son oylananları (32)

başlık listesine taşı
  • landscape with the fall of icarus

    popüler kültürde epey karşımıza çıkan ''the tower of babel'' (1563), netherlandish proverbs (1559), children's games (1560), the hunters in the snow (1565) gibi resimlerin sahibi pieter breughel'in yaptığı bir resimdir ve aynı isimle w.c. williams'ın 1962'de 'pictures from brueghel and other poems' ile yayınlanan şiiridir.

    icarus'un hikayesine az biraz çoğumuz hakimizdir. esaretten kaçarken özgürlük zevkine kapılan ve kanatları yanıp düşen o çocuk. brueghel'in bu resmi, ovidius'un 'dönüşümler' kitabından esinlenerek yapılmıştır ve icarus'un düşüşündeki o manzara önde tutulmuştur. daha sonrasında da bu resimden etkilenerek w.c. williams aynı isimle şiir olarak canlandırmıştır. buna da ekfrastik şiir denmektedir.

    ekfrasis, gerçek ya da hayali, görsel bir sanat eserinin söz kullanımıyla betimlenmesi olarak açıklanır. bu anlamda yazılan iş ve betimleme şekli sanatçının insiyatifindedir, genellikle canlı ve dramatik bir anlatım kullanılır. kelime yunanca'dan gelmektedir ve 'açığa vurmak, cansız bir objeyi isimlendirmek' anlamına gelen bir fiilden gelmektedir.

    bu üç eserin karşılaştırılması yapılırsa ovidius'un yaptığı icarus'un düşüş anına yaklaşımından w.c. williams ve ekfrasis açısına ve bu konuda yazılan bir sürü şiire kadar değişik yaklaşımlar bulunmaktadır.



    eğer brueghel'in resmine dikkatli bakarsanız icarus ilk gördüğünüz şey değildir. tarla süren bir çiftçi, hayvanlarını otlatırken gökyüzüne bakan bir çoban, deniz üzerinde yelken açmış iki gemi bulunmaktadır ve ufukta ise parlayan bir güneş. hepsi tablonun soluna, doğu kısmına odaklıdır; ta ki tablonun sağ en alt köşesine gelirsiniz ve orada işte icarus'un boğulan figürü göze çarpar. devamında, öne doğru eğilmiş bir olta balıkçısı görürsünüz. bu kaos, tablonun yalnızca bir köşesinde bulunmaktadır ve geri kalan görsel, gündelik hayatın gidişatından bir kesittir. gemiler 16. yüzyıla aittir. böylelikle, icarus'un öyküsü brueghel'in dönemine taşınmıştır.

    tablonun ilham aldığı yere gelirsek ovidius bu anı şöyle anlatır;

    ''yavrularına uçmayı öğreten ana kuş da,
    gösterir onlara gelecek korkuları, alıştırır
    korkulu sanatlara… sallıyordu kanatlarını
    gözlüyordu bir yandan oğlunu da daedalus.
    titreyen oltasıyla balık tutan balıkçı,
    değneğe dayanan sığırtmaç, sapana yaslanan çiftçi
    görmüş daedalus ile oğlunu, şaşıp kalmışlar.
    tanrı saymışlar gökte uçan iki kişiyi,
    solda juno'nun sevdiği samos, delos, paros, sağda
    lebinthus, balları bol calymne görünüyordu.
    atak uçuşuyla sevince kapılan icarus,
    bıraktı kılavuzunu tutuştu gökleri aşmak
    daha yükselmek isteğiyle. güneş yumuşattı
    kanatların bağlarını, eridi mumlar,
    icarus salladı çıplak omuzlarını, onu tutan
    kanatlar yok, artık duramazdı havada daha,
    babasının adını çığırırken dolmuş ağzına
    mavi sular sürüklenmiş adıyla anılan yere.
    icarus! icarus! diye bağırdı babalık niteliğinden
    yoksun mutsuz baba. neredesin, hangi ülkedesin? dedi.
    icarus karşılık verirken gördü suyun üstünde
    kanatları babası, kargışladı sanatını, gömdü oğlundan
    kalan kanatları. onun adıyla anılır o yer şimdi.''



    her ne kadar örtüşen ve sadık kalınan şeyler olsa da resimle bu anlatım arasında dikkat çeken farklılıklar vardır. öncelikle resimde figürler ovidius'un anlatımındaki gibi var olmaktadır. ancak ovidius versiyonunda icarus'un düşüşünü fark ederler. icarus bu anlatımın ana noktasıdır ama brueghel'in resminde ince ve önemsiz bir detay olarak çizilmiştir; her figürün yaptığı iş, icarus'un varlığını fark etmek dışındadır. ayrıca eksik olan şey babası daedalus'tur, ovidius'un aksine resimde onun izini bulamayız. ve güneş ufuktadır, icarus'un kanatlarının yakamayacağı bir uzaklıktadır. ovidius'un dramatik anlatımı tabloda sakinliğe bürümüştür.

    buradan w.c. williams'ın ekfrastik şiirine geliriz;

    ''according to brueghel
    when icarus fell
    it was spring

    a farmer was ploughing
    his field
    the whole pageantry

    of the year was
    awake tingling
    near

    the edge of the sea
    concerned
    with itself

    sweating in the sun
    that melted
    the wings' wax

    unsignificantly
    off the coast
    there was

    a splash quite unnoticed
    this was
    icarus drowning''

    williams bu sefer odağı icarus'a getirerek brueghel'in resmini canlandırmıştır. giriş cümlesinde brueghel ve icarus kelimelerini kullanışı direkt tabloya dikkat çekmektedir. resmin tersine vurguladığı ilk şey icarus'tur. balıkçı dışında figürleri tablodaki gibi anlatır ve sona yaklaştıkça icarus'un önemsiz duran figürüne dikkat çeker, şiir bir trajedinin bahsiyle bitmektedir. ''a splash quite unnoticed/this was/icarus drowning'' kısa cümleleriyle icarus'un kaçınılmaz denize düşüşünü tasvir eder.

    resimde olduğu gibi ilk odağı çiftçidir, yumuşak bir geçişle güneşten bahseder ve başlıkta da ismi geçen icarus'un durumuna gelir. ulantı* ile asıl kaosa yönelmektedir. şiirin bu sayede formu aynı zamanda icarus'un düşüşüne benzemektedir.

    *(enjambment: şiirde bir satırın beklenilen gibi o satır da bitmeyip diğer satıra kayması ve bu yolla görsel bir form oluşturulması)

    bir makaleden eleştiri;
    ''williams, tuval üzerinde temsil edilen dünyada bir arada var olan iki düzlemin olasılığına doğrudan katılmaz - bu dönemde çok sayıda hollanda manzara resminde görülenden farklı olmayan günlük yaşamın tasviri, banalin bu temsili, mitolojik bir olayla üst üste bindirilir. bu demek oluyor ki williams, ortaya çıkan olayların eşzamanlılığının yalnızca resmin izleyicisine, onu bütünüyle görebilen kişiye açık olduğunun altını çizmiyor gibi görünüyor. resme bu şekilde bakmak, çevremizi ve tarihteki yerimizi anlamak için bir zemin görevi görecek şekilde bütünü yükseltme potansiyeline sahip olacaktır.''

    ikinci olarak williams özellikle balıkçıyı tasvir etmekten kaçınmış gibidir. bunun nedeni resme bakıldığında ve eninde sonunda icarus tespit edildiğinde, yanındaki figürün balıkçı olmasıdır. denize ne amaçla eğildiği bilinmemektedir, ağ atmaya mı eğilmiştir yoksa diğer figürlerin aksine gözü önünde gerçekleşen trajediye mi eğilmektedir? başka bir şiir iliştireceğim buraya. icarus'un bu düşüş manzarasını anlatan brueghel'in resmine daha birçok ekfrastik şiir yazılmıştır ve bunlardan biri 'beaux arts müzesi' w.h. auden'e aittir;

    ''acı çekmekte asla yanılmadılar
    eski ustalar, insan doğasını çok iyi anladılar
    birisi yerken veya pencereyi açarken veya yürürkenki hallerini
    ihtiyarlar saygıyla, tutkuyla beklerken
    mucizevî bir doğumu, her zaman bunun olmasını istemeyen
    ormanın ucundaki gölette paten kayan çocuklar vardı
    asla unutmazlardı
    korkunç şehitlik bile rotasında seyretmeliydi
    nasıl olsa bir köşede, dağınık bir yerde
    köpeklerin köpekçe yaşamlarına devam ettiği ve işkencecinin atının
    masum kıçını kaşıdığı ağaç.

    breughel'in ikarus'unda mesela, nasıl her şey
    bir felaketten yavaşça dönüşür, çiftçi fışırtıyı ve ıssız çığlığı duyabilir
    ama bu onun için önemli bir kusur değildir, güneş parlar
    beyaz bacakların üzerinde yeşile çevrilir
    su ve pahalı zarif gemi harikulade bir şey görmelidir
    bir yerlere gidecek ve sakince yelken açacak,
    gökyüzünden düşen bir çocuğu.''

    vurgulunan ve williams kısmında bahsedilen balıkçı meselesinde yaşadığımız toplumun benim yorumumca birbirine olan kayıtsız ya da habersizliğinin mi anlatımıdır, ki doğal olarak, ya da makalede bahsedildiği gibi geçmişte, gerçek ya da mitolojide yapılan fedakarlıkların farkında olunmamasından mıdır siz karar veriniz. en sonunda icarus'a dönen gözlerde balıkçının yaratması istenilen kurnaz bir gönderme ve oraya kadar takip eden gözlerin kavrayış ihtimali aynı makalede bahsedilmiştir. brueghel'in belki yapmak istediği ve bu iki şairin resimden ilham alıp betimlemeye çalıştığı da budur.

    william carlos williams, içinde bulunduğu akım objektivizm ile kübizm'den etkilenmiştir. kübizim'deki fragmantasyon farklı bir yolla bu tablonun şiirle canlandırılmasına yansımış gibi görünüyor. williams'ın odak noktası tuttuğu, diğer şiirlerindeki gibi gündelik hayatta insanların gözü önünde olan ancak hiç düşünmedikleri ve sembolik anlamlarından uzakta olan 'eşyası' bu sefer bir trajedi olmuştur.

    not: ders notlarını kafamda toparlarken düşündüğümden daha karışık anlatmış bulundum, kusura bakmayınız.

    kaynak:
    ovidius, dönüşümler, 8. kitap, 183-235, ıkaros'un kimsenin umursamadığı düşüşü, arkeogezi
    william carlos williams, landscape with the fall of icarus, poemanalysis
    beaux arts müzesi, w.h. auden, çeviri: mustafa burak sezer, ikindi yağmuru, nisan/temmuz '10
    ekphrastic reimaginings of landscape with the fall of icarus: revisiting butor through auden and williams by elizabeth geary keohane

  • innuendo

    ima, kinaye, dokundurma, olumsuz ya da cinsel bir şey önererek imada bulunmak anlamında kullanılan telafuzunu ve yazımını hoş bulduğum ingilizce sözcük.

    ''-e doğru'' anlamına gelen klasik latince ''in'' ve ''kafa sallamak (işaret)'' anlamına gelen ''nuere'' kelimesinin birleşimi olan ''işaret ederek çağırmak, kafa sallamak'' anlamlı ''innuere'' kelimesinden gelmektedir. ortaçağ latincesinde ''ip ucu vermek, üstü kapalı söylemek'' anlamında kullanılmış ve ortaçağ resmi evraklarında ''demek ki, yani, bir başka deyişle/ifadeyle'' kelime anlamı kazandırılmış ve kullanılmıştır. 17. yüzyılda aynı kullanımla sadece daha dolaylı olarak ingilizceye geçmiştir. sonrasında da aşağılayıcı ve olumsuz anlamda kullanımı baskın gelmiştir.

    kaynak: cambridge, oxford, mirriam webster

  • three cheers for the whale (1972)

    ''balinalar, sizi seviyorum. gezegenimiz dünyaya benziyorsunuz, yuvarlak ve kuşlar tarafından çevrelenmiş.''

    ''three cheers for the whale'' orijinal ismiyle (vive la baleine) chris maker ve mario ruspoli yönetmenliğinde 1972 yılında çekilen belgesel ve kısa niteliğinde bir film. dünyanın en büyük memelisi balinaların insanoğluyla tarih sahnesindeki ilişkisine odaklanıyor. yüzyıllarca derileri, etleri, yağları ve daha nice üretim ve tüketim amaçlı kullanımlarda bu hayvanların endüstriyelleşmesini şiirsel bir anlatımla sunmuş. bu grafik anlatımda resimler, animasyon, videolar, film ve fotoğraflarla ve ayrıyeten seslendirmesiyle şiirsel hale getirilmiş.

    resmedilmiş örneklerle katliamın gerek bazı milletlerin gelenekleri olması, gerekse bazılarının balina avlamayı onur olarak görmesine kadar hem kültürde hem de sanayideki yerini izliyoruz. bazı yerlerde acı acı inlemelerini duymak yüzümde değişik ifadelere neden olmuştu ve tekrar tekrar balina olmasa dahi seri üretim ve tüketim de bunun bir parçası olduğumuzu bilmek yüreğime hala da oturur.

    tam da konu amerikan romanı sınavımda herman melville ''moby dick'' iken çalışmak yerine aklıma gelen bu kısa filmden bahsedeyim dedim. sonrasında elime uzun zaman önce bir blogta hakkında yazdığım üç adet daha kısa film geçti. izleyeli uzun zaman olmuş olsa da hali hazırda cebelitarık'ta daha önceki travmalarından ötürü intikam aldıkları düşünülen iki katil balina botları ve yatları batırıyor iken yerinde bir kısa film olur diye düşündüm.

    ben mubi'de izlemiştim, hala var ise izlemenizi tavsiye ederim.

  • !erdoğan'ın gençlere seslenişi

    twitter'da yaptığı ve pisleşmeden anlatamayacağım bu kısa metin bize, bizden öncekilere ve bugünü dahi görememiş gençlere karşı edilen alenen bir küfürden farksızdır. buyrunuz bir parçası;

    "biz her zaman sizin yanınızdayız.

    21 yıldır iktidardayız.

    bu 21 yıl boyunca hiçbir genç kardeşimin hayat tarzına müdahale etmediğimiz gibi, kimsenin bir başkasının kılık kıyafetine, düşünce tarzına, beklentilerine, beğenilerine karışmasına da izin vermedik.

    ülkemize kazandırdığımız nice eserin, yatırımın, projenin yanı sıra fikirlerinizi rahatça ifade edebilmeniz, gençliğinizi özgürce ve doyasıya yaşayabilmeniz için de var gücümüzle çalıştık.

    bugün her türden sanat etkinliğinin rahatça düzenlenebildiği, uluslararası organizasyonlara ev sahipliği yapan, sporun, müziğin, bilimin, teknolojinin hiç olmadığı kadar hayatımızın içinde yer aldığı bir türkiye'de yaşıyoruz."

  • as above, so below

    ''quod est superius est sicut quod inferius, et quod inferius est sicut quod est superius.''

    ''yukarıda olan, aşağıda olana benzer ve aşağıda olan, yukarıda olana benzer.'' ya da ''yukarıda olan, aşağıda olandandır ve aşağıda olan, yukarıda olandandır.'' anlamına gelen latince söz ve hermetik metin 'zümrüt levha'nın ikinci mısrasının yorumu.

    tarot destesinde 'büyücü' kartının bu konsepti sembolize ettiği düşünülür. okülistlerin çokça kullandığı bu söz, bu bağlamda hayat ve varlığın arasında her zaman bir harmoni ve karşılık/benzerlik olduğu anlamını verir. ve neticesinde de yaşamın en büyük yasalarıdan biridir.

    makrokozmos-mikrokozmos analojisinde (kozmos ve insanlığın benzerliği, kozmos'un anlaşılmasının insan ve doğa gibi daha küçük şeylerin anlaşılabileceği ya da tam tersinin düşüncesi) farklı düzlemlerde uyum/tekabüliyet/karşılık anlamına gelir. bu düşüncenin önde gelenlerinden helena p. blavatsky'nin 'ısis unveiled' kitabından bir alıntı;

    ''yukarıda olduğu gibi, aşağıda da öyle. olan, tekrar geri dönecektir. gökte olduğu gibi, yerde de." bunu tarihle günümüz arasındaki bağıntıyı vurguladıktan sonra söylemiştir.

    bu anlamın ötesinde de kendi yorumum, gardner wiccan anlayışındaki üç yasa kuralını hatırlatıyor 'iyi ya da kötü nasıl bir enerji verirse biri, üç katını alır' üç katı kısmını kötülüğün de iyiliğin de tesirinin yine üç katı hissedileceğini düşünerekten (eylemlerin önemi ve kelebek etkisi gibi) verilenin ya da alınanın aynı olduğu düşüncesi. ya da bir başka yorum olarak da, binary opposition, ikili karşıtlık, altın karşılığı üsttür. son olarak da, yapılan eylemlerin arkasındaki anlam olarak da kafamda ilişkileniyor. yüzeyde görünenin bir o kadarının yerde bulunması. bakınız, somut olarak ağaçlar ve kökleri muhteşem bir örnek.

    kaynakça:
    steele, robert; singer, dorothea waley (1928). "the emerald table"
    prophet, erin (2018). "hermetic ınfluences on the evolutionary system of helena blavatsky's theosophy". gnosis: journal of gnostic studies
    blavatsky, helena p. (1877). ısis unveiled: a master-key to the mysteries of ancient and modern science and theology.

  • götterdammerung nedir?

    eski nors dilinden almancaya çevrilmiş 'tanrıların alacakaranlığı/uyanışı' anlamına gelen ifade. karşılığı 'ragnarök' iskandinav mitolojisinde kıyamet ve onun habercisi/kehanetiyle eşdeğerdir. snori sturluson adlı bir tarihçi ve şair tarafından şiirsel edda'da ilk defa 13.yy'da bahsedilmiştir.



    valhalla in flames, 1894'da orijinal operanın set dekaratörlerinden max brückner tarafından yapılan tasvir.

    götterdammerung, richard wagner tarafından bestelenen dört epik müzikal dram der ring des nibelungen (the ring of nibelung) adlı operanın sonuncusudur. 17 ağustos 1876'da ilk gösterimini beyrauth festspiele salonu'nda (daha sonra richard wagner tiyatro salonu) yapmıştır. alman kahraman hikayeleri ve eski iskandinav destanlarından bahsetmektedir. (bkz: nibelungen destanı) bu dört operayı yaratmak wagner'in 26 yılını almıştır. herkesin izlemese de bildiği star wars'taki şu şarkı ve bu şarkı benzerlik göstermektedir. star wars ve the ring (kısaltılmış adıyla) sadece müziğinde değil eser biçiminde; yapı ve tema olarak paralel olduğu üzerine karşılaştırmalar bulunmaktadır. kaynakçada bulabilirsiniz.


    hikaye dünyaya hükmedecek güce sahip büyülü bir yüzük etrafında geçer, bu yüzük nibelung cücesi alberich tarafından ren nehri'ndeki su perilerinden çaldığı altın ile dövülmüştür. tanrıların tanrısı wotan (odin) bu cüceden yüzüğü çalar ancak fafner (fafnir) ve fasolt adlı devlere tanrıların evi valhalla'yı inşa etmek üzere ödeme olarak vermek zorunda kalır; yoksa freia (freya)'yı alacaklardır. nesilleri içinde bulunduran bu hikayede wotan'nın fani torunu siegfried (sigrud) fasolt'u yüzük için öldüren fafnir'i öldürerek yüzüğü geri kazanır. ama sonunda yüzüğü kendisi isteyen alberich'in oğlu hagen'in entrikalarının bir sonucu olarak siegfried ihanete uğrar ve öldürülür. sevgilisinin babası sigmund'u kurtarmak için babasına meydan okuyup ölümsüzlüğünü bunun için kaybeden seigfried'in sevgilisi ve wotan'ın kızı valkür brünnhilde, seigfried'in cenaze ateşinde intihar ederken yüzüğü ren nehri'nin su perilerine iade eder. bu uğurda yüzüğü kurtarma peşinde olan hagen ise nehirde boğulur. bütün bunlar olurken de tanrılar ve valhalla da yok olmaktadır.

    tolkien akla geliyor değil mi? platon'un 'devlet' kitabında geçen gyges'in yüzüğü'nü duyduğumda da de direkt bu ışık yanmıştı (haliyle). wagner'in operasında da yüzüklerin efendisi'nde de aynı 'the one ring that rule them all' teması kullanıldı. tolkein, c.s. lewis ile birlikte operalardan ikincisi olan `die walküre `(valküreler) çevirisine başlamış olsa da wagner'den esinlenip esinlenmediği sorulduğunda 'her iki yüzük de yuvarlaktı ve orada benzerlik sona erdi'* demiştir. aşırı tepki olduğunu düşünenler de var. çoğu araştırmacı wagner ve tolkein'in yalnızca aynı hikayeden esinlendiği düşüncesinde. bu hikayede şiirsel edda'da bulunan völsunda destanı'na çıkarıyor bizi ve de nibelungenlied (nibelungen destanı). iskandinav mitolojisindeki andvaranaut (altın kaynaklarını bulabilen büyülü yüzük) ve sigurd'un ejderha fafnir'i ölürdüğü yüzük gram, tolkein'in dünyasında kendini the one ring ve narsil (tekrar oluştuğunda anduril) olarak bulur.

    vikipedi'ye göre orijinal hikaye edda'sında loki yüzüğü çalmıştır. (tabii aynı hikayenin içerisinde odin de mevcut) yüzük ilk başta andvari adlı şelale altında yaşayan ve kendini tunabalığına çevirme gücüne sahip bir cüceye aittir. loki ondan yüzüğü çaldığında intikam olarak yüzüğü lanetler, kimin eline geçerse kötü talih ve yıkım getirmektedir. loki yüzüğü oğlu otr'u yanlışlıkla öldürdüğünün karşılığında savaş tazminatı gibi telafi olarak hemen cücelerin kralı hreidmar'a (büyücü) verir. otr'un ağabeyi fafnir ise heidmar'ı öldürüp yüzüğü alır ve ejderhaya dönüşüp ona gardiyanlık eder. (smauuuug) sigurd daha sonrasında fafnir'i öldürür ve brynhildr'e verir. nibelungların kraliçesi grimhild, sigurd ve byrnhildr'i manipüle edip çocuklarıyla evlendirir ve andvaranaut'un lanetini aileye getirir.

    ben ise 'götterdammerung' terimine joseph campell'in 'ilkel mitoloji' adlı kitabında karşılaştım. bu noktada campell'in mitos hakkında gününün görüşünü de eklemiş olmak isterim;
    (bkz: mitos nedir?)

    "mitos" thomas mann'ın gördüğü ve birçok psikologun derinliğini kabul edeceği gibi "yaşamın temelidir, zamansız şemadır, bilinçaltının içinden çıkardığı izlerin yeniden üretilmesiyle yaşamın devam ettiği inanç yapısıdır." öte yandan, bütün etnolog, arkeolog ya da tarihçilerin gözlemleyeceği gibi, farklı uygarlıkların mitosları yüzyıllar boyunca ve insan yerleşiminin dünyayı kaplamasıyla birlikte önemli ölçüde değişmiştir. bir mitolojide 'erdem' olanın bir başkasında 'kötü' diye görülmesi, birinin cennetinin ötekinin cehennemi olması derecesinde değişim olmuştur. dahası, eskiden çeşitli kültür çevrelerini ve panteonlarını ayırıp koruyan düşünce ufuklarının artık birer birer yıkılmasıyla gerçek bir götterdämmerung tüm evrene ateşini salmıştır. bir zamanlar mitolojilerinin sağladığı dindarlığın bilinci içerisinde huzur dolu bir yaşam süren toplumlar, komşularının gözünde, tam tersine şeytanlar olarak buldular kendilerini. artık geçmişle hiçbir yerde hayal edilmemiş, daha derin, daha geniş mitolojiye gereksinim olduğu açıktır. yerel geleneklerin birbirinden farklı hayalinden çok daha esnek ve incelmiş, bu mitolojilerin daha geniş olanın ancak maskeleri olarak bilineceği, bütün parıltılı panteonlarının "zamansız şeması"nın ancak geçici kipleri olduğu, şeması olmayan bir arcanum arcanorumdur bu. (bkz: arcanum arcanorum)

    ama bu, kesinlikle, önümüzde bölümler halinde değişik bilimlerin salon ve müzelerinde yalnızca fark edilmeyi bekleyen ve bir yandan da büyük sanatçıların eserlerinde yaşayan büyük gizemli törendir. onun günümüze hizmet etmesi için tüm boyutlarıyla toplanması -ya da yeniden toparlanması- gerekiyor ve sonra sanat biçiminde, mucize gibi, ahlaki olarak yargılamadan, sevgiyle, öğretici neşeyle geçmiş formların festivalinde uyanan insanlığa katılarak ona kendimize aitmiş gibi yaşam vermeliyiz.''

    not: götterdammerung kelimesinin orijinalinde 'a' harfinin üstünde iki nokta bulunmaktadır. bu yazının sonunda wardruna dinlemeniz şiddetle önerilir.

    kaynakça;
    wagner, his "ring" and how luke skywalker comes in the picture, houston symphony
    tolkein gateway, the lord of the rings and the ring cycle
    the wagnerian, the star wars and wagner's ring
    joseph campbell, ilkel mitoloji, tanrının maskeleri ı, ıslık yayınları
    byock, jesse l. (1990). the saga of the volsungs: the norse epic of sigurd the dragon slayer.
    carpenter, humphrey (1977). j. r. r. tolkien: a biography.
    morris, william; magnusson, eirikur, eds. (1870). völsunga saga: the story of the volsungs and niblungs, with certain songs from the elder edda.
    evans, jonathan. "the dragon lore of middle-earth: tolkien and old english and old norse tradition".
    simek, rudolf (2005). mittelerde: tolkien und die germanische mythologie [middle-earth: tolkien and the germanic mythology] (in german)
    *carpenter, humphrey, ed. (1981). the letters of j. r. r. tolkien.

  • françois coppee

    1842-1908 yılları arasında yaşamış fransız şair ve romancı. parnasizm(parnassianism) akımının içerisindedir. savaş bakanlığı'nda memurluk yaparken şiirler yayınlar, 1878 yılında comedie française'a (fransız devlet tiyatrosu) arşivci olarak alınır. 1884'e kadar buradaki ofisi işletir, aynı yıl academie française'e (fransız akademisi) seçilir, ve 1888'de legion d'honneur'ün (onur nişanı) memuru olur. iki defa hastalık atlattıktan sonra dine dönmüştür. halk ilişkiler/politikaya da katılmıştır.

    milliyetçi hareketin en şiddetli kesimine katılmış ve dreyfus olayı'nda alfred dreyfus'a karşı önde gelen bir isimdir. 1898'de dreyfusism'in herkes tarafından/tüm entellektüeller tarafından kabul edilmediğini göstermek için üç akademisyen eşliğinde (louis dausset, gabriel syveton ve henri vaugeois) ligue de la patrie française'i (french homeland league) kuranlardan biri olmuştur.

    not: emile zola'ya karşı bir imza başlattılar bu şahıslar. (çünkü zola, alfred dreyfus'u savunan 'itham ediyorum!' adlı bir yazı yayınlamıştı ve sonrasında rousseau gibi yazarlar dreyfus'un tarafını tutmaya başlamıştı.)

    le poete des humbles (alçak gönüllülerin şairi) olarak ünlenen şairin şiirleri genellikle vatanseverlik, duygular, gençlik aşkların neşesi, fakirlerin durumuyla alakladır. yanı sıra oyunlar da yazmıştır. tevfik fikret'in epey etkilendiği bir şairdir. arthur rimbaud, coppee'nin adı altına şiirlerinin parodilerini yayınlamıştır.

    not: aksanlı harfleri silmem gerekti.

    görsel kaynak:
    1899 caricature by charles lucien leandre depicting barres, coppee and lemaitre as the three heads of the league

    kaynak:
    chisholm, hugh, ed. (1911). "coppee, françois edouard joachim". encyclopedia britannica. vol. 7 (11th ed.). cambridge university press. pp. 101–102.
    wilson, nelly (1978). bernard-lazare: antisemitism and the problem of jewish identity in late nineteenth-century france. cambridge university press, p. 191.
    pierrard, pierre (1998), les chretiens et l'affaire dreyfus
    hackett, cecil arthur (1981). rimbaud, a critical introduction
    turkedebiyati.org - françoise coppee kimdir?
    alfred dreyfus - biyografi.org

  • !yolun yolu açıp tesadüfü bulması

    çok da herkes için mühim olmayabilecek tesadüflere kim ilgi gösterir bilmeyerekten birkaç mitolojik bilgi ile beni heyecanlandıran bir olaydan bahsedeceğim.

    iki gün önce arkadaşımla uzun bir birasız ramazan sonrası dışarı çıkmıştık ve alelade sohbet ederken konu faldan açıldı. ikimizin de böyle mistik şeylere ilgisi olduğundan birkaç saatlik muhabbetin ortasında birden kadıköy'den taksim'e geçme ve falcıya gitme gibi çılgınca bir karar aldık, daha önce hiç de böyle falcıya vs. gitmişliğim yoktur. (tüm varlığım 50/50 maneviyat ve mantık arasında çatışma içerisinde olduğundan)

    birkaç haftadır, önce mısır mitolojisiyle başlayan ve yeniden parlayan ilgim yönünü birden hinduizm'e çevirdi. belki birkaç hafta değil de rahat son 6 aydır patlamayı bekleyen ve biriken bir merak, karşıma sürekli çıkmaya başlayan video ve metinlerle artık son raddeye gelmiş oldu.

    sürekli karşıma shiva çıkıp duruyordu, keza hala da devam ediyor. çağırıyormuş gibi hissetmekten kendimi alamadım ve ufak ufak okumaya başladım. meğersem son okumaya başladığım (sırf bu kısım/alıntı için almıştım) aldoux huxley'nin 'ada' kitabında nataraja anlatımındaki nataraja, lord shiva'nın dans eden figürü imiş. aylar önce okul bahçesinde bir sabah sınava girmeyi beklerken nedircikler yayının sitesinde nataraja'nın çevirisini okumuştum. neyse, efendime söyleyeyim, karşıma sonrasında kendisinin ikamet ettiği düşünülen kaliasa dağı çıktı. (buna ayrı bir başlık açacağım, gerçekten ilginç bir dağ) ve öyle de devam etti. (bkz: nataraja)

    ben faldan buraya neden atladım peki? falcının dediği bir sürü şey arasında bana mesleklerden bahsettiği yerde, çok gezeceğim ve yapacağım iki meslekten birinin manevi anlamda eğitim almanın ardından bu birikimimi diğer mesleğimle birleştireceğim üzerineydi. tibet'te rahiplerden eğitim alma ya da hindistan'da ''tapınakları'' ziyaret etmek gibi örneklerle kendini açıkladı. ve tam bundan iki gün önce de hindu olan hintli bir arkadaşımdan en iyi giriş yapabileceğim şekilde kitap önerisi istemiştim. gerçekten dünyanın o kısmına dair zayıf bir bilgi birikimim olduğunu söylemeyi de es geçmemeliyim burada.

    faldan çıktığımızda gezi parkı'ndan bir tur atıp metroya gidiyorduk. yol köşesinde biri kaldırıma bir dizi sayı yazmıştı. nedendir bilmem önceden kalma sayı gördüğümde toplama alışkanlığımdan kaynaklı olsa gerek ya da o an gerçekten öyle istedim, o 5 haneli sayıyı geçerken ezberleyiverdim.

    eve gittiğimde çoktan aklımdan çıkmıştı, ta ki sabahın dördünde yatakta durup dururken telefonu alıp sayıları arama motoruna girene kadar. ilk yazdığımda gözüme takılan şey, sayıyı yazar yazmaz çıkan aramanın yanında 'train running status' yazıyor olmasıydı. yine onu arattığımda çıkan ilk sonuca tıkladım ve site hindistan'ın rachi şehrinden kamakhya şehrine giden bir tren tarifesiydi. saatleri, durakları hepsi oradaydı ve sonda, şu an o dakikadaki tren güncellemesi olduğunu düşündüğüm bongaigaon kentinden kamakhya şehrine giden trenleri gösteren iki yeşil kutucuk vardı.

    son durak olan bu şehre baktığımda ise karşıma direkt bir tapınak çıktı. çıkan tapınak da şehirle aynı isme sahip bir tanrıçayla ilgiliydi. kendisi shiva ve eşi sati'nın hikayesinde geçiyor imiş. size biraz da bu efsaneden bahsedeyim.

    sati, shiva ile evlenmek istediğinde ailesi eş seçimi yüzünden karşı çıkar ve sati'nin bu kültüre özgü bir evlilik ritüeli olan kadınların eşlerini seçtiği davete shiva dışında herkesi çağırır. buna rağmen shiva orada bulunur ve ritüel gerçekleşir, sati ile evlenirler. sonrasında tüm tanrıların davetli olduğu kutsal ateşle ilgili bir ritüele bu çifti çağırmaz sati'nin babası. bunu saygısızlık olarak gören sati, babasını protesto eder ve eşinin onuru adına kendini kutsal ateşle kurban eder, ruhunun bu formundan bir yoga pratiğiyle ayrılır.

    bu acısıyla shiva, sati'nin bedenini omzuna atar ve tandava denilen dansına başlar, aynı zamanda huxley'nin ''ada'' kitabında karşıma çıkan nataraja sembolü shiva'nın bu dansının figürüdür. evrensel dengeyi bozan bu yıkıcı dansı bir gece, bu süreçte örgülerinden yarattığı iki ilahi varlıktan birinin sati'nin babası kral daksha'yı yakalamasıyla yıkımdan kutsama dağıtmasına dönüşür. (nataraja'nın tam da sembolize ettiği şey de budur; yıkmak ve yapmak) (bkz: nataraja)

    bu dengesizliğe bir son vermek ve shiva'ya sakinliğini getirmek isteyen lord vishnu, disk silahıyla (sudarshana çakra) shiva'nın taşıdığı sati'nin bedenini parçalara ayırır ve parçalar dünya üzerinde belli yerlere düşerler, bunlara da shakti peetha adı verilir, bu yerler şu anda mabet yeri görevi görmektedir . efsanenin daha sonrasında ve birkaç varyasyonunda shiva'nın sakinleşmesinin bir nedeni de sati reenkarne olduğunda onunla evleneceğini bilmesidir.. (bu arada sati, hint mitolojisindeki ana tanrıça, supreme goddess, olan shakti'nin bir yönü olarak ibadet edilir.)

    (ayrıca bir yıl önce yaptığım bir okul ödevimde karşılaştırmalı olarak dinler arası ölümden sonraki hayat inancını araştırıyordum ve seçtiğim konu semavi dinlerle doğu dinleri/felsefelerinin karşılaştırmasıydı. tam olarak orada da benzer bir ritüelden bahsetmiştim. ritüele göre ölen kişinin yakılması ve ganj nehrine dökülmesi gerekmektedir. bunun nedeni, ölen kişi ve kalanlar arasındaki bağı kesmektir. ölen kişiyle devam eden fiziksel temas ve manevi temas, dünyada yaşamaya devam edecekler için bir engeldir ve aksi takdirde bu bağ kesilmezse hayatına eskisi gibi devam etmesi zorlaşabilir; ayrıca ölen kişinin de bağı tamamen dünyayla kesilmemiştir ve ruhu bedenine geri dönmek ister. bu nedenle ganj nehrine küller dökülür ve dünyanın her tarafına yayılır. bana sorulursa sati'nin hikayesiyle alakalıdır bu noktada. çünkü ayrıca ganj nehrinin shiva'nın saç örgüsünden akan bir nehir olduğu düşünülmektedir. shiva, ilk dünyaya geldiğinde gücüyle zarar veren bu nehri saçlarından bir örgüye alıp sakince himalaya'nın yamaçlarından akıtır.)

    daha sonrasında sati, parvati olarak yeniden doğar ve shiva ile o formda yeniden evlenirler. kamakhya'ya dönersek, sati'nin düşen beden parçalarından biri genitali ve rahmidir. bunlar, hindistan yarımadasındaki kamarupa bölgesine düşer. daha öncesinde de shiva'yla gizlice görüştüğü bir yer olduğunu okudum. orada da kamakhya tapınağı kurulur.

    bu inancı takip edenler düşen rahmin, vulvanın ve 'kaynağın' bir kadın formunu aldığını ve bunun tanrıça sati formunda tanrıça kamakhya olduğuna inanırlar. doğumu sigeleyen ve ana tanrıça olan sati'nin (tanrıça shakti'yle paralel olarak bir yönü) rahmi her yıl kutsanır; aynı insanların doğumu gibi dünya da sati formunda kamakhya'nın rahminden çıkar. bu yüzden düzenli olarak tanrıçanın mensturasyonu bir toplulukla kutlanır.

    kamakhya yakınındaki brahmaputra nehri, ana tanrıçanın 3 günlük mensturasyon döneminde, haziran ayı, kırmızı akar. bazıları bunu mucize, bazıları yüksek demir ve zincifre cevheri yüzünden olduğunu ve bazıları da insanların/rahiplerin bilerek nehri renklendirdiğini düşünmekte okuduğum yerlere göre.

    benim için ilginç olan da, hikayeye geri dönersek, bu tesadüfler yaşanır iken kendi menstural dönemimin üçüncü gününde olmam idi.

    işte yol yolu açtı ve bu vesileyle dünyanın bir köşesinde yepyeni bir yer bulmuş ve hayatımda rastgele karşıma çıkıp uzunca bir süre vakit ayırdığım kültürlerden birine daha kavuşmuş oldum. en azından bir gün hindistan'a gittiğimde nereyi ziyaret edeceğimi biliyorum ya da şu anlık hangi isimlerin beni çağırdığı ve onlar üzerine araştırma yapmak istediğimi de. hatta getirileri sadece bir mitolojik hikayeden fazlası oluyor elbette.

    bazılarına bu rastlantılar deli saçması gelebilir, ama ben hep böyle şeylere hayatımızda bir yer ayırmamız gerektiği fikrindeyim. noktaları birleştirmek ve büyük bir resmi görmek adına. zihnimiz, bedenimizin doğasına uymamız gerektiği kadar onun doğasına da uymamızı ister.

    biri spiritüel desin, biri evrenin kuralı desin biri tamamen tesadüfi (ki öyle olsa bile o da başka bir kapıya açılır) desin. ne olursa olsun, ne anlama gelirse gelsin çıkaracağı yolu şu an bilmemenin keyfini ve heyecanını yaşıyorum. bu ister dünyanın en manevi deneyimi ya da entelektüel birikimi olsun birkaç gündür bulutlar üzerinde uçan kafamın yönlendirilmiş bir güçle savrulmasının bana müthiş bir huzur verdiği kesin.

  • flectere si nequeo superos, acheronta movebo.

    ''tanrılara (cennete) boyun eğdiremezsem, cehennemi ayağa kaldırırım.''

    romalı şair virgilius'un aeneis destanından bir alıntıdır. direkt çevirisi: ''eğer üstün güçleri saptıramazsam, acheron* nehri'ni yerinden oynatacağım.''

    freud 'rüyaların yorumu' adlı kitabında bir nevi bu alıntıyı motto olarak kullanmıştır. buradaki kullanımı psikanaliz anlamında bilincin güvenli, pürüzsüz ve günlük güneşlik yolundan ayrılıp bunlardan ziyade onun, rüyaların karanlık dünyasına adım attığını söylemektedir. değiştirmeye inandığının ve yaptığı şeyin cesur olduğunun bir simgesidir. bence freud'un kullanımı gidilmeyen yol şiiriyle daha güzel anlaşılır. o yolu gitmeseydi...

    virgilius'un destanında ise orijinal olarak juno'nun girişimleri için kullanılmıştır. destanın baş kahramanı aeneas'ı bir türlü yenemeyen juno, cehenneme/yeraltına başvurur ve alecto'yu çağırır. alecto, yunan mitolojisindeki erinyelerden biridir. erinyeler evrenin düzeninin bozulmaması adına insan-tanrı demeden başkasına zarar verenleri merhametsizce cezalandırırlar ve vicdanı simgelerler. iki kız kardeşinin yanısıra alecto, öfkelerden biridir. (the fury)

    kendi çevirimle bir araştırmadan alıntı yapayım;

    ''virgilius, latium için olan mücadelelerinde aeneas'ı bekleyen yenilenmiş acılar dönemini, kasıtlı olarak aeneis'in birinci bölümünün başlangıcına karşılık gelen sahnelere paralel sahnelerle tanıtır. her durumda, juno düşmanının sahip olduğu iyi talihi görünce şaşırır, öfkelenir ve duygularını monologa döker; her durumda, düşmanını yok etmek için küçük bir tanrı (yarı-tanrı) kullanır; her durumda, emrine derhal uyulur ve felaket meydana gelir. ama gerginliği arttırmak gerekli olduğu ve ikinci ve son intikam girişiminin güçlü bir etkiye sahip olması gerektiğinden, planı her açıdan daha çarpıcı bir şekilde tanıtılmalıdır. bu juno'nun monologunda ustaca başarılır; truva atlarına karşı nefret, diğer başarısızlıklarda hayal kırıklığı, haksızlığa uğradığı ve küçük düşürüldüğü kanaati - tüm bunlar her zamankinden daha güçlü terimlerle ifade edilir.

    bu tam da planlarının kaçınılmaz olarak boşa çıkacağını gördüğündendir ki, hala şansı varken mümkün olan en büyük intikamı alma konusunda duyduğu ezici arzunun hiçbir sınırı yoktur. muhteşem bir alıntı ile ''flectere si nequeo superos, acheronta movebo'' 'if ı cannot change the will of heaven, ı shall release hell' eskisinden daha güçlü bir müttefiğin desteğine başvurur. rüzgarların hükümdarı, olimposlu tanrıların masasına konuk olmuş barışçıl aiolos yerine, sadece olimposluların değil, aşağı dünyadaki tanrılar tarafından bile nefret edilen bir canavarı yeraltından çağırır: insanları deli eden 'öfke' alecto.

    doğanın güçlerini çağırmak/salmak yerine, doğanın 183 gücününün verebileceğinden çok daha fazla zarara neden olan ölümlü insanların deliliği, öfkeli tutkuyu salar. bu saman alevi gibi parlayacak bir savaştır ve virgilius ile çağdaşları bunun ne anlama geldiğini çok iyi biliyorlardı. artık cehennem korkunç bir veba bilmiyor; barışın kutsallığını paramparça etmek isteyen herkes aklını kaçırmış olmalı. sadece virgilius'un çağdaşlarının hissettiği savaşın genel tiksintilerini paylaşanlar, şairin onu neden alecto'nun eseri yaptığını tam olarak anlayabilir.''

    şöyle justor - juno in the aeneid makalesinde daha detaylı bir anlatısını bulabileceğinizi düşünüyorum.

    *akheron, acı ve kederin ırmağıdır. hades'in beş ırmağından biridir. daha sonra, efsanelere göre, acheron titanlar işe şavaşırken onlara su taşırır ve zeus ile olimposlular kazandığında onu nehire dönüştürürler. ölülerin ruhunu kharon burada taşır (geleneklere uygun gömüldüler ise) ve çamur akıntısıyla onları diğer kıyıya götürür. aksi durumunda ruhlar inleyerek nehirde dolaşıp dururlar. ırmağın diğer tarafına canlı geçebilenler sadece herakles ve orpheus'tur.
    ovidius, acheron'u tıp tanrısı (bkz: panacea nedir?) daha önce bahsettiğim panacea'nın babası olan askalaphos'un babası olarak anar.**

    kaynakça:
    - virgil's epic technique, part ii, allecto, first part, allecto personifying discord, u niversity of california press, e-books collection, 1982-2004
    - shmoop editorial team. "virgil quotes." shmoop. shmoop university, ınc., 11 nov. 2008. web. 17 apr. 2023.
    - if i cannot move heaven, i will raise hell, springer, francesco garibaldo, emilio rebecchi, march 2021, ai and society.
    - hades'in 5 ırmağı ve minemosyne, mitoloji, mistikalem**

  • amantes sunt amentes

    'aşıklar çılgındır' anlamına gelen latince bir deyim.

  • !kitap okuma alışkanlığı

    ilk başta öğretilmiş bir alışkanlıktır. yetiştiğiniz insanların okuma alışkanlığından da etkilenir . eğer ki henüz küçük bir çocukken elinize verilip yanınızda sizinle beraber okunuyorsa, size hediye ediliyorsa ve ballandıra ballandıra anlatılıyorsa kendinizi öğrenmekten alamazsınız. yepyeni bir dünyaya açılan kapının tadını alan çocuk, sonraki yıllarında da bu tadı bırakamaz ve tattıkça tatmak ister. bağımlılıktır. elinde somut bir kitap olmasa bile hiç durmaksızın okuma halinde bulur kendini ve yaşamını/seçimlerini şekillendirmesinde bu büyük bir rol oynar.

    ikinci olarak da, tabii en önemlisi, büyük bir açlık ve özlem vardır okuyanların içerisinde ve bu bağımlılıkta. açlık, hem bilgi hem de hislere ve bu nedenle yeni olan her şeye duyulan bir şeydir. bu hislerden de özlem gelir; hiç bilmediğin yerlere ve tecrübe etmediğin yaşamlara duyduğun özlemi ve empatiyi de böyle karşılamaya çalışırsın. yani bilmediğin bir özlemin aynası olur kitaplar.

    peşi sıra bitmek bilmeyen bir kitap alma hastalığını da getirir. araştırdıkça araştırır ve aldıkça alırsın. herkesin oturtamadığı bir şey olmasının nedeni de, hem öğretilmemesi hem de ilgi, merak ve hayal gücünün açlığının bu kişiler için bir yerde sınırlı olmasındandır. öğretilmemesinin tek başına bir neden olmadığını düşünmem, ileri yaşta öğrenme merakına sahip insanların bu alışkanlığı edindiğini gözlemlediğimdendir.

    arada sırada ciddi reading slump'a girildiği olur, can sıkıcıdır ama damağınıza uygun tek lokmalık bir kitapla çıkılabilir. (neden yemek terimleriyle gidiyorum bilmiyorum)

    bir de vakti zamanında çok okuyup yaşlandıkça bu alışkanlığı körelmiş insanlar mevcut. yeterinden fazla okumalarına (ki bu pek de mümkün bir şey gibi değil), bir süre sonra teknolojinin hayatlarına girmesine veya yoğunlukla gelen zihin yorgunluklarına veriyorum. çünkü hala gündelik yaşamlarında araştırmayı bırakan kişiler değillerdir.

  • hürriyet nedir?

    (temiz hissettiren..) rüzgar hürriyettir. gülmek hürriyettir. çıplak ayaklarının soğuk ve ıslak toprağa bastığında, olan tüm düşüncelerinin gittiği o kısacık saniye pür hürriyettir.

    müziğin vurduğu bam telin ruhunu arşa çıkardığı o bir anlık his hürriyettir. kanının sinirden kaynatıp gözlerinin değişim hissiyle kaynadığı an gerçekten hür olduğunu fark ettiğin andır.

    kısacası seni andan alıp 'o ana' fark ettiren her saniye hürriyettir. şarap içtiğinde ağzından kontrolsüz dökülen her kelime seni ona iter ve yaşadığın dalgınlıkla eğer o anın hiç bitmemesini istiyorsan bu da hürriyet özlemidir.

    bir kaynak yok, illa da olacaksa hür bir bireyin hür kaynağı.

  • üvercinka

    aynı zamanda cemal süreya'nın üvercinka şiirinin bulunuduğu 1958'de çıkan ilk kitabının adıdır. içerisinden 'adam' başlıklı şiirini paylaşmak isterim. yağmurlu günlerde yollarda yürürken hatırlamanız adına.

    ''adam şarpkasına rastladı sokakta
    kimbilir kimin şapkası
    adam ne yapıp hatırladı
    bir kadın hatırladı sonuna kadar beyaz
    bir kadın açtı pencereyi sonuna kadar
    bir kadın kimbilir kimin karısı
    adam ne yapıp yapıp hatırladı.

    yıldızlar kıyamet gibiydi kaldırımlarda
    çünkü biraz evvel yağmur yağmıştı
    adam bulut gibiydi, hatırladı
    adamın ayaklarının altında
    yıldızların yıldız olduğu vardı
    adam yıldızlara basa basa yürüdü
    çünkü biraz önce yağmur yağmıştı.''

    1953

  • tanka nedir?

    genellikle 5 satırdan ve 31 ya da daha az heceden oluşan kısa 1200 yıldan fazla bir tarihe sahip klasik japon lirik nazım türüdür.

    "the hot water in
    the abandoned kettle
    slowly cools
    still carrying the resentment
    of colder water"

    -tada chimako

    ilk çıkışı 8. yy'da man'yoshu'nun zamanında uzun şiirleri kısa şiirlerden ayırmak için kullanılmasıyla başlamış ve bunlara 'waka' denmiş. ancak 'kokinshu' adlı waka şiirlerin bulunduğu derelemeden sonra japon edebiyatında bu şiirler popülerleşmiş ve 9.yy/10.yy arasında, başta gelen formlardan biri olmuş. aynı zamanda modern haiku'nun gelişiminde önemli bir yere sahip olan masaoka shiki, 12.yy başlarında waka'nın yenilenip modernleşmesini öne sürerek 'tanka' terimini getirmiş.

    5,7,5,7,7 veziniyle yazılan tanka'lar bazı yerlere göre ritmik bazı yerlere göre ritmik olmayan şekilde yazılıyor. bu şiirlerin başlıkları yoktur ve konuya odaklanır. bir sürü dönemde şekli ve içeriği değişmişse de hep duyguların şiiri olmuştur. haiku'ya kıyasla daha eski olan bu form, haiku'nun tersine metafor kullanır ve bir alıntıya göre doğa ile alakalı yazılan tanka'lar uzun haiku'lara benzese bile tanka'nın konusu çoğunlukla insan ilişkileri ve şairin duygu durumuyla ilgilidir. aynı yere göre en iyi tanka, yazarın duygusal hayatını dış elementlerle yansıtmasıyla oluşur.

    ''sahnenin arkasında şairin otobiyografik anı var'' - sanford goldstein

    kısa olması ve gündelik şeylerden bahsiyle yeterince duyguları benimsemediği sanılsa da bir anlığına tüm duyguları ve deneyimi içinde barındırabilir türden şiirler bunlar. karmaşıklığı şiirin ortasında, ikinci veya üçüncü satırlarda, gizli bir değişim ya da beklenmedik bağımsız olaylardan bahsetmesidir. bazen uyumu burada yakalayan tanka'lar bir arada duramayan satırlar gibi de görünse de bu analitikten ziyade sezgisel bir tür olmasındandır.

    antik dönemde waka olarak anılan tanka, iki kişinin düz yazı yerine bu formda mektuplaşmasıyla yaygındı. bu yüzden de aşıkların kullandığı bir nazım türüydü. yukarıda bahsettiğim kokinshu, kokin wakashu'nun kısaltmasıdır. bu derlemedeki 20 bölümden 5'i de aşk hakkındaki waka'ların derlemesidir. murasaki shikibu'nun the tale of genji kitabı gibi yerlerde de bu konuya değinilmiştir, lakin aristokratlar üzerinden örneği görülür (bazı yerlerde ilk roman olarak sunulur) daha sonrasında aristokratlar tarafından epey benimsenmiş olan waka, belli olaylarda insanların üstü kapalı ve imalı şekilde uygun wakaları ezbere okuması gibi bir geleneğe dönüşmüş. bir de seremoni gibi, beste ve sunumun önemli olduğu belirli durumlarda yapılan (occasional poetry) waka partileri var imiş. bir de yarışmalar. 800'lü yıllara dayanan bu yarışmalar ise ilk başta eğlence için başlamış olsa da zamanla bu şiir geleneği ciddileşerek estetik kaygısı güden derin yarışmalara dönüşmüş. ortaçağ japonya'sında da tanka bir nevi sınıf gözetmeksizin milletçe zaman geçirme aktivitesi haline bürünmüş.

    modern zamanda şairler toplanıp magazinlerde şiirlerini yayınlayıp tanka'yı canlandırana kadar, haiku'nun tarihine önemli bir bölüm olmuştur.

    meiji dönemi, 1800'lerde masaoka shiki, binlerce yıldır süre gelen kokin wakashu'nun tarzına feminen der ve man'yoshu'daki waka'ların daha erkeksi olduğunu savunarak antik şiirin belki en iyi waka ustası fujiwara no teika'dan eğitim almış olan minamoto no sanetomo adlı kamakura shogun yönetiminden üçüncü shogun'un tarzını takip eder. ve man'yoshu şeklinde waka yazar. o dönemin sonlarına doğru, yosano tekkan (mahlası yosano hiroshi) myojo adlı bir dergide birkaç şairle beraber yazar, ancak kısa ömürlü olmuştur. o zamanlar lise öğrencisi olan otoru yoi (daha sonrasında akiko yosano, aynı zamanda yosano tekkan'ın eşidir) ve ishikawa takuboku da bu dergide yazmışlardır.

    masaoka shiki'nin ölümünden sonra, taisho döneminde `mokichi saito `ve arkadaşları man'yoshu'yu metheden 1908 - 1997 yılları arasında aktif olmuş araragi adında bir edebiyat dergisi yayınlarlar. araragi modernleştirse de aynı zamanda sarayda waka gelenek olarak sürüyordu. imparator her yıl 1 ocak'ta yeni yıl ile utakai hajime adı verilen özel ya da halka açık utakai/waka okuma partileri düzenliyordu. halka açık okumalarda kendisi de bir waka yayınlıyordu.

    ikinci dünya savaşından sonra ününü yitirdi, ta ki 1980'lerde makato ooka gibi modern şairlerin bu formu canlandırıp zamanın okuyucusuna sununcaya kadar. 1987'de salad anniversary adlı en iyi satanlar koleksiyonunda şair makato ooka tanka'nın yeniden canlandırıcısı olarak isimlendirildi. bu şairin tanka'ları 20 yıldan fazla japonya'nın en ünlü dört gazetelerinden biri olan asashi shimbun'da haftanın yedi günü yayınlanmıştır.

    günümüzde hala tanka yazan şair toplulukları bulunmaktadır, hatta çoğu gazetede tanka köşesi bulunup amatör ya da profesyonel tanka şairlerinin eserleri paylaşılmaktadır. ve japon imparatorluk ailesi de her yeni yıl için tanka yazmaya devam etmektedir.

    şahsen başka işlerinden tanıdığım tereyama shuji, yukio mishima ve `chuuya nakahara `gibi yazarlar da tanka yazmışlardır. bu içerikte muhteşem bir film yönetmeni olan tereyama'dan bahsetmek gurur vericidir.

    kaynaklar:
    from the forest of eyes by tada chimako, translated by jeffrey angles.
    tanka society of america, what's tanka?
    keene, donald. a history of japanese literature: volume 1. ny: columbia university press
    beichman, janine (2002). masaoka shiki : his life and works
    sfetcu, nicolae (2014-05-12). poetry kaleidoscope
    mulhern, chieko ımrie (1994). japanese women writers: a bio-critical sourcebook
    tanka poetry defined: 3 examples of tanka poems

  • tanka nedir?

    kalbimi bıraktığım tanka örneği de (ki orada tanımıştım) makato shinkai'nin kelimeler bahçesi anime filminden bir karşılıklı konuşma. spoiler olabilir mi bilemedim. filmi sadece muhteşem görüntüleri için bile izleyebilirsiniz. yeterince şiirseller...

    "hafif bir alkış bırakır fırtınalar (narukami no sukoshi toyomite)
    bulutlar sarar gökyüzünü (sashi kumori)
    bir ihtimal yağmur gelse (ame mo furanu ka?)
    o zaman, benimle kalır mıydın…? (kimi wo tomdomemu)"

    gelen cevap:

    "hafif bir alkış bıraksa fırtınalar (narukami no sukoshi toyomite)
    bıraksa yağmur yağmayı bile. (furazu to mo)
    ben gitmez burada kalırdım. (warewa tomaramu)
    seninle birlikte. (imoshi todomeba)"

/ 3 »