değil ama yine de kazanmak isteyen her muhalife de öneririm bu maçı)

    ayrıca nedir bu kazanmak utanılacak bir şeymiş gibi ahlakçı haller yahu?!

« / 2