• *** spoiler içerir.***

    muazzam (içeriği değil çekimi açısından muazzam) bir at yorma (anadolu'da yılkı atlarının evcilleştirilmesine böyle denir genellikle) sahnesi ile başlayan, yönetmenliğini rodrigo sorogoyen'in yaptığı ve ingilizce'ye the beasts olarak çevrilen filmdir.

    gerçek olaylardan esinlenilerek kaleme alınan filmde, fransız bir çiftin ispanya'nın galiçya bölgesinde kırsala yerleşmesi, zenofobi ile karşılaşması ve doğayla uyumlu yaşayıp terk edilmiş alanları rehabilite etme niyetinde, kendi başlarına ürettikleri ekolojik ürünleri pazarda satarak yaşamlarını sürdürmeye çalışırken rüzgar enerjisi çiftliği projesi ile ilgili çatışmalarının tırmanması ile olan biten anlatılmaktadır.

    film, kültürel farklılıklar göz önünde bulundurulacak olsa bile kırsala göçen kentliler için karşılaşabilecekleri pek çok zihniyet farklılığını ortaya koyuyor kanımca. istanbul'da doğup büyüyen ve kırsalda 5. yılını dolduran biri olarak filmde gördüğüm ve benzerlikler bulduğum bazı noktaları değerlendirmek istedim.

    bunlardan birisi köylülerin kendi aralarındaki iş tutma biçimleri.

    aslında filmdeki diyaloglarda da gördüğümüz şekilde, kenttekine nazaran sözlü anlaşmalara tabii iş yapmak bizler gibi her şeyi yazılı bulmak isteyen insanlar için zorlayıcı olabiliyor. kentte, nüfusun da fazla olmasıyla herkesi tanıma imkanımız yok, bu yazılı ve yasalarla düzenlenmiş taahhütlere olan ihtiyacımızın en basit gerekçesi olabilir. köyde ise hem tanışıklıklar ve yoğun akrabalık ilişkileri hem de yapılan işlerin basitliği nedeniyle söz gayet yeterli bir şey aslında. ama çoğu sorunun da "sözünü yerine getirmemekten" kaynaklandığını gördüm. yazılı anlaşmalarda bunun bir bedeli varken köyde dımdızlak ortada kalıp hiçbir işinizi halledemeyebilirsiniz. sözünü tutmamanın da pek bir ahlaki yaptırımı yok çünkü bir noktada işlerin yapılabilmesi için herkes birbirine mecbur. bir daha onla iş yapmam diyebileceğiniz kişiye birkaç ay sonra işiniz düşebilir. kırsala göçen bir kentliyseniz yolunacak kaz konumunda da olabilirsiniz. bunun sebebi insanların doğuştan kötü olması değil, yaşam koşulları nedeniyle kötü olmak zorunda kalması sanki. hatta bazen küçük çaplı bir servet aktarımı olarak göresim bile geliyor. yine de sosyal anlamda, eşitsizliği derinleştiren ve aynı mekanda olsak bile köylüler ve kentliler olarak kalmamıza neden olan bir durum. kilit nokta güven.

    bir diğeri ise yabanilik.

    bu ekolojist camiada övülür aslında. yabana dönme özlemi. ancak çoğumuz yabanı romantikleştirdiğimiz için doğalında barındırdığı şiddeti gözden kaçırabiliyoruz. yabana yakın yaşayan insan, hele ki doğup büyüdüğü yer burasıysa, yabani. bu hal, bir cümle önce söylediğim şiddeti de kapsıyor aslında. en büyük çatışmalarımızdan biri bu. köye ve köylüye sonsuz övgülerde bulunup bu yaşamı romantize ederken bunu barındırdığını kaçırıyor olabiliriz. köy insanı sadece eğitim düzeyinde farklılıklar olduğu için değil, mekanın ruhu nedeniyle de "medeni" değildir. silahı vardır, sözü serttir, vücudu kent insanın yaşam biçimi nedeniyle uysallaşan vücuduna göre şiddeti barındırır. ayrıca bir yaban hayvanı ile karşılaştığınızda gerçekten yaşamaya devam etmek istiyorsanız bu şiddete ihtiyacınız da vardır. köyde doğup büyüyen, köyün toprağından yiyen ve bu toprağa emek veren birinin baltayı vurduğu gibi vurmak çok zor mesela. (eşim doğma büyüme yaşadığım köyden bir orman işçisi, bunu en çok onda gözlemliyorum. aynı güçte, benzer kas yapısına sahip görünen arkadaşlarıma kıyasla baltaya uyguladığı şiddette dağlar kadar fark var) filmde de, bu fransız çiftin inatla sorunlarını konuşarak, düşüncelerini uzun uzadıya anlatarak çözme çabası karşısında köylülerin keskin ve şiddet içeren çözümlerini görüyoruz ki bu çeşitli biçimlerde tacizler olarak karşımıza çıkıyor. daha fazlası fazla spoiler olur.

    bu yabanilik ve şiddet konusunda tartışmayı derinleştirmek için iki okuma önerisi eklemek isterim:

    1) gary synder aşkımın özgürlüğün görgüsü isimli kitabı (sub yayınları). burada synder amcam vahşi, yaban, doğa kelimelerini inceler. değerlendirmelerini ingilizce üzerinden yapsa da türkçe için de kıymetli bir incelemedir.
    2) walter benjamin'in şiddetin eleştirisi üzerine isimli makalesi (metis yayınları, içinde şiddet üzerine başka yazarların makaleleri de vardır). bireyin şiddet gösterme iradesini devlet organizasyonuna teslim etmesinden de bahseden kaliteli bir sorgulama. bu makaleyi ne zaman okusam beni aslında köylünün henüz bu iradeyi bütünüyle teslim etmemiş olmasına vardırıyor. bir anarşist olarak bunu kimi yönleriyle olumlu da buluyorum.

    bu okumalar çerçevesinde filmi ve filmden yola çıkarak kategorize ettiğim kendi gözlemlerimi tekrar değerlendirdiğimde aslında "medeni" olan biz kentlilerin tam olarak bilmediğimiz şeylere dair eksik yorumlarının olduğu ile köylüler açısından insanla iletişim söz konusu olduğunda biraz daha az "vahşi" olunması gerektiği şeklinde iki düşünce arasında kalıyorum.

    son olarak istekler.

    başta dediğim gibi filmde çatışmanın başlangıcı bir rüzgar enerjisi meselesi. köylüler şirketin vereceği paranın peşindeyken kıra göçen kentli çift aslında bunun vereceği ekolojik zararların (evet temiz enerji diye satılsa da rüzgar enerjisinin de dezavantajları var, özellikle yönetmelikleri ve bilimsel araştırmaları bizim ülkemizdeki gibi yok sayan yerlerde) ve daha basit bir yaşamın peşinde. ben bunu kendi hayatımda şu örnekle yaşıyorum mesela: yaşadığım köyde evlenecek yaşta ya da nişanlı olan kızlar ilçede ya da şehir merkezinde bir daire, geleneklere göre yılbaşında hediye edilen hindinin ve balkabağının boynunda bile birer cumhuriyet altını, kilolarca başka altın vb. şeyler olmadan pek de yanaşmıyor evliliğe. buradaki en önemli nokta ise köyden çıkmak. çok az gelin köyde kalıyor. bense benzer yaşlarda tek başına köyde yaşayan bir kadın ve bir maden karşıtı aktivist olarak tek bir altını bile vücuduma değdirmeyi reddediyorum. çoğu kadının benle dalga geçtiği yorumları da oldu. ancak bir başka yerinden bakıldığında şöyle bir durum var, köyden şehre göçen kadınlar genellikle şehre gittiklerinde geçimin zorlaşmasıyla da çalışma biçimlerini değiştirmek zorunda kalıyor. yaşadığım köylerde kadınlar kendilerine ait tarlalarda, kendi istedikleri düzende, kendi istediklerini ekerek ve köyün tüm kamusal alanlarını aktif bir şekilde kullanarak üretim yapma olanağına sahipler. şehre gittiklerinde temizlik, apartman görevliliği, garsonluk vb. işlerde çalışıp belirli bir saat düzeni içerisinde, ülkenin bu şartlarında bile hala burada kazandıklarından çok daha az ücrete ve sosyal olarak eve kapanarak yaşıyorlar. bu biraz detaylı bir spoiler olacak ama projeye karşı çıkan kişi köylüye peki bu alacağınız para ile ne yapacaksınız dediğinde de benzer bir cevap geliyor: annesini temiz bir eve yerleştirip bir araba alıp taksicilik yapmaktan bahsediyor. gerçekten de yine deneyen ama vazgeçmemiş biri olarak söylüyorum, köyde üretim yapmak zor. neyden bıktıklarını anlamak bir sezon üretim yapınca anlaşılması çok da zor bir şey değil. kentli kişi köyde canlandırılabilecek ve görece daha doğa ile uyumlu seçeneklerle kalkınma sağlamanın mümkün olduğundan bahsediyor. her iki tarafında birbirlerini anlamadan anlamış gibi yaptığı oldukça iyi bir diyalog bu.

    film bir nevi gerilim filmi olsa ve ana hikaye başka eksenlerde devam etse de bu ve benzeri okumaları yapmak için bereketli. işte böyle.

    sevgiler.