favorileri (37)

başlık listesine taşı
  • metafor

    türkçe tam karşılığı 'mecaz' olan sözcük.

    şimdilerde mecaz yerine metafor sözcüğünü kullanmak daha havalı -nedense-. oysa ikisi de yabancı sözcük. metafor batı dillerinde kullanılanı ya, herhalde ondan daha çok hoşumuza gidiyor.

    edebi sanatlarla ilgili zaman alan ve epey emek isteyen bir yazı hazırlamak istiyorum, sözlük için. (özgün olması açısından zor, yoksa kolay.)
    ama madem, şimdi 'metafor' sözcüğünü ele aldım, ucundan kıyısından edebi sanatlar konusuna girmek zorundayım.

    cevdet kudret hocamıza göre iki çeşit anlatım vardır:
    -düz anlatım
    -mecazlı anlatım

    örnekleyelim:

    gökler bulutlanıyor, rüzgar serinliyordu. (faruk nafiz çamlbel)
    bir med zamanı, gökyüzü kurşunla örtülü (yahya kemal beyatlı)

    şimdi, altını çizdiğimiz sözcüklere bakarsak, birincisinde, 'bulut' sözcüğü gerçek anlamında kullanılmış. ikincisinde ise, bulut sözcüğü yerine kurşun sözcüğü kullanılmış. yani, benzeyen 'bulut' yok, kendisine benzetilen 'kurşun' var. burada kurşun sözcüğü mecaz anlamda kullanılmış.

    kısaca mecaz; bir sözcüğün, asıl anlamından başka bir anlamda kullanılmasıdır. bu yerine kullanmada, benzetme olabilir de olmayabilir de. yukarıda verdiğim örnekte benzeme var elbette. 'bulut' renginden ve -hayali olarak- ağırlığından dolayı 'kurşun'a benzetilmiş.

  • tofu

    efendim, soya fasulyesini biliyorsunuz, mucizevi bir bitkidir ve bu bitki olmasa veganlar yerini neyle doldururdu bilinmez. işte bu soya fasulyesi uzun süre suda bekletildiğinde ya da haşlandığında, suyu (ve ezildiğinde de) püresi ortaya çıkar ya, işte o püreli suyu süzdüğünüzde soya sütü elde edersiniz. bu soya sütünü tekrar kaynattığınızda, içine asit ya da tuzlu bileşiklerle (evlerde genellikle limon ve az biraz elma sirkesi kullanılıyor.) kestirirseniz, sonra da bu kesik sütü bir tülbent yardımıyla süzdürürseniz, tofu peyniri elde etmiş oluyorsunuz. ondan sonra her türlü yemekte rahatlıkla kullanabilirsiniz. ister sandviç hazırlayın, ister salatada kullanın, ister fırınlayın, isterseniz japonların yaptığı gibi biraz zeytinyağı, biraz soya sosu ve taze soğanla tek başına tüketin. işte size besin değeri son derece yüksek, besleyici, vitamin deposu bir yiyecek. sağ olasın soya fasulyesi, sağ olasın tofu!

  • manipülatör

    insanda vantilatör, akümülatör, santrifüj gibi çağrışımlar yapan bu sözcük aslında modern çağlardan çok önceleri de 'mana' olarak vardı, şimdi de var ve insan olduğu sürece de olmaya devam edecek.
    son günlerde bu sözcüğün çeşitli varyasyonları üzerine epey yazı gördüm: yok backfire effect, yok mandela etkisi, misinformation effect, monte carlo yanılgısı, post-truth, anchoring effect.......
    manipülatör manipülasyon yapar.
    nedir?
    yönlendirme, etkileme, hile, yalan, acındırma, ikna, göz boyama, hedef şaşırtma, yüceltme, karalama, duygu sömürüsü, kamuoyu oluşturma, yalnızlaştırma ve daha birçok tekniği kullanarak karşı tarafı etkiler, şekillendirir.

    biz manipülasyonun 'device' tarafından değil pskolojik tarafından baktığımız bir yazı döşeniyoruz şimdi. bu nedenle önce bir yerlerden(!) alıntılayıp psikolojik manipülasyon tekniklerine bakalım önce:
    "sosyal psikologların üzerinde çalıştıkları manipülasyon tekniklerinden bazıları:

    -foot in the door, kapıya ayak koyma tekniği (freedman ve frazer, 1966)
    -low ball, oltaya takma tekniği (cialdini, 1978)
    -door in the face, yüzüne kapıyı çarpma tekniği (cialdini, 1975)
    -açık ve zımni tarzlar
    -klasik ve yeni tarzlar"

    devamında;
    "-gaslighting
    -psikolojik savaş
    -reklam
    -şantaj
    -toplum mühendisliği
    -yalan
    -zihin kontrolü........"gibi diğerleri.

    tam burada, kaynakları çeşitlendirme babında onedio'nun bu konulu bir sayfasına yönlendirme yapalım.
    yönlendirme

    dedik ya insanlığın başlangıcından beri var bu diye. geçmişte bu göz boyayıcılar, belki de 'büyücü' olarak nitelendiriliyordu. yapılan manipülasyonlar da 'büyü' diye.

    ve dünyanın gelmiş geçmiş en iyi manipülatörleri de politikacılar elbette. her çağda, bazı insanlar, bilgi, beceri ve konuşmadadaki ustalıklarıyla (ikna) başka insanları etkileri altına almayı başarabiliyordu. shakespeare'in ünlü julius caesar oyununda marcus antonius'un caesar'ın ölümünden sonraki tiradını hatırlayın: "dostlar, romalılar, vatandaşlar...." hitabıyla. bu konuşma, klasik bir ikna konuşması örneği olarak her daim karşımıza çıkar.

    bu son derece tehlikeli beyin yıkama oyununda, şu anda dünya yüzünde var olandan fazla insan kırılmıştır türdeşleri tarafından.

    hala bu yöntemleri kullanarak malını kolayca satabilir, seçim kazanabilir, savaş çıkarabilir, birinin ölümüne -kolaylıkla- neden olabilirsiniz.
    ama bunun bir kandırmaca olduğunu, bu kavramı hayatında duymamış milyonlara anlatamazsınız. evet, yine geldik dağdaki çobana!
    ünlü halk düşünürü aysun kayacı'ya da buradan bir selam çakarak yolumuza devam edelim; bu, aslında inanılmaz bereketli ve üzerine milyonlarca yazı yazılabilecek konuyu yavaşça sonlandıralım.
    neden her konuyu eğitim şart diyerek bitirmek zorundayız?
    aslında pekala da biliyorum ama iş dönüp dolaşıp benim de içinde bulunduğum camiada bitiyor. bir ülke insanlarını oyuncak edecekseniz eğitim sistemini yerle bir edin, ortada sistem falan bırakmayın, oyalama taktiği uygulayın, sürüm sürüm süründürün, sürüncemede bırakın. (hatırlatma: (bkz: köy enstitüleri))

  • hikmet

    -harfler için özür-

    pozitif bilimler anlaminda degil ama ruhani bilimler anlaminda ilim, bilgi sahibi olmak. bilgelik.
    aslinda pek cok anlami olan, birkac satirda gecistirilemeyecek bir sozcuk hikmet. ben basligi acma adina yaziyorum ama bu sozcuk hakkinda, altina daha pek cok bilgi girilmesi gerekir.
    tasavvufta belli bir asamaya gelindigi zaman hikmet sahibi de olunur ve bu hikmet sahipleri, gerceklerin altinda yatan gercekleri gorebilirler. onlara her turlu gizli bilgi malum olur. hatta yurudukleri yolun altinda bir gizli hazine olsa onu bile gorebilirler ama artik dunya malindan gectikleri icin bu maddi seyler onlari hic ilgilendirmez. (zaten belki de bu nedenle hikmet sahibidirler.*)
    hikmetinden sual olunmaz sozunun allah icin soylendigine cok sahit olmussunuzdur. bu soz; "allah, dilediğini yapar, niçin, neden öyle yaptığı ancak kendine malumdur." anlamindadir.
    bu sozcugun eski cagdaki sophia (felsefe) sozunu de karsiladigini soyleyebiliriz.
    'a'yı degil 'i'yi uzun okudugunuz hakim sozcuguyle de iliskilidir -yargic anlamindaki hakim degil yani- . bu 'i'si uzun olan hakim; bilge, alim, filozof anlamlarina gelir.

    ekleme: yazidaki bir sozcugu duzeltmek icin yeniden okurken aklima yunus emre'nin bu sozle ilgili bir hikayesi geldi:
    yunus emre'nin menkıbevi hayat hikayesinde; bir kitlik zamaninda biraz yardim icin haci bektas'in dergahina dogru yola koyulan yunus, eli bos gitmeyeyim diye heybesini agaclardan topladigi alıç meyvesi ile doldurur. huzura vardiginda haci bektas ona sorar; "aliclarin karsiliginda, her alica karsilik on hikmet ister misin?" yunus, hic dusunmeden; "yok, koyumun himmete ihtiyaci var." der. haci bektas her seferinde azaltarak soruyu tekrarlar, ucuncusunde yeniden sorar; "hikmet mi, himmet mi?" diyerek. yunus koylusune verdigi sozun derdindedir, himmeti tercih eder. himmeti de bugday olarak alir. tam donus yolunda akli basina gelir, hemen geri doner ama artik is isten gecmistir. haci bektas, yunus'un alacagi hikmetin artik kendisinde degil, tapduk emre'de oldugunu soyler ve yunus'u gonderir. hikaye devam ediyor* ama hikmetle ilgili kismi bu kadar.

  • iç tost

    klasik tost ekmeği; -birbuçuk- kaşar, sucuk ve çeri domatesin çeyrek santim dilimlenmiş hali içeride.

    tost makinesini fazlasıyla kısıyoruz, pişmeye yüz tuttuğunda iki tarafını da tereyağı ile bol bol yağlıyor, bu tostun dış taraflarına şilte gibi çektiğimiz cheddar(yoksa kaşar) ile tekrar iç tost haline getiriyor ve yine -çok bastırmadan- tost makinesinin müşfik ellerine teslim ediyoruz.

    afiyet olsun.

  • !oy verdiğiniz siyasetçi sizi hiç sattı mı?

    doğu perinçek tarafından satıldığım doğrudur. üstelik sadece oy vermedim kendisine, başka şeyleri de harcadım (zaman, para, enerji gibi)...

    "haklarınızı helal etmiyorsanız iade ediyoruz" demişti ama nerede ediyor? on paramı vermez kendisi.

  • türkiye'de seçimler

    onnot1: yazi tabletten yazilmaktadir, harfler icin kusura bakilmasindir.
    onnot2: asagiya yazacaklarim tamamen oznel yorumlarimdir, dogrulugu ve yanlisligi onemsizdir, kisisel tarihime not dusmek amaciyla yazilmaktadir.

    secim sonucunu onceden biliyordum, simdiye kadar da hep bildim. sonuclar benim icin surpriz degildi yani. peki bir an icin umut tasimadim mi icimde? tasidim elbette. sonra yuzde kirk sekiz(?)in isyanini da tasidim, hala tasiyorum, hep de tasiyacagim.

    bu halki taniyorum ben. kokenlerim manisa alasehir. dedemin anlattiklarini; ikinci dunya savasi sirasinda nasil ac kaldiklarini, supurge otu tohumundan nasil ekmek yapildigini, yasli insanlarin, daha once savasmis olanlarin bile nasil yeniden askere cagrildigini -ikinci dunya savasi yillari, halk ulkesine savas gelmedi, nasil gelmedi, buna sevinmez, yalnizca o yillarda cektigi acilari bilir- sonra chp'nin basindaki inonu'nun tek parti donemini bitirdigini, ege'nin verimli topraklarindan cikan okumus bir toprak agasinin nasil yillarca iktidarda kaldigini, 60 darbesi olmasa -tipki bugunku gibi- daha nasil yillarca iktidarda kalacagini, chp doneminde acliktan, sikintidan, korkudan, mutsuzluktan kirilan halkin menderes doneminde nasil refaha kavustugunu, sonrasinin nasil sikinti icinde gectigini......

    babamsa, 80 oncesi donemdeki sag-sol catismalarini, darbeden sonra ortaligin nasil duzene girdigini
    -cunku aslinda milyonlar yalniz gundelik yasar ve onu ilgilendiren yalnizca gundelik duzenidir-, erbakan'in, ozal'in sahneye cikisini.......

    simdi gelelim bu secimlere:
    fakir ve siradan insanlar sanssizdir. dogduklari kosullar; aileleri, cevreleri, gittikleri okullar, arkadaslari......her sey.
    bu yetersizlik ve tikanmislik icinde ortalama ya da altindaki zekalariyla hayatlarinda hicbir seyi degistiremezler. (bu yuzden sans oyunlari oynarlar, piyango bileti alirlar ornegin.) hep ayni dongunun icinde kisilip kalmislardir. kafalari basmadigi icin universiteye gidemezler, gunumuz kosullarinda gitseler bile dogru duzgun is bulamazlar. (iktidardaki partiye yanlansalar bile kosullarini degistirecek olcude buyuk paralar kazabilecekleri islere, memuriyetlere sahip olamazlar, evet yandas olsalar bile.)
    memuriyete kapilanamayan digerleri, cogunluk, sozunu ettigimiz kisir dongunun icinde kendilerine bicilen siradan hayatlari yasarlar. gecimlerini -yetersiz de olsa- saglayacaklari bir is, asik olmadan bir evlilik (istisnalar kaideyi bozmaz), cocuklar, olunceye kadar gececek sikinti icinde, sikici, siradan bir hayat.
    oysa cok zeki olmasalar da onlarin da hayalleri vardir. ve gorurler, izlerler. televizyondaki diziler, filmler onlara baska dunyalari ve baska hayatlari gosterir. hic oturamayacaklari evleri, hic gidemeyecekleri yerleri, hic evlenemeyecekleri kadinlari/erkekleri, hic giyemeyecekleri kiyafetleri, cogaltin cogaltabildiginiz kadar.......
    ve onlar da arzularlar, isterler, dus kurarlar bu asla sahip olamayacaklari, insan, yer, nesne ve hayatlara dair. iclerinde bir nefret buyur. onlar da pahali bir kafede guzel bir kizla beraber oturup sohbet etmek isterler, deniz kiyisindaki hos bir otelde gunes batarken buzlu limonatalarini (!) icmek....... ah!
    neden butun bu guzellikler hep kendilerini onlardan daha ustun goren o digerlerinin olsun ki!
    sonra iclerinden biri cikar. karisinin kafasi kapali, siradan bir adam. yuksek okul diplomasinin olup olmadigi bile belli olmayan. ustelik o, onlarin dilini, tam da onlarin anlayacagi/kullanacagi gibi konusmaktadir.
    simdi geliyoruz ikinci onemli noktaya:
    din ve inanclar
    bu iklimde din ve inanclar hep en kutsaldir. bu osmanlida da boyleydi, bugun de boyle ve yakin gelecekte de boyle olacak.
    onlar inanclari(ni) sorgulamazlar, en buyuk korkulari -pek cogunun- cehennem korkusudur. gunah islerler elbette ama allah buyuktur ve nihayetinde onemli olan inanmaktir. ote dunyada gunahlarinin cezasini cekecek olsalar bile en sonundaki cennet hayali ne guzeldir.
    ciddi ciddi.
    bu yazdiklarim cok bilinen ve evet cok siradan.
    ama gercek bu.
    siz bu insanlara 'gercekten dusunmeyi' ve her seyi ama her seyi 'sorgulamayi' ogretemedikten sonra bu ulkenin geleceginde hicbir seyi degistiremezsiniz.
    bugun fatih altayli'nin yazisini da okudum.
    kilicdaroglu ve chp konusunda soylediklerine katiliyorum. bu nedenle onun yazdiklarini tekrarlayacak seyler yazmaktan kaciniyorum. okumayanlar icin
    ondan farkli olarak, dedigim nedenden dolayi yani milyonlarin icindeki o 'diger mahalle' nefretini silmeden ve inanclarını sorgulamayı ogretmeden, bu ulkede hicbir seyin degisecegine/degisebilecegine inanmiyorum.
    bu simdi boyle, halkin zihniyetini soyledigim anlamda degistiremedikten sonra bes yil sonra da boyle olacak ve daha sonra da. onlar kalabaliklar ve daha da cogalacaklar. (diger mahallede zaten kacan kacana)
    ve evet insanlar olumlu, gunun birinde sirasi gelen olecek ama o 'zihniyet'i temsil edecek baska bir olusum cikacak ve yine kazanacak.
    bu halk tepeden inme 'demokrasi'yi hicbir zaman anlamadi/icsellestiremedi. ve hele bu 'demokrasi' onlara 'moderniteyi' 'kadin haklarini -hele ki kadin haklari!-' ve 'laik'ligi (summe hasa!) getirdi.

    yazi cok uzadi, gereksiz tekrarlara dusmek istemiyorum.
    sonuc:
    ben umutsuzum. bu umutsuzluk hala keyfimi kaciriyor. cevremde benim 'zihniyet'imdeki pek cok insanin dedigini soyleyebilirim tam burada: 'benim tuzum kuru', 'yasasin bana dokunmayan yilanlar', 'bana ne, benden sonra tufan'.........
    ama demiyorum.
    umutsuzlugum devam edecek. hayal kirikligim olmadigi icin bu daha da uzun surecek. ama mucadele etmeye -kendi gucumle, yapabildiklerimle- devam edecegim. ve yasayacagim.
    hayat devam ediyor ve 'yarin baska bir gundur'.

  • nurullah ataç

    denemenin türkiye'deki babası, öztürkçeci yazar.

    1898'de istanbul'da doğar. şair bir aileden gelmektedir, babası ata bey şair ve çevirmen olduğu kadar bürokrattır da (bir ara maliye nazırlığı yapmış). abisi galip bey de tek parti döneminde mebus olur. küçük nurullah'ın böyle edip bir ailede yetişip de edebiyatçı olmaması mümkün mü?

    neyse, nurullah galatasaray lisesi'ne yazılır, bitiremeden ailesi onu isviçre'ye yollar (belki de küçük abisinin 1. dünya savaşı'nda askere alınması ve şehit düşmesi üzerine nurullah'ı korumak için yaptıkları bir şey). 1919'da babasının ölümü üzerine yurda döner, fransızcasını kendi çabalarıyla bir yere kadar getirir., ama iyi bir yere kadar getirmiştir ki cumhuriyet döneminde fransızca öğretmenliği yapar. bu dönemde ayrıca yahya kemal beyatlı'yla tanışır, darülfünun'daki derslerini izler. ilk eserleri de dergah dergisinde yayınlanır.

    nişantaşı, vefa, üsküdar liselerinde fransızca dersi verirken ataç'ın şiirleri ve öykü denemeleri de yayınlanmaktadır. öte yandan ataç, şiir veya hikayede büyük bir yeteneğinin olmadığını görerek eleştiri ve deneme türlerine yoğunlaşır. bir yandan da milli eğitim camiasında yükselmeye devam eder, ilköğretim genel müdürlüğünde şube müdürlüğü yapar, 1940'dan itibaren de tercüme heyetinin başına getirilir. bugün iş bankası kültür yayınlarının devam ettirdiği "hasan ali yücel klasikler serisi" kapsamında birçok kitabı bizzat çevirir, çevrilmelerine önayak olur. ayrıca 1940'larda artık edebiyat dünyasının en önemli eleştirmeni kabul edilmektedir. divan edebiyatına hayran olur, ayrıca birinci ve ikinci yenicileri de çok sever, "buna şiir değil rezalet denir" diye yerden yere vurulan orhan veli'lere sahip çıkar. ayrıca keçisiyle ünlü "ahveş" mahlasıyla dil eleştirileri de yazar. akşam, hakimiyet-i milliye, ulus, cumhuriyet, milliyet, son posta, haber, akşam postası, son havadis gazetelerinde, yedigün, yeni adam,yarım ay, pazar postası, seçilmiş hikâyeler, ülkü, varlık, türk dili gibi dergilerde yazıları yayınlanır. tdk'nın dergisi olan türk dili'nin editörlüğünü üstlenir. 1952'de yaş haddinden cumhurbaşkanlığı çevirmeni olarak emekli olan ataç, 1957'de vefat etmiştir.

    kaynak: yesevi sözlük, tdk islam ansiklopedisi.

  • amiyane

    arapça+farsça birleşmesinden oluşmuş birleşik sözcük, sıfat olarak kullanılır.
    ammi->arapça. avam, genel demek.
    'amme' buradan geliyor. (bkz: amme hizmeti)
    ane->farsça aitlik eki.
    bu sözcüğün; avama ait, genel, bayağı anlamları var.
    örnek: "amiyane tabirle, çakma entelektüel dediklerinden herhalde bu adam."

  • tu kaka

    hoşlanmadığımız, beğenmediğimiz, benimsemediğimiz 'şey'ler için bazen toplumsal bir histeriyle yaptığımız olumsuzlama davranışı.
    etimolojisini araştırmadım. bana sanki, küçük çocuk annelerinin, çocukları ellerini pis, zararlı bir şeye uzattıklarında söyledikleri bir sözden yaygınlaşmış bir söz gibi geliyor, ses taklidi bir söz gibi.
    örnek: "malumatfuruşluk 'tu kaka'lanmamalı. bilgi edinme yolunda bir çaba sayılmalıdır."

  • !entel turnusolu

    alev alatlı ya da ismet özel iyi bir pseudo-intellectual örneği türkiye'de. bunların olayı kültürel değerler üzerinden boş beleş bir edebiyat yapmak. bir de bunların anti-tezi var sevan nişanyan gibi tipler. yaygın olarak kabul edilen ne varsa doğru da olsa yanlış da olsa hepsine karşı çıkıyor.

  • erdoğan'ın gençlerle olan yayını

    "hadi demokratikçilik oynayalım" çağrısıyla bir araya gelmiş bir ekip gibi görünüyor.

  • gaflet

    bulunduğu durumun farkına varamamak, alıklık.

    "dilsiz" anlamına gelen samıt kelimesini bulgar muhaciri ninemin "gafil" anlamında kullandığına şahit olmuşumdur.

  • gaflet

    habersiz olma, aymama, boş bulunma anlamlarına gelen arapça, isim soylu sözcük.
    türkçede bu sözcüğü 'aymazlık' sözcüğüyle karşılayabiliriz.

    atatürk'ün gençliğe hitabesi'nde geçen; "........bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde iktidara sahip olanlar, gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler........" cümlesinde geçen gaflet iyi bir örnektir.

  • enver gökçe

    40 kuşağının çilekeş şairi.

    1920'de erzincan eğin'e bağlı çit köyünde doğar. 9 yaşındayken bir gözünü oyun oynarken kaybetmesi ve babasının ölümü üzerine annesi tüm aileyi toplar, ankara'ya gelin giden ablasının yanına yerleşirler. küçük enver'i de kazım karabekir'in şoförü olan eniştesi okutur, birinci sınıfı paralı bir okulda okur, kalan eğitim hayatını devlet okullarında tamamlar.

    1939'da dil tarih coğrafya fakültesi'ne giren enver gökçe burada türkoloji okur, bu yıllarda zaten bir köy çocuğu olmasının yanında halkbilim araştırmalarında da bulunur. şiir anlayışı da bu dönemde gelişir, halkbiliminden epey etkilenir. diğer yandan üniversite yılları şairin dil tarih'in solcularının arasına girdiği dönemdir, ilerici gençler derneği'nin kurucuları arasında yer aldığı için bir süre tutuklu kalır. gizli tkp içinde yer almış mıydı bilmiyorum ama arkadaşları ahmed arif ve şükran kurdakul gibi 1951'de başlayan büyük tkp davasından yakasını kurtaramaz. hapishanelerde ve sürgünde geçen yedi yılda fizik ve ruh sağlığı iyice bozulur, bir yandan maruz kaldığı ağır işkenceler öbür yanda işkenceye direnemediği için tüm arkadaşlarının onu dışlaması psikolojisini altüst eder. hapisten çıkınca sabıkası yüzünden iş te bulamaz, kemaliye'ye dönerek köyüne çekilir. burada kardeşlerinin yardımlarıyla yaşamını sürdürür. zaman zaman istanbul ve ankara'ya uğrayarak gazetelerde geçici işler yapar, derken ahmed arif gibi 60'larda yükselen sol dalganın şiirlerini keşfetmesiyle tekrar hatırlanır. tıpkı ahmed arif ve hasan hüseyin gibi halk edebiyatından konu ve mazmunlar yönünde etkilenmiş, ama nazım tiplerinde serbest nazma ve nazım hikmet'e bağlı kalmıştır. yıllar sonra enver gökçe'nin birçok şiirini ahmet kaya ve ezginin günlüğü de bestelemiştir.

    romatizma hastalığı giderek ağırlaşan ve rahatsızlık kalbine de vuran enver gökçe birkaç defa sendika tarafından yurtdışına tedaviye gönderilse de tedavilerden kesin bir sonuç alınamaz. 1970'lerde hayatını seyranbağları huzurevinde, muhtarlıktan aldığı fakirlik belgesiyle (bugünkü yeşil kart gibi bir şey) sürdürür. 19 kasım 1981'de ölür. ankara karşıyaka mezarlığı'nda idam edilmiş gençlerle beraber son uykusunu uyumaktadır.

    kaynak: yesevi sözlük.

/ 3 »