favorileri (23)

başlık listesine taşı
  • zilan deresi ve dersim olayı ?

    sosyal bilimlerde kimse tam olarak tarafsız sayılamayacağından önce bir tarafın sonra da diğer tarafın argümanlarını okuyup sentez yapmayı önerdiğim başlık.

  • erken boşalma

    yıllar önce tanık olduğum bir diyalogu aklıma getiren söz öbeği.

    bir arkadaşım(ahmet olsun), başka bir arkadaşın(bu da mehmet olsun) eski sevgilisiyle bir ilişki yaşamaya başladı. sonra hanımefendi, ahmet'i terk ederek mehmet'e geri döndü. birbirine gerçek bir sevgi duyan bu iki arkadaşın arası, bu yaşananlardan sonra epey açıldı.

    ben de ikisiyle de uzun süren arkadaşlığım nedeniyle aralarındaki bu meselenin halli ve eski günlerdeki neşemizi tekrar yakalamak için ikisini de bir akşam kadıköy'de oturmaya çağırdım. birbirlerinden haberdar olmayan bu ikili, şüphelenmeden teklifimi kabul ettiler. gidip bir mekana oturduk.

    tabii, havada soğuk rüzgarlar esiyor ama içkinin de sağlamış olduğu sosyal rahatlıkla eski günleri anıyor, anıları birbirimize hatırlatıyoruz. birkaç saat geçtikten sonra aralarındaki meselenin halledileceğine olan inancım arttı.

    fakat, tam da bu sıralarda, bir daha kimsenin ikili ilişkisine karışmamam gerektiğini anladığım şu diyalog gelişti:

    ahmet: erken boşalıyormuşsun?
    mehmet: annen mi söyledi?!

  • en iyi piyano markaları hangileridir?

    en iyi piyano markalarından bazıları steinway ve bosendorfer olarak bilinir. daha uygun fiyatlara sahip akustik, dijital ve hybrid piyanoları da yamaha, kurzweil, kawai gibi markalar üretiyor.
    (bkz: nüansmüzik)

  • sanatçı

    özgür ve özgün bir yaratma gücüne sahip kimsedir.

  • ahlakın evrimsel başlangıç noktası neresidir?

    tomasello'ya göre "büyük maymunların karşılıklı bağımlı oldukları akraba ve arkadaşları için sergiledikleri olumlu sosyal davranıştır(1)."

    büyük maymunlar genelde akrabalarıyla bazen de akraba olmayan grup üyeleriyle-yani arkadaşlarla- olumlu sosyal ilişkiler geliştirirler(2) ancak bu hayatta kalmak için birbirlerine muhtaç olmadıklarından buradan daha ileriye gidecek bir örgütlenme ve ahlaki zemin geliştiremezler.

    kaynak:

    1- tomasello, m. (2017). insan ahlakının doğal tarihi (2. bs). koç üniversitesi yayınları.s.13
    2- seyfarth, r.m.,& cheney, d.l.(2012). the evolutionary origins of friendship. annual review of psychology, 63, 153-177.

  • dünya bu (dizi)

    senaristliğini erman çağlar, ozan akyol ve volkan öge'nin üstlendiği gain dizisi.

    ilk bölümü 4 farklı hikayeden oluşmaktadır.
    1- sokak satıcıları convention
    2- her şeyi reddeden misafir
    3- olay yeri inceleme
    4- bizim oralarda bi laf vardır.

    öncelikle daha evvel rüyasında kalt'a girme sınavına katılıp odadan kovulmuş bir insan olarak ( buradan daha net anlaşılabilir ) beklentilerim fazla yüksek olduğundan tam beklentilerimi karşılamamış olabilir.

    birinci hikaye, sokak satıcılarının tam olarak ne dediklerinin anlaşılmıyor oluşunun beyaz yakaca ele alınışını anlatan ve konuyla ilgili akla ilk etapta gelebilecek tüm şakaların yapıldığı bir hikaye. hikayedeki en komik şey amatör oyuncuların acemilikleri olabilir. hikaye bir yere gidecek ve esas şaka gelecek diye bekliyorsunuz, gelmiyor. puanım: 4/10.

    ikinci hikaye hepimizin yakında tanıdığı o her şeyi reddeden misafirle ilgili. ne denirse reddediyor ve tabi olaylar çığrından çıkıyor. absürdlüğün eleştirel sınırlarında tatlı bir hikaye olmuş ama tekrar açıp izlenir mi emin değilim. daha çok kızılan bir durum iyice köpürtülerek ortamlarda sık sık referans alınmasını sağlamak için yapılmış gibi. gibi dizisindeki yan parçalardan biri niteliğinde ancak haberdar olunmaması sosyal medya ortamlarında prim kaybına yol açabilecek bir hikaye. youtube kafasının yoğun olduğu bir hikaye olmuş. puanım: 5/10

    üçüncü hikaye olay yeri inceleme. kalt kanalının daha önce buradan görülebilecek içeriğinin kötü oyuncular eklemiş versiyonu. can bonomo bile bence buna biraz bozulmuştur. ne ara kendilerini tükettiler de tekrara düştüler diye. puanım: ayıp ayıp.

    dördüncü hikayeyi 2000'li kardeşimle beraber izledik ve dedi ki "kötü şaka yapınca ben ve agalar". hikaye güzel bir arkadaş ortamı boş-hoşluğu ile açılıyor sonrasında arkadaşlardan bir tanesi uzun uzun eşek s.kmenin inceliklerini anlatıyor (tabi bunu duymuyor sadece jestlerden takip ediyoruz) o sırada insanlar kusuyor, ayılıyor bayılıyor neticesinde özel harekat polisleri gelip adamı alıp götürüyor. sorguda adam kötü hikayeler anlatmaya devam ediyor ve sorgu yapan polisi öfkelendiriyor. sonrasında ise amir gelip aynı "bizim oralarda derler ki" muhabbetini açıyor ve burada hikaye bitiyor. yine aynı şeyi söylemek gibi olacak ama sosyal medyada etkileşim almak için özel çaba harcanmış, anlatım özellikle olabilecek en basit noktada tutulmuş gibi. puanım: 4/10

    bu arada kendimle kalt arasındaki ilişkiden bahsedeyim. ben erman çağlar'ı fermuardan beri takip ediyorum. "o sırada erman çağlar"'ı olsun, "yerden taş al" videosunun olduğu ismini hatırlayamadığım deneysel sitesi olsun her zaman mizahına gülmüşümdür. kalt'ın da yorum destek atanları video sonuna eklemeye başladığı ilk videoda youtube nickim görülebilir. hasılı bu işi görünce aklım gitti sevinçten. fragman ise iyice hypeladı beni. ancak maalesef gördük ki bu diziyle ilgili en güzel şey fragmanıymış.

    şimdilik kalt ekibinden beklediğimiz işlerin epey altında kalmış gibi görünüyor. ancak sonraki bölümlerinde gittikçe iyiye gideceğine dair inancım tam. ilk akıllarına gelenleri aradan çıkarttıktan sonra eminim ki orijinal ve derinlikli hikayeler izlemeye başlayacağız.

  • atilla yayla, kemalizm, türkiye ve liberalizm

    bugün atilla yayla'nın kemalizm: liberal açıdan bir tahlil isimli kitabını okudum bu kitabı ya da atilla hoca'nın diğer kitaplarını satın almak için bu linki takip edebilirsiniz.

    bu yazıda kemalizm kitabından bazı parçaları alıp, atilla hoca'nın liberal yaklaşımını daha ileriye götürebilir miyim, daha adilane bir yerden kemalizme yaklaşabilir miyim bunun denemesini yapacağım. en son noktada da öğrencileri ile yaşıt olan bir kimse olarak kendisine bir kaç "yeni kuşak" tavsiyesi vereceğim. umarım standart türk akademisyeni kibrini aşmayı başarabiliriz. zira bildiğim kadarıyla hocası olarak gördüğü insanların eserlerini aşmaya, en azından cüret eden, buna vakit ayıran çok fazla talebe yok.

    hocamız sf.17'de şöyle söylüyor: "türkiye için iyi bir sistem arayışı içerisinde mahalli şartları tek egemen şart haline getirmeme­liyiz. elbette mahalli şartları dikkate almalıyız. ama mahalli şartların esiri olmamalıyız. insanlık tarihi boyunca geçerli olan ideallerin varlığını unutmamalıyız. eğer mahalli şartları aşırı derecede abartırsak, faşistleri de, nazileri de, stalin'i de meşrulaştırmamız gerekebilir. çünkü onların da kendilerine göre şartları vardı."

    metnin geri kalanında da hocamıza eleştirim aslında tam olarak bu hat üzerinden olacak. evet şartlara tamamen teslim olmamak gerekir ancak şartların eylemler ve fikirler üzerindeki etkileri de coğrafyaya ve kültürel gruplara göre aşırı derecede değişebilir. bu sebeple hocamızın çok abartmamamız gerektiğini söylediği şartları tekrar hatırlatalım.

    1927 yılında türkiye'nin nüfusu 13.648.000'dir. bu nüfus içinde okuma bilenlerin sayısı (okuma-yazma değil, çünkü yazma bilenler çok azdır) 1.120.000 kişi, okuma bilmeyenlerin sayısı ise 12.528.000 kişidir. oran olarak, okuma bilenlerin oranı % 8,9, bilmeyenlerinki % 91,1'dir(1). o yıllarda azınlıkların yoğunlaştığı istanbul ve izmir illeri ile memurların çok olduğu ankara ili dışarıda bırakılacak olursa, geri kalan 60 ilde okuma bilenlerin oranının % 6,6 olduğu görülmektedir. başgöz ve wilson (1968)'un araştırması da okulların durumuna ilişkin tabloyu betimlemektedir: 1923–1924 öğretim yılında, yaklaşık 480 medresede sayıları 6.000–18.000 arasında tahmin edilen bir öğrenci kitlesi okumaktadır. laik denebilecek yaklaşık 4894 ilkokul, 72 rüştiye ve 22 idadi vardır. bu okullarda sırasıyla 342.000 (ilkokula gitmesi gereken toplam çocuk nüfusunun belki de yüze 20'si), 5.900 ve 1.240 öğrenci kayıtlıydı. yüksek öğrenim gören öğrenci sayısı ise 2.900'dür(2).

    şimdi, %90'dan fazlası okuma yazma bilmeyen bir toplum olmaktan daha kötü olan şeyler var. bu şeylerin başında da dini inançların yegane hakikat kaynağı olması meselesi gelmektedir. türkiye demokrasisinin neden zamanında tam olarak doğru çalışmadığını sormak yerine, böyle bir şey gerçekten mümkün müydü bunu sormak gerekiyor. ufak bir örnek için şunu hocamıza hatırlatabiliriz: hocam en son kitabınız, türkiye liberalizminin en büyük hocalarından biri olmanıza rağmen kaç sattı? edmund burke'ün 1790 tarihli "fransa'daki devrim üzerine düşünceler" kitabı bir hafta içinde yedi bin nüsha satmıştır(3). bir şey okumayanın herhangi bir ümmiden farkı yoktur veczinin ışığında, dönemin türkiye'si için liberal gelenekler ile birlikte hareket etmek şöyle dursun liberalizm neredeyse duyulmamıştır bile diyebilir miyiz? bu nokta gerçekten önemli.

    yine aynı sayfada hocamız "diğer taraftan, evrensel geçerliliği olan değerlerin türki­ye'de kök salabilmesi için mutlaka yerli kaynaklada irtibatla­rının kurulması gereklidir." dedikten sonra bu yerli kaynakları atatürk ve islam olarak tanımlıyor ve ekliyor: "eğer liberalizm, piyasa ekono­misi, liberal demokrasi gibi değerlerin islam'la hiçbir şekilde bağdaşmaz olduğu yolunda bir kanaat türkiye'ye hakim olur­sa, peşinen söyleyelim ki, bunların hiçbir şansı yoktur." islamla liberalizmin bağdaşması katoliklik ile liberalizmin bağdaşması nasıl olduysa öyle olabilir ancak. müslümanların yoğun olduğu topraklar otuz yıl savaşları gibi bir din savaşı asla yaşamadığından herkesin dini kendine anlayışı, hala bile türkiye'ye hakim olmamıştır. islam, tarihinde hiç bir zaman görüşlerden bir görüş, dinlerden bir din olarak görmemiştir kendini. bilakis her zaman devlet aygıtını ele geçirmeyi ve türkiye'yi islami ahlak kuralları dahilinde, yani şeriat ile yönetmeyi amaçlamıştır. 100 yıllık kemalist vesayet bu "devleti ele geçirip onu şeriatla yönetme" kafsını yenememiştir ve bugün eğer devlet dairelerinin tarikatlar arasında liyakat ve şeffaflık gibi değerler hiçe sayılarak pay edildiğini görmüyorsanız sizi 2008 yılının atilla yayla'sına havele ediyorum. 20 senelik akp iktidarı döneminde de islam'ın değil liberal değer yargıları ile uyuştuğunu bilakis, liberal değer yargılarına saldırdığını görmek için de alim olmaya gerek yoktur.

    inanmıyorsanız freedom house'a soralım; türkiye 2001 yılında kemalist vesayetin sokaklarda tanklar yürüttüğü zaman "partly free" iken(4) 2022 yılında "not free" statüsüne düşmüştür(5). yani demokratik akp türkiye'si, totaliter kemalist türkiye'den daha az özgürdür.

    sadece türkiye'de değil tüm sapiens gruplarında, bir din hakikat tekeli olma iddiasından vazgeçtiği anda tüm ciddiyetini yitirir. bu sebeple de dinde ahlakın kişiselliği ve çoğulculuğu oksimoron bir konsepttir. fransa örneğinde kendisine liberal diyen bir grup katolik din adamı bile ortaya çıkmıştır (bkz: l' avenir gazetesi). ancak çok geçmeden gerçek katoliklerden yani papalıktan liberalizme karşı gerçek görüş ortaya konmuştur, aynen aktarıyorum : "france's church hierarchy publicly censored these views(liberalizm ve katoliklik birbirine düşman değildircilik), and l' avenir lasted only one year. then, in an act that would have momentous consequences for the history of liberalism, pope gregory xvı released his encyclical mirari vos (1832), reprimanding all catholic liberals. not mincing his words, he called liberalism a deadly "pestilence" because it led to religious indifference and caused people to question the obedience they owed their governments. the pope explicitly condemned the separation of church and state and freedom of conscience; he even defended book burning."(6)

    yani, ya liberalizm hakikatin tekele alınamayacağının herkese kabul ettirecektir ya da din ile bir bağlantı kurması mümkün değildir. devrim zamanının fransa'sında, hocamızın da çok iyi bildiği gibi kemalist vesayeti devede kulak bırakacak gelişmeler yaşanmıştı. ancak bu tartışmaya burada uzun uzadıya girmeye gerek yok. eleştiriye dönersek dinin liberalizm ile uzlaşacağını düşünmek ya dini bilmemek ya da liberalizmi temel değerlerinden kolaylıkla taviz verebilecek bir fikir olarak değerlendirmek anlamına gelir. türkiye'de tam olarak bu yazının yazıldığı gün, liberal değerlerle barışık olduğunu iddia eden dini-siyasi hareketin, tam olarak anti liberalizmin kalesi olduğunu anlayabilmek için biraz tarafsız olmaktan başka bir şeye ihtiyaç yoktur. hocamızın 2008'de kemalistlere önerdiğini, bir klasik liberal olarak kendisine önermekten çekinmeyeceğim.

    hocamızın aşırı iyimserliği ve yılların verdiği kemalizm tiksintisi akp hareketinden haddinden fazla ümit bağlamasına sebebiyet vermiştir. örneğin bir cümlesi şu şekildedir: "türkiye'de şu anda bir süreç işliyor. islamcı camianın çeşitli faktörlerin etkisiyle bir ölçüde liberal demokrasiye ve piyasa ekonomisine daha yakın hale geldiğini kendi gözlem­lerimden söyleyebilirim. aynı şey atatürk'ü izleyenler arasın­ da da gerçekleşmelidir ve bu noktada celal bayar'ın tarihi bir fonksiyonu olabilir." burada islamcıların liberal değerleri sindirmekte kemalistlerden daha ileride olduğunu ima etmektedir. 2008'de kesinlikle haklıydı, bugünün türkiye'sinden tekrar sormak isterim kendisine, hocam hala aynı fikirde misiniz?

    hocamızın temel iddialarından biri kemalizmin ifade hürriyeti bastırdığıdır. bu konuda %100 haklıdır. kendi başına gelenler bu durumun belki on binlerce kanıtından sadece biridir. diğeri, kemalizmin bazı tarihi gerçekleri çarpıtmış olmasıdır. bu konuda da hocamız %100 haklıdır. cumhuriyet gökten zembille inmemiş, bir sosyo-kültürel evrim sürecini takip ederek bir noktaya ulaşmıştır. ancak osmanlı'nın son dönemindeki siyasal-sosyal hayatın cumhuriyetin ilk yıllarında olduğundan daha aktif olduğunu söylemek haksızlıktır. zira nüfusun %90'nının okuma yazma bilmediği ve bu istatistiğin değişmesi için bir şey yapılmadığı bir ortamda, büyük bir kaç şehir içindeki toplam sayıları iki bini geçmeyecek insanlar arasındaki tartışmaları sanki osmanlı devleti son döneminde liberal özgürlükler en büyük gündemmiş gibi lanse etmek en hafif tabiriyle kötü osmanlı abartısıdır. üstelik osmanlı'nın son dönemindeki icraatlerden biri olarak 1915 olaylarını hatırlatmakta fayda var, onlar da osmanlı idi değil mi? cumhuriyetin reformları kadar kusurları da osmanlı ile göbekten bağımlıdır bu sebeple, kemalizm cumhuriyet abartısının karşısına muhafazakarın osmanlı abartısını koyarak tarafsız bir bakış açısına ulaşamayız.

    hocamız bu noktada bir parantez açıyor ve "en başta vurgulanması gereken husus, liberal düşüncenin reform yapılmasına olumlu bakabileceği, ancak, reform çabalarının bir tür devrime dönüştürülmesini hoş karşılamayacağıdır." buyuruyor. kendisine 1789'dan başlayıp turuncu devrime kadar olan tüm süreci hatırlamak gerekiyor mu gerçekten? liberallerin krallarını ve kendilerinden olan pek çok liderlerini giyotine yolladığını, kiliseleri gerçekten ahır yaptıklarını, takvim sistemlerinden gün sistemlerine kadar hemen her meselede radikal devrimler yaptıkları, 1830-48 devrimleri bilinmemekte midir? elbette bu değişikliklerin halkın tepkisinin çektiğini napolyon'un imparator olarak geri dönüşünden anlayabiliriz ancak yine de liberalizmin devrime hoş bakmadığını söylemek onu muhafazakar pencereden alımlamak ve başka bir tür alımlamanın mümkün olmadığını ima etmektir ki ne tarihsel gerçeklerle ne de liberal tavırla örtüşmemektedir.

    dahası hocamız osmanlı dönemi reformları ile cumhuriyet dönemi reformları arasında şöyle bir benzetme yapmıştır: "türkiye'nin hem osmanlı hem cumhuriyet döneminde re­formlarla ilgili ortak sorunlar yaşadığı görülür. her iki dö­nemde de reformların bir bölümü tepeden inmeci ve baskıcı özellikler taşımıştır. her ikisinde de ana hedef, istisnalar bir yana bırakılırsa, bireylerin özgürlük alanının genişletilmesi ve özgürlüğün kurumsallaştırılmasından ziyade, devletin kur­tarılması veya kurulması ve bireylerin aleyhine olacak şekil­de güçlendirilmesidir."
    şimdi hocamıza sormak isteriz osmanlı'nın son dönemleri ve cumhuriyetin ilk dönemleri arasında hatta bu dönemi 3. selim'in reformlarından başlatalım, kaç tanesi halkın baskısıyla gerçekleşmiştir? fes'in getirilmesi mi, yeni batı tipi okulların açılması mı, ordunun modernleşmesi mi, nüfus sayımları ve kitlesel aşılamalar mı, piyasa dinamikleri mi? bunların hangileri anadolu'da yaşayan insanların özgürlükçü çabalarıyla gerçekleşmiştir? değil liberal tartışmalar, herhangi bir idare sisteminin tartışmaya açıldığından dahi haberi olmayan insanların hayatlarındaki reformlar elbetteki üstten gelecektir ve üstten gelecek reforma karşı duracak yegane kurum dini kurumdur. bu halde çatışma doğal olarak batılılaşmaya çalışan devlet idaresi ve değişim sebebiyle lokal otoritesi sarsılacak olan dini gruplar arasındadır.

    reformlar hususunda osmanlı ile türkiye arasındaki temel benzerlik budur ve bugün hala devam etmektedir. istanbul sözleşmesinden çıkmayı savunan, eğitimin ağırlık noktasını pozitif bilimlerdeki gelişmelerden dini yetkinliğe kaydıran, teknolojik gelişmeleri kültürel hayattan ayrı bir teknik meseleymiş gibi algılayan taraf osmanlı'da da, cumhuriyetin ilk yıllarında da olduğu gibi yine dini kesimdir. reformların, devletin karşısında bireyi zayıflatmak gibi bir amaç taşıdığı yorumuna ise temelden katılmıyorum. zaten mülk olan, tebaa olan halkın hangi hakları vardır ki reformlarla ellerinden alınacaktır? 20. yy başında anadolu entelijansiyası özel teşebbüsün ve ifade özgürlüğünün farkındaydı ancak bunların istenilen sonucu vermesi için gerekli olan temellerin atılması gerekiyordu. kemalizm işte bu temelleri atmanın bir yöntemi olarak düşünüldüğünde liberal düşünce tarihi içinde eleştirilmekten ziyade övülmeyi hakeden bir yapıdır. ilerleyen satırlarda bu düşüncemi daha da net bir şekilde ifade edeceğimi düşünüyorum.

    hocamızın bir diğer iddiası "osmanlı imparatorluğu'ndaki sosyal hayatı çok renksiz ve zayıf gösterme çabaları da gerçeği tahrif etmektedir." cümlesinde tecessüm etmiş, osmalı'da sosyal hayatın renkliliği savunusudur. kadınların başlarını açamadığı bir ortamda sosyal hayatın renkliliğinden söz etmek demek yine hocamızın sevdiği ifadeyle söylersek "ontolojik olarak imkansızdır". hocamızın bugün berlin'e gidecek kadar parası olduğuna, pek çok kereler de yurt dışında bulunduğuna eminim. ancak hususi olarak gençlik sosyal hayatı nasıl anlıyor sorusuna bir yanıt aramak için bir seyahat gerçekleştirirse, sonra türkiye'ye dönerek islam işkencesini başlarını örtmek zorunda kalarak yaşayan yurttaş kızların "razı gelmek zorunda olduğu" sosyal hayat ile karşılaştırırsa bence vurgulamak istediğim noktayı daha iyi idrak edecektir. osmanlı'da evet bir sosyal kültürel hayat vardır, ancak o hayat amsterdam ile ığdır arasındaki sosyal hayat farkı kadar farklıdır, seküler devletlerle kıyaslandığında.

    modernleşme konusunda ise hocamız şöyle söylüyor: "eğitimde, orduda, hukukta modernleşme hareketlerinin de osmanlı'da başladığı ve hatta, geniş bir perspektiften bakıldığında, cumhuriyet fikrinin bu modernleşme sürecinin bir ürünü olduğu açıktır. ve, şüphe yok ki, bu modernleşmenin başını, silahlı veya silahsız bürokratlar değil, politikacılar, yani saray çekmiştir. bu da anlaşılır bir durumdur. kendisini ülkenin sahibi olarak gören monarkların ülkelerinin güçlü ve problem­ siz olmasını arzu etmesinden ve bunu sağlamak için gerekeni yapmaya çalışmasından daha tabii ve daha beklendik bir durum heralde olamaz." öncelikle buradaki monarşi sempatizanı tavrı anlamakta zorlanıyorum. osmanlı'da monark olan sultan'ın sahibi olduğu bir mülk olmak tam olarak neresinden liberal değerlerle uyuşuyor gerçekten dinlemek isterim. ancak daha önemli olan konuya geçmek istiyorum. hocamız cumhuriyetin osmanlı'dan başlamış bir sürecin neticesi olduğu konusunda haklıdır ancak bu modernleşme değil liberal değerleri topluma tanıtmayı amaçlamak, ülkedeki insanların huzur ve güvenini bile sağlayamamakta ve siyasi çalkantıların ortasında bir oraya bir buraya savrulmakta, ara sıra da kitlesel cinayetler işlemektedir. üstelik politikacıların modernleşme girişimleri neredeyse hiçbir zaman liberal değerlerle alakalı değildir, bilakis milliyetçi ya da islamcı fikirlerin her zaman daha önde olduğu görülmektedir. bu şartlar altında sanki osmanlı kendi yağında kavrulmaya devam etse 1932 yılında liberal değerlerin kalesi olacakmış gibi yansıtmak bence, akademik tarafsızlığa uygun düşmemektedir.

    yayla cumhuriyet konusunda tamamen haklıdır. ancak; "cumhuriyet şunu başardı! "cumhuriyet bunu yaptı! " cumhuriyete şunları şunları borçluyuz" türünden sözler, özellikle, 23 nisan, 29 ekim, 10 kasım gibi önemli sembolik tarihlerde kimilerinin dillerinden hiç düşmemektedir. oysa, cumhuriyet, aynen diğer rejimler gibi, bir özne değildir, bir
    şey yapıp ettiği de yoktur. sadece, cumhuriyet dönemi diye bir dönem ve bu dönemde iktidara sahip kişi ve kadroların gerçekleştirdikleri icraatlar vardır." cümlesine karşı, o kadroların yaptıklarının nedeni olarak cumhuriyeti görmeleri bu eylemleri cumhuriyetin eylemleri yapmaz mı diye sormadan da edemeyeceğim. bu basit dilbilgisi meselesini uzatmaya gerek yok.

    önemli bir argüman da cumhuriyetin en az iki döneme ayrılması gerektiğidir. 1923-1946 ve 1950 ve sonrası arasında ona göre "muazzam" farklar vardır. mesela "ilk dönem sistemin halkın hayat se­viyesini yükseltmekte başarısız olduğu, halkın iktidar sahip­lerinden sadece siyasi olarak değil sosyal ve ekonomik olarak da soyutlandığı ve baskı altına alındığı bir dönemdir." ekonomi konusunda yayla haklıdır, türkiye'nin ortalama büyümesi 1923-1950 arası 3.8 iken, 50-80 arası 7.6'dır(7). halkın sosyal anlamda baskı altına alınması ise halkı tanımlarsak değişiklik gösterir. halk şeriatçılarsa evet baskı tartışmasız yüksektir, ancak halk seküler kentlilerse ortadaki politikaya baskı mı denmelidir emin değilim. mesela kemalizm baskı ile insanları aşılamış, baskı ile kız-erkek çocuklarını aynı okulda okutmuş, baskı ile dindarlarda görülen çocuk gelin vakalarını azaltmış, baskı ile kızların okula gitmesini sağlamış, baskı ile insanların sağa sola çaput bağlamamasını sağlamış, baskı ile büyücüleri, cin çıkarıcıları ilh. cezalandırmış, baskı ile insanları tek eşliliğe zorlamış, baskı ile radyolardan klasik müzik dinletmiştir. baskı mıdır? evet. özgürlüğe faydalı mıdır? yine evet. kemalizmin jakoben özellikler gösterdiğini inkar etmek akıl karı değil ancak kemalizmsiz bir türkiye bana britanya monarşisinden ziyade suud monarşisine yakın hissettirmektedir.

    bir diğer iddia "[...] kemalist totaliterizmin dönemin sosyalist ve nasyonal sosyalist totali­ter sistemlerindeki kadar koyulaşmadığı da açıktır. sistemin totaliter rengi bazen koyulaşmakta, bazen, onu otoriterizme dönüştürecek ölçüde soluklaşmaktadır. sistemin almanya ve rusya ölçüsünde totaliterleşmemesinin sebepleri arasında en başta gelenler, gelişkin bir ideolojik temelin bulunmaması ve mustafa kemal'in pragmatik ve hayata dönük kişiliğidir." hocamız burada tamamen haklıdır.

    hocamızın 41. sayfada tek adam sisteminin yaşayan birinin etrafında oluşmasının izah edilebilir olduğunu ancak ölmüş bir kişinin ardından bu şekilde sürmesinin türkiye'ye has olduğunu söylüyor. milyonlarca kemalistin bu şekilde davranmaya devam etmesi gerçekten de tuhaftır ilk bakışta. ancak sormak isterim, bu inancın temelinde ülkenin seküler kanadının atatürk'ten sonra bir daha ateist bir lider bulamaması olabilir mi? ağır bir dinci cehalet altında cumhuriyet ile kazanılmış bir kaç ufak hürriyetin de islamcılar tarafından geri alınması korkusu insanları bu şekilde yönlendirmiş olabilir mi? islamcıların bugünkü iktidarında cumhurbaşkanına hakaretten açılan soruşturma sayısı iki yüz bini geçtiyse(8), hocamızın yakinen bildiği " yargı tacizi"nin mütemadiyen kullanıldığı sonucunu çıkarabilir miyiz? liberallerle yıllarca işbirliği yapan, avrupa birliği'ne girmek için son sürat çalışan, genelevlerden, eşcinsel derneklerden oy isteyenlerin durumu buysa, cumhuriyetin ilk yıllarında olası bir islam iktidarında neler olacağını liberal açıdan konuşmak ister miyiz? türkiye'de kemalizmi var eden sadece asker ve onun demir yumruğu değildir, kemalizmin alternatifinin ne olduğunun halkın bilinçaltında gayet iyi bilinmesidir. nitekim demokrat partinin iktidarı ele aldıktan sonra milli şefi aratacak bir sertlikte toplum üzerine baskı kurduğunu da hocamız ilk defa benden duyuyor olamaz değil mi?

    bir diğer başlık: kemalizm din midir? hocamız neden olmadığını ve olamayacağını çok iyi anlatmış. ancak bu bölümde metnin buraya kadar olan bölümünden alışık olduğumuz muhafazakarlık sinmiş bazı kesitler var. örneğin hocamız "bazı müslümanların koyunun kürkünde, arının peteğinde, karpuzun çekirdeğinde "allah", "muhammed" yazılarını arayışı gibi, bazı kemalistler de dağların gölgesinde atatürk'ün siluetini, kaya parçaların­ da atatürk'ün suretini aramaktadır." derken %100 haklıdır. ancak "bazı müslümanlar depremi ahlakın bozulmasına bağlarken, kimi kemalistler deprem tahribatının sebebini ata­türk'ün dediklerinin harfiyen yapılmamasında bulmaktadır." örneğini verirken kendisine sormak isterim: atatürk'ün dediklerinin harfiyen yapılmaması yüzünden deprem oldu diyen kemalist kimdir ve bu cümle ile ne demek istemiştir? zira islamcılar, gerçekten ahlaksızlık yüzünden deprem olduğunu iddia etmektedirler(9). ki bu adam da en okumuşları. bu yüzden kemalist ile islamcıyı karşılaştırmak seküler bir liberal için kemaliste hakaret sayılırken, görünen o ki muhafazakar bir liberal için normal sayılmaktadır. ne diyelim, yahudi ve hristiyan arkadaşları olduğu için onlardan biri olup cehenneme gidecek ve zamanın sonuna kadar işkence görecek olan hocamız istediği seçimi yapmakta özgür(10).

    sayfa 47'de başlayan atatürk kemalist miydi tartışması ise son derece gereksiz. kemalist sayılsın ya da sayılmasın türkiye'de sekülerlerin gerektiğinde şiddet kullanacak kadar dini cehalete karşıt olmasının ve milliyetçilerin gerektiğinde şiddet kullanacak kadar uniter devlet yanlısı olmasının adı kemalizmdir. darbelerin atatürk adı ile birlikte anılmasında da atatürk'ün bunu beğenip beğenmeyeceğinden ziyade, kemalizm dışında askerlerin elinde normatif bir temelin olmayışı yatar. 60'ta kimi sol-liberal değerler olsa dahi diğerlerinde normatif bir temeli aramak bile nafiledir.

    sayfa 49 itibarıyla da kemalizm bir ideoloji ya da fikir sistemi midir tartışması başlar. yayla ikisi de değildir der ve bence tamamen haklıdır. atatürk'ü yüceltmek için onun genel kültürünün abartmak anlamsız bir çabadır. zira falih rıfkı gibi bir atatürk aşığı bile atatürk için "umumi kültürü sınırlı bir osmanlı subayı"dır der.(11)

    sayfa 53'te ise yayla "türkiye tipi laikliğin gerçekten laiklik olduğunu iddia edebilmek için siyaset teorisinin terminolojisini çok zorla­mak gerekmektedir. din adına veya din yüzünden toplumsal grupların birbirini baskı altına almasını önlemek, yani genel özgürlüğün bir parçası olarak din özgürlüğünü korumak için siyasetin ve hukukun dini etkilerden ve dini etkileme çabala­rından azami ölçüde arındırması demek olan laiklik, türki­ye'de, en azından, dinle ilişkisi kamu otoritesi tarafından belir­lenen bir toplum yaratma teşebbüsüne dönüşmüştür." sormak gerekiyor, din adına, toplumsal gruplardan bir tanesi sürekli sizin bahsettiğiniz şekilde kalanları baskı altına almak istiyorsa ve bu devlet tarafından sertlikle engellenip yerine bundan daha rasyonel, en azından kitabı türkçeye çevirmeyi akıl edecek, bir dini anlayış öneriliyorsa gerçekten burada bir eleştiri yapmak normal midir? hocamızın bahsettiği diyanet işleri ve cumhuriyetin 90'larda yaşar nuri öztürk, bugünlerde de caner taslaman ile yürütülen rasyonel islam hareketidir. bu hareketi tenkide tabii tutmak gerçekten liberal bir tahlil midir yoksa dine seküler aydınlanmasının sokulması karşısında duyulan örtülü bir kaygı mıdır? hocamızın bahsettiği ideal laiklik elbetteki türkiye'ye hiç gelmemiştir ancak yine yukarıdaki soruya dönmek gerekiyor, gerçekten dünya standartlarında bir laikliğin türkiye'ye gelme ihtimali var mıydı? hala bile var mıdır? kemalizm hocamızın da türk akademisyenlerinin de genellikte doğru okudukları üzere pratik bir harekettir. ihtiyacı çözemeye çalışmaktadır ve türkiye'nin o dönemde de bu dönemde de ihtiyacı olan şey tüm dinlere eşit mesafede yaklaşan laiklik değil, bir dinin diğerlerini ezmesine karşı vatandaşını koruyan sert laikliktir. hocamızın buradaki eleştirilerini de liberal cenahtan değil, muhafazakar cenahtan geliyor şeklinde değerlendirebiliriz.

    sayfa 54'te ise artık şaşırtıcı bir seviyeye ulaşan bir eleştiri görüyoruz. atatürk'ün mirası nedir diye soruyor hocamız ve akıl ve bilim cevabı karşısında liberal bir eleştiriyi elzem görüyor. "akıl ve bilim mülkiyet konusu olmadığına göre miras bıra­kılmaları da söz konusu olamaz. burada kast edilen, bu yüzden, ancak ve ancak, akla ve bilime başvurmanın salık verilmesi ola­bilir." diyerek akademik derinliğini bir kere daha ispatladıktan sonra bizi aydın despotizmine karşı ve akla %100 güvenmenin tehlikelerine karşı uyarıyor. elbette haklı bir karşı çıkıştır, aklın yolu 30'larda insanların kafataslarını ölçerek onları aşağı ya da yukarı olarak sınıflandırmaya izin veriyordu. bu sebeple akla karşı da her zaman skeptik olmakta fayda vardır. ancak buradan sonra hocamız maalesef muazzam bir hata yapıyor ve 1- bilimin ilgilenmediği konular vardır. 2- fen bilimlerinden sosyal bilimler için çıkarılacak az ders vardır 3- bilime dayanarak özgürlüğü, adaleti açıklayamaz, ahlak kuralları geliştiremez, en iyi yöntem biçiminin ne olduğu ve kimin yönetmesi gerek­tiği gibi sorulara cevap bulamayız. gibi ard arda üç adet avrupa'da olsa kariyer bitirici cümle kuruyor. eğer bu konuda fikirlerini değiştirmek isterse duymak isteriz yok eğer hala bu konuda ısrarcıysa 1- bilimin ilgilenmediği konular hangileridir? 2- hiç robert sapolsky ya da sean caroll denen isimleri duydunuz mu? 3- özgürlüğü, ahlakı, adaleti bilim dışında hangi kaynaklara dayanarak açıklamaktasınız? sorularını yanıtlamasını rica ederim kendisinden.

    sayfa 56'da ise çağdaş uygarlık tartışması vardır. hocamız 30'lu yılların totaliter rejimlerinin de çağdaş uygarlık iddiasında olduklarını ve kemalizmin liberal ülkelerden ziyade bu ülkelerle paralellikler taşıdığını söylemektedir ve haklıdır. 30'ların türkiye'si birleşik krallıktan çok nazi almanyasına yakındır. ancak unutmamakta fayda var ki mezkur dönemde winston churchill'in dahi hitler hakkında o kadar kötü düşünmediği bilinmektedir(12). hatta churchill'in aslında düşündüğümüzden daha karanlık görüşleri olduğu da güncel tartışmalar arasında(13). bu sebeple kemalizme bu şekilde bir eleştiri yöneltilmesi ne kadar sağlıklı emin değilim. kemalistlerin "liberal demokrasi, piyasa ekonomisi, insan hakları, siyasal katılım, sınırlı ve anayasal yönetim."'den hoşnutsuz olması iddiasını ise şu soruyla gençlik için daha anlaşılır bir hale getireceğim, (bkz: atilla yayla döneminin furkan bölükbaşı'sı mıdır?)
    türkiye'de kemalizmin alternatifi olarak ldp varmış ve islami idare gerçek bir tehdit değilmiş gibi düşünmek benim değil tarihin yargılayacağı bir hatadır. zira sadece bu hakikat, kemalizmin normatif-etik temeli olmaya yetmektedir. özgürlük, neyden kaçmak istediğini kesinlikle biliyor.

    türkiye'de ulus yaratma çabalarına ilişkin tartışma ise malumun ilanı olduğundan üstüne pek konuşmaya gerek yok.

    kemalizmin medenileşmesi gerekir iddiası ise tamamen doğrudur. ancak kemalizmden daha vulgar olanlar belirli bir noktaya geldikten sonra yapılması gerekmektedir. tarikatların egemenliğine karşı kemalizmi seçmeyecek olan liberal ben tanımıyorum.

    sayfa 62'deki akıl almaz iddiayı da elimiz batmışken değerlendirelim. hocamıza göre "1950'de demokrasiye geçiş bir anlamda kemalizmin aşırılık­ıarına bir reddiyedir ve onu olması gereken mevkiye koyma çabasıdır. 1950 sonrasında türkiye'nin siyasi rejiminde tesis edilen neredeyse her şey kemalizmden ve tek parti diktatörlü­ğünden bir kaçıştır. başka bir deyişle, türkiye olabildiği kadar demokrasi olmayı kemalizm sayesinde değil kemalizme rağ­men gerçekleştirmiştir." açıkça sormak gerekiyor; cumhuriyet ilan eden, kadınlara seçme seçilme hakkı veren, siyasi parti denemeleri yaptıran, ordudaki sonsuz gücüne rağmen iktidarı devreden insanlar nasıl oluyor da iktidarı alır almaz öncekileri aratacak kadar despot olanlardan daha az demokrat oluyorlar? yayla eğer kemalizmin vesayetten vazgeçmeyişini demokratlığı yavaşlatan bir eylem olarak görüyorsa haklıdır, vesayet ve demokrasi birlikte olamaz ancak vesayetin olmadığı zamanlarda ülkenin idaresi islami bir otoriterliğe mi yoksa liberal bir demokrasiye mi doğru evrilmiştir, yorumu kendisine bırakıyorum. eğer yanıtı bulmakta zorlanırsa, kemalizm düşmanlarına ait olmayan bir kanal ararken uzun uzun düşünebilir.

    kitabın geri kalanı yayla'nın yukarıda tartışılan meseleleri cumhuriyet mitingleri münasebetiyle tekrar gündeme getirmesi ve chp-kemalizm'e akıl vermeyle geçiyor. 2008'in yayla'sı verdiği akıllarda son derece liberaldir ve haklıdır, ancak 2023 yayla'sını bugünlerde de sahada görmek isteriz. devletin belirli dini gruplar tarafından ele geçirilmesi, eğitim sisteminin bilimsellikten uzaklaştırılması, ülkenin demografisini bozacak akıl dışı politikalar, yayın-ifade özgürlüğü üzerindeki muazzam baskı, parti kapatma, keyfiyetle politikacı cezalandırma, dış ilişkilerde ve ekonomide rasyonalizmden tamamen kopuş, adalet sisteminin siyasal enstruman haline getirilmesi, kamusal idarenin tek parti dönemi ile tamamen aynı şekilde parti-devlet şeklinde yönetilmesi, ayyuka çıkmış yolsuzluk ve skandallar ve daha sayamayacağımız bu gibi onlarca anti-liberal durum karşısında kemalizme ve chp'ye karşı açık sözlülüğünü ve liberalliğini, erdoğan'a ve akp'ye karşı da göstermesini umuyoruz.

    son olarak bir genç kardeşten notlar: hocam ben sizin klasik liberal değil, liberal değerlerle barışık bir muhafazakar olduğunuz kanaatindeyim. ancak alana yaptığınız katkılar tartışmasız sizi bir önder konumuna getirmektedir. bu sebeple her zaman size karşı iyi niyetimi ve saygımı korumakla ve size yardımcı olmakla yükümlü hissediyorum kendimi. bu sebeple bir hususta sizi ciddiyetle uyarmak isterim. (bkz: yankı odaları ve yanlış bilginin yayılması) başlığında konuyla ilgili bir akademik makaleden anladığım kadarıyla sosyal medyada yankı odaları aidiyetler üzerinden kuruluyor ve tenkit, öteki aidiyetten geldiği zaman otomatik olarak kötü, bizim aidiyetten geldiği zaman otomatik olarak iyi şeklinde değerlendiriliyor. zira aynı aidiyet çemberindeki kişilerden haberdar olmak, aynı dezenformatif verinin pek çok kaynakça doğrulandığı ve desteklendiği ilüzyonunu yaratıyor. sizin özellikle twitter sayfanızda furkan bölükbaşı denen ve türkiye'de literally trollüğün milad noktalarını temsil eden, bugün de iktidar yandaşlığı tarafından motive edilmiş bir şekilde aynı troll zihniyeti uyarınca hareket etmeye devam eden kişiyi bol bol retweetlemiş ve ciddiye almış görünüyorsunuz. bu durumu sizin artık iyice yaşlanmış olmanız ya da bir yankı odasına düşmüş olmanızdan biriyle açıklamak zorundayım ve ben yankı odasını tercih etmek istiyorum. ancak biliniz ki genç liberal entelijansiya içerisinde okur yazar kim varsa bu troll'ün yaptığının farkındadır ve sizinle olan yakın ilişkisine inanamamaktadır. örneğin bu yazıda sizinle neredeyse duygusal bir bağ kurmuş bir akademisyen dahi, sizi övdüğü bir paragrafın sonuna "entelektüel dürüstlük ve tarihe not düşmek adına hiç dokunulmadan bırakılmış bu son paragraf özelinde, yazar artık kesinlikle böyle düşünmüyor, çünkü atilla yayla maalesef muhafazakâr akp'li bir devletçi olmuştur." notunu düşmek zorunda kalmıştır.

    bizim için değerlisiniz hocam, lütfen biz genç, seküler ve devletin baskısını hanesinin içinde hisseden liberallerle klasik liberal ilkelerde buluşun.

    kaynak
    1-http://www.elestirelpedagoji.com/...e/elestirel_pedagoji_sayi_30.pdf
    2- başgöz, ilhan & wilson, h.e. (1968). türkiye cumhuriyetinde eğitim ve atatürk. dost yayınevi, ankara:1968.
    3-öztürk, a., & çevik, c. (ed.). (2022). kavramlar tarihi: özgürlük (1. bs). doğu batı yayınları. s.284
    4-https://freedomhouse.org/...orld_2001-2002_complete_book.pdf
    5-https://freedomhouse.org/countries/freedom-world/scores
    6-rosenblatt, h. (2018). the lost history of liberalism: from ancient rome to the twenty-first century. princeton university press.
    7-chatgpt, yeni google ile tanışın:)
    8-https://www.cumhuriyet.com.tr/...ayandi-305-cocuk-davalik-1981115
    9- https://www.youtube.com/watch?v=Rwg2VP4Xfk4&t=86s
    10-maide,51. kuran
    11- falih rıfkı atay, çankaya.
    12-https://winstonchurchill.org/...id-churchill-ever-admire-hitler/
    13- https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-53029852

  • ahlak nedir?

    giriş
    ahlakın ne olduğunu anlamak için önce onu ilişkili diğer kavramlardan ayırmak gerekiyor.

    bu kavramlardan bir tanesi ilişki. ilişki iki farklı organizmanın birbirini algılama ve buna uygun davranma becerisidir. ilişkilenme tek hücrelilerden itibaren canlılığa içkindir zira çevrenin farkındalığı ile evrimsel başarı arasında bir doğru orantı vardır. çevrenin farkındalığı mekânsal bir idraki vurgular ve organizma mekânın içindeki öteki organizmalardan bihaberse evrime yenik düşecektir. bununla ilgili en ikna edici çalışma escherichia coli bakterisi üzerine yapılan çalışmadır. taş-kâğıt-makas oyununu andıran şekilde özelliklere sahip üç aynı tür bakterinin beraber yaşamak için nüfuslarını kontrol alabildikleri ispatlanmıştır.(kerr vd., 2002)(nahum vd., 2011) bu temel ilişkiye bir örnektir, organizmalar çevrelerine ve çevrelerindekilere göre kendi eylemlerini yeniden düzenlerler. organizmalar arası iletişim ahlakın anlam temelindeki başlangıç noktasıdır. zira ahlak ancak bir grup içinde anlam ifade eder, yalnızın ahlaka ihtiyacı yoktur. günlük hayatta insanların birbirleri ile olan ilişkilerindeki özen ahlakın bir gerekliliği olarak yorumlanır ancak ahlak bu özene indirgenemez. örnekte de görüldüğü üzere canlılar algıları kadar iletişim halindedir ve kendilerini kurtarmak için diğerinin de yaşamasına izin vermeyi doğal bir strateji olarak benimserler.

    ikinci ayrılması gereken kavram adalet. adaleti fiildeki özgür uzlaşma olarak tanımlıyorum. yani a işini yaparsam b isterim. a yaptım, b aldım. eylemi gerçekleştirerek harcadığım enerji karşılığında istediğimi aldım, o halde bu takas adildir. mübadelede taraflardan biri zayıf olduğunda ise buna yine adil diyebilir miyiz? eğer zayıf taraf önerilen sözleşmeyi kabul etmeye zorlanmıyorsa veya zayıf tarafın sadece hayatta kalmak ve üremek için yetecek alternatife sahipse, evet adildir. 100 birim malım var ve bunu 110 birim yapmak için yardımcı arıyorum. bir kişi alacağım fazladan 10 birimin 3 birimini almaya razıysa, kalan yedi birimin bana ulaşacak olmasından rahatsızlık duymaz. mübadele içerisindeki tam olarak bu nokta liberal mantık ile marksist mantık arasındaki farkı belirler, ancak buna daha sonra geleceğiz.

    adaletin sadece insanlara özgü bir kavram olduğunu düşünürsek yanılırız. adaletin nüveleri köpeklerde(range vd., 2009) ve şaşırtıcı derecede anlamlı örnekleri kapuçin maymunlarında (wynne, 2004), makaklarda (massen vd., 2012), şempanzelerde (brosnan vd., 2010) hatta karga ve kuzgunlarda dahi görülüyor(wascher & bugnyar, 2013). bu örneklerde test son derece basit bir şekilde gerçekleştiriliyor: a işini yaparsan b miktar ödül alırsın. a işini yaptıktan sonra organizmaya b miktar ödül verildiğinde sorun yok. bir diğer organizma ile birlikte iş yaptıktan sonra kendisine verilen b'den az ödülü ve diğer organizmaya verilen b'den fazla ödülü gördüğü zaman bu organizmalar görevi yapmayı ya bırakıyor ya da savsaklamaya başlıyor. bu kanıtlar benim için adaletin sosyal organizmanın doğasında olduğunu sonucuna çıkarıyor. zira toplanmak her zaman bir başlangıç noktası ister ve bu başlangıç noktası güvenlik olduğu kadar faydadır da. siyaset bilimindeki temel korku politikası ve umut politikası arasındaki fark da burada yatar ancak bunu da ilerde detaylı göreceğiz. şimdilik bilmemiz gereken şey adalet iletişim kadar olmasa dahi sosyal canlıların pek çoğunda görülür ve ahlak kavramının temellerinden biridir ancak yine de sadece adil olmak ahlaklı olmak anlamına gelmez.

    ayrılması gereken üçüncü kavram iş birliği. iş birliği hemen her çok hücreli canlıda görülebilir. iş birliği için birkaç temel gereklilik vardır. birincisi türün sosyal olması, ikincisi organizmalar birbirlerini tanıyabilmesi ve organizmaların iş birliğinde hile yapanları cezalandıracak kadar onlara yakın olmaları yani sık görüşmek zorunda olmaları. bu şartlar sağlandığında türlerde iş birliği kolaylıkla görülebilir. örneğin birlikte yüzen balıklar, v şeklinde uçan kuşlar ve cinsiyet rollerini sırasıyla deneyimleyen balıklar(fischer, 1980)(milinski, 1987).

    işbirliğini biraz daha iyi anlamak gerekiyor bu noktada. iş birliği ile ilgili iki temel sorun var: birincisi iş birliği nasıl başladı ikincisi ise iş birliğini bozacak hileli davranışlar karşısında iş birliği nasıl hayatta kaldı? birinci sorunun iki yanıtı var: birincisi rastgele olsa dahi iş birliği stratejileri izleyenlerin stratejik olarak kazançlı çıktığını biliyoruz. iki iş birliği yapabilen organizma kendi türünü domine etmeyi başaracaktır. bu halde iki adet aynı stratejiyi izleyen organizma iş birliğini başlatmak için yeterlidir. ikinci yanıt ise daha basit. bir doğa olayı neticesinde organizmanın bir grubu bir yerde sıkışır. kendi aralarında akraba seçilimi sayesinde iş birliği başlar ve bu sonraki kuşaklara aktarılır. ben bu iki açıklamanın da aynı anda aynı yerde başlayabileceğini düşünüyorum, buraya tekrar değineceğim. ikinci sorunun yanıtına gelirsek buna ceza diyeceğiz. yani iş birliği yapan iki taraftan biri hile yaptığında bunun cezalandırılacağını bilirse daha az hile yapacaktır. zira gruptan dışlanmak sosyal canlılarda ölümle eş anlamlıdır.

    o halde girişi hızlıca toparlayalım. organizmalar doğal olarak ve beyin bilincinden farklı olarak karşılıklı ilişkilere girerler, adalet ararlar ve iş birliği yaparlar. bu becerileri ahlak kavramının temelinde yer alır ancak bir araya gelmeleri ahlakı doğal olarak ortaya çıkarmaz. ahlak sadece insana özgü bir fenomendir ve kültürden doğrudan etkilenir. bu bölümün geri kalanında insana özel ahlakın evrimini michael tomasello'yu baz alarak temellendirecek ve eleştirilerimizi yönelterek tomasello'nun tablosunu düzeltmeye çalışacağız.

    tomasello'nun ahlak teorisi
    tomasello'nun kendisine geçmeden önce kitabında eleştirdiği üç tip ahlak kuramına bir göz atalım.
    tomasello'ya şöyle bir giriş yapar; "insan ahlakının evrimiyle ilgili çağdaş teoriler şu çok geniş üç kategoriden birine girer; a-) evrimsel etik b-) ahlak psikolojisi c-) gen ve kültürün birlikte evrimi."(tomasello, 2017, s. 167). tomasello'ya göre bu üç teori de kendi teorisinin bir bütünlük içinde açıklayabildiği her şeyi açıklayamaz. tomasello'nun bu diğer üç teoriye eleştirisine kısaca değinelim.
    evrimsel etik organizmaların karşılıklı çalıştıkça güçlerinin arttığını ve karşılıklılık süresince bedavacıları dışlamak için kurulan koalisyonlar aracılığı ile ahlakın geliştiğini savunur. ancak tomasello bu yaklaşımı karşılıklılığın gücünün insan ahlakına kadar uzanan süreci üretmeye yetmeyeceğini, karşılıklı bağımlılığın ancak bunu yapabileceğini, insan ahlakı denen sürecin evriminin çevresel baskılar sebebiyle insanlar birbirine "mecbur" olmadan gerçekleştiremeyeceği düşüncesindedir. eleştirisini şöyle toparlar: " evrimsel etikle ilgili açıklamaların en büyük eksiği, insan ahlakının "biz" ve kendi-öteki denkliği duygularına ne kadar bağlı olduğunu yeterince değerlendirememeleridir; zira bireyler, psikoloji düzeyinde işbirliği güdüleri ve tutumlarıyla sosyal etkileşime giderler."(tomasello, 2017, s. 169) yani insanlar az sonra detaylarıyla anlatacağımız şekilde kendi-öteki denkliğine ve "biz" anlayışına adım adım karşılıklı dayanışarak geçmiş olamazlar, buna zorlanmış olmalılar. mecburiyet olmadan bir ahlakın içinden evrileceği kadar uzun süreler iş birliği yapılamaz. zira nietzsche'nin de vurguladığı gibi "yaşam özünde , yani temel işlevlerinde yaralayıcı, hırpalayıcı, sömürücü, yok edici"'dir (nietzsche, 2011, s. 72) ve iş birliği bir canlı türünün doğasına işleyecekse bunu ancak çok uzun mecburi zamanlardan sonra gerçekleştirebilir.

    ahlak psikolojisi ahlak kavramının psikolojik tarafına odaklanırken ana vurguyu beynin sezgisel tepkilerine yapar. ahlak psikolojisi temel olarak insanın ahlaki kararlarını sezgisel olarak aldıktan sonra beyninde rasyonelleştirdiğini, yani aslında insanların sezgisel grup yanlılığının normlaşması haline ahlak dediklerini iddia eder(haidt, 2012)(greene, 2013). tomasello'nun eleştirisi ise insanların rasyonel anlama yetilerine ve bu rasyonellik doğrultusunda hareket etme hallerine gereken değerin verilmediğidir. ona göre insanların ahlaki pozisyonlarında sezgisel durum değerlidir ancak bu durum rasyonel hareket ve karar kabiliyetlerini tamamen kısıtlamaz. elbette sosyal grup içerisinde ait olmak ve grubun faydalarında yararlanmak istemek normaldir ancak bu şekilde düşünmek insanların kendi gruplarına asla karşı koymayacakları sonucunu doğurur ki gerçek hayatta kendi grubuyla çatışan, karşı gruplara geçen, rakipler için ajanlık yapan pek çok örnek bulmak mümkün. eleştiri de tam olarak buradan, insanın ahlaki kararlarını verirken rasyonel davrandığının görülüyor olmasından geliyor.

    gen ve kültürün birlikte evrimine gelirsek, tomasello insanların gruplara ayrıldıkça ayrı grupların normları altında doğup büyüyüp gelişerek farklı kültürel kalıplara sahip olunabileceğini kabul eder. ancak onun itirazı insanların bu gruplaşarak ayrılmaları sürecinin çok yeni olduğu ve bu sürecin öncesi değerlendirilmeden anlaşılamayacağıdır. yani insanlar son 20-30 bin yıldır gruplara ayrılmış durumdalar ve ayrılmalarına rağmen tüm kültürlerde görülen evrensel ahlak standartları vardır. bu da bize ahlakın kültürlerin evriminden çok önce ortaya çıkmaya başladığını kültürün ahlakın son aşamalarından biri olduğu sonucuna götürür.

    literatürdeki en geniş ahlak teorilerini ve bunların eleştirilerini gördükten sonra tomasello'nun kapsamlı karşılıklı bağımlılık hipotezine geri dönelim.

    karşılıklı bağımlılık hipotezi

    karşılıklı bağımlılık hipotezi duygudaşlık ahlakı ile başlar. duygudaşlık ahlakı temeli akraba seçilimine dayanan ve ebeveynlerin çocuklarına karşı olan ilgilerini açıklayan en temel ahlak tipidir. evladınızı sevmenizi sağlayan tüm genetik ve hormonal faktörlerin tümü duygudaşlık ahlakını inşa ederler. ahlakın hikayesi tam olarak bu noktada gördüğümüz ve büyük maymunlarda da sıklıkla rapor edilen bir değişimle başlar. aynı ortamda bulunan primatlar akrabalarıyla kurdukları olumlu sosyal ilişkileri akraba olmayanlarla da kurmaya başlarlar, yani arkadaşlar edinirler(seyfarth & cheney, 2012). tomasello'ya göre ahlakın başlangıç noktası işte bu akraba olmayanlarla geliştirilen olumlu sosyal ilişkilerdir.

    bu sosyal ilişkilerin bugün bildiğimiz ahlaka evrimleşmesi elbette kendiliğinden olmamıştır. ekolojik faktörler hayatı sapiens için zorlaştırdıkça sapiensler için iş birliği bir tercihten çok mecburiyete dönüşmüştür. zorlaşan şartlar sürekli ve güvenilir bir şekilde iş birliği yapmayanları hızlıca elerken birbirine dayanan sapiensler soylarını devam ettirmeyi başarabilmiştir. iş birliği yapanlar arasında ise yeni bir psikolojik kavram ortaya çıkmıştır: biz.

    iş birliğinin mecburi olduğu ve işbirliği yap(a)mayanların elendiği bir ortamda iş birliği kavramı da gelişmek zorundadır. ortak iş yapacak olanların bu ortak eylemi sürdürebilmeleri için ortak bir zemine, birbirlerini tanımaya ve birbirlerinin yeteneklerine göre görev dağıtımına ihtiyaçları oldu.(tomasello, 2014)(bratman, 2014). bu ihtiyaçlar başarılı şekilde karşılandıkça bu ihtiyaçlara doğru yanıt üretebilenlerin genleri yayılarak zaman içerisinde sürekli gelişti.

    artık iş birliği yapan taraflar birbirlerinin niyetlerini anlayabiliyor, rolleri paylaşabiliyor, ortak planlama yapabiliyor. sıçrama ise bu becerilere sahip olan sapienslerin zaman içerisinde birbirlerine karşı olan tutumları ve ortak olduklarında kendilerinden farklı bir şey olarak "biz"in bir parçası olduklarının idraki. tomasello'nun teorisindeki can alıcı noktalardan birisi burası. sapiens artık faydanın karşısındakinin kişisel eylemlerinden değil, karşısındakiyle oluşturdukları biz'in eylemlerinden geldiğini biliyor. bu haliyle de daha çok fayda için "biz"e çalışıyor. kendini biz için ikinci plana atması doğal olarak iş birliği yaptığı kişiden de bu tavrı beklemesine sebebiyet veriyor. "ben bize uygun davranacağım, sen de davran yoksa başka biriyle yeni bir biz kurarım" bu dönemin esas mantığını oluşturuyor. bu zeminde de iş birliğine uygun olmayanlar, yani yeteneksizler, hilebazlar ve benciller elenmeye başlıyor. kalanlar arasında ise rol dağılımları ortaya çıkmaya başlıyor. "ben ceylanları kovalayacağım, şu noktaya gelindiği zaman sen de çıkıp avla!". taraflar buradaki rollerin ne olduğunu ve nasıl uygulanacağını zamanla öğreniyorlar ve bu doğrudan faydayı artırıyor. büyük değişiklik ise bu rollerin iş birliği yapan tüm taraflarca biliniyor ve değiştirilebiliyor olması. "dün ben kovalamıştım sen avlamıştın, bugün benim bacaklarım ağrıyor sen kovala ben avlayayım". bu rollerin ne yapacaklarının belli oluşu ve ortak çalışma olmadan kimsenin bir şey alamayacak oluşu biz içindeki rollerin sapiens tarihinin ilk normatif kuralları olarak ortaya çıkış anını temsil ediyor
    .
    normatif kuralların ortaya çıkışı ve bu kuralların iş birliği yapan aileler arasında soy aracılığı ile aktarımı sapiens arasındaki ilişkileri de şekillendirmeye başlıyor. eğer iş dört kişiyle yapılıyorsa mutlaka bir iş diğerlerinden daha kolaydır. ancak o kolay iş dahi biri tarafından yapılmak zorundadır ve o iş olmadan grubun toplam faydası düşecektir. o halde biz içindeki herkesin faydada eşit hakkını kabul etmek gerekir. eşit hak da doğal olarak tamamen eşit paylaşım anlamına gelir. en ufak işi yapanlar bile en büyük işi yapanlarla aynı payı alacaksa o halde bedavacılara karşı ortak bir davranış, ortak bir cezalandırma gerekir. bedavacılara ve hilecilere karşı ortak tavır ortaya çıktığında ise grubun tüm üyeleri kınamanın biz adına yapıldığını bilir. sapiens artık ortağının bencil ya da hatalı hareketini gördüğünde, ortağının da hatalı hareketinin farkında olduğunu ve bu sebeple kınandığında ne için kınandığını bildiğini bilir. ortağı hizaya getirmek için ortak bir zemin ve ortak bir bilinç gelişmiştir ve biz'e uygun hareket etmeyen ortağı kınamak artık meşrudur.

    biz konseptinin ortaya çıkışı ve sapiens tarafından kullanılışı süreç içerisinde bir diğer psikolojik süreci tetikledi. ortaklar birbirine sadık, rollerine bağlı ve faydayı eşitlikçi bölüşmeye hazır. bu ortaklar doğal olarak diğerlerine göre daha avantajlı ve etraftaki diğer sapiensler de bu ortaklığa dahil olmak istiyor. bu süreçte ise bu ortaklığa dahil olmak isteyenlere karşı tavır ancak biz'liğin kurallarını netleştirmekle mümkün. ayrıca artık sırf ceza görürüz ya da kınanırız diye değil, bilakis faydamızı artırmak için nasıl daha iyi bir biz oluruz sorusu gündemde. bu soru da iş birliği için negatif değil pozitif bir motivasyon sunuyor. tomasello bu sürecin tamamına ikinci şahıs ahlakı adını veriyor.

    sonraki ve son aşama ise yine doğal sürecin bir neticesi olarak kendiliğinden ortaya çıktı. nüfusu artan insan toplulukları yavaş yavaş birbirlerinden ayrılmaya ve yeni kültürler ortaya çıkarmaya başladılar. bu farklı gruplar-kültürler birbirleriyle rekabet ettikçe diğer bir gruba karşıt temelde kendini örgütleyen yeni ve daha büyük bir biz ortaya çıktı. bu yeni kültür gruplarının rekabet edebilmesi ve hayatta kalabilmesi için ise kültürel ortak zemini temel alan yeni bilişsel beceriler ve kolektif maksatlılık geliştirdiler(searle, 1997). bu kolektif maksatlılık rolleri daha nesnel bir hale getirdi. bugün bir kişi avı kovalar diğeri mızraklar diğeri derisini yüzer diğer de avı pişirirken ertesi gün bu roller değişebilir. önemli sıçrama, insanların bu nesnel rolleri özümsemesi ve işlerin doğru yanlış yapılma yöntemlerinin kültür içerisinde onu tanımlayan ve onun selameti için olduğu kesin olan davranış kalıpları olarak anlamaya başlamasıdır. biz ve onlar ayrımı netleştikten ve yerleştikten sonra ise doğan sapiensler, içine doğdukları kültürlerinin değerlerini eylemlerinin en meşru dayanağı olarak tanıdılar. "böyle yapacağım zira bizden olanların hepsi böyle yapıyor. aynı şekilde sen de böyle yapacaksın yoksa bizden değilsin ve kötüsün-zararlısın". bu ikinci şahıs ahlakının büyük hale getirilmiş halidir temelde. kültür içindeki kurallar herkes tarafından herkes için yaratılmıştı doğal olarak herkesin herkese karşı sorumluluğu vardı. herkesin herkese karşı sorumluluğu demek birinin herkes olarak anladığı şeye karşı sorumluluğu demektir. herkes denilen bizin kuralları bozulduğunda bu durum bozan için sürülme ve genellikle ölüm anlamına geliyordu. sapiens grup üyeliğinin bu denli önemli olduğu bu binlerce yıllık süreçte kültürel grup ahlakına dayalı nesnel ahlakı ortaya çıkardı.(tomasello, 2017, ss. 16-17)

    toparlarsak, tomasello'ya göre iç içe geçmiş üç ahlaktan bahsedebiliriz. en çekirdekte olan duygudaşlık ahlakı, iş birliği zorunluluğunun yarattığı ikinci şahıs ahlakı ve kalabalıklaşan insanların birbirlerinden ayrılarak kendi içlerinde yarattıkları nesnel-kültürel ahlaklar.

    kendi hipotezime geçmeden önce ileride kullanacağım için jonathan haidt'e de kısaca değinmek istiyorum. jonathan haidt ahlak psikolojisi alanının en önemli düşünürlerinden sayılır ve tomasello'nun yukarıda verilen ahlak psikolojisi eleştirisi temelde haidt'e karşıdır. ancak bu eleştirinin tamamen haklı olmadığını sadece insan ahlakının farklı zamanlarını anlamaya çalışma girişimleri arasında bir çatışma olduğunu düşünüyorum. haidt'in teorisi görece daha basit. haidt ahlakın altı temeli olduğunu ileri sürüyor: özen ve zarar, adalet ve hile, özgürlük ve tahakküm, sadakat ve ihanet, otorite ve yıkıcılık, kutsallık ve yozlaşma.(haidt, 2007). haidt insanların bir kısmının bu altı temelden ilk üçüne bir kısmının ise son üçüne önem verdiğini ve insanlar arasındaki temel ahlaki çatışmanın buradan kaynaklandığını söylemektedir. bu iki grup insanı liberaller ve muhafazakârlar olarak ayırıyorlar ancak türkiye'de bu ayrımı yapamayız zira tüm kavramlar birbirine girmiş halde. ancak ileride türkiye'nin kavramsal haritasına daha yakından baktığımızda haidt'in kuramını daha münasip bir şekilde tartışabileceğiz.

    haidt'in görüşü bana insanların kültürel olarak ayrılmalarından sonraki dönem için değerlendirilebilir geliyor. zira özellikle son üç temel, ikinci şahıs ahlakından ziyade nesnel ahlakın önemli olduğu toplumlarda ya da gruplarda ağır basıyor. ticaret gibi iki taraf arasında olan ve birden çok farklı tarafla da çalışılması muhtemel, yani grup bağlarının olmadığı ya da zayıf olduğu bir ortamda insanların daha anlayışlı ve adil olduklarını biliyoruz(henrich vd., 2005). yani bir toplumda pazar entegrasyonu ne kadar fazla ise adalet duygusu o oranda gelişmiş oluyor. ilk üç temel ise bireyin açısından meseleye yaklaşıyor. o halde haidt'in analizinin aslında tomasello'nun hipotezinin iki aşamasında hangi değerlerin öncelikli olduğunu göstermesi dışında bir ilerlemesi yok. ikinci şahıs ahlakı için özen-zarar, adalet-hile, özgürlük-tahakküm ikilemleri varken sadakat-ihanet, otorite yıkıcılık, kutsallık ve yozlaşma ancak üçüncü bir değere- yani nesnel ahlaka- atıf yapılarak anlaşılabilir. ilk üç ilke iki kişi arasındaki hukukun korunması amacını taşırken son üç ilke bireylerle grup arasındaki hukukun korunması içindir.

    aile ve savaş olarak ahlak hipotezi

    ben tomasello'nun hipotezinin temel alarak, ancak insan evrimine dair gözden kaçırıldığını düşündüğüm birkaç parçayı ekleyerek hipotezi evriltmeye çalışacağım.

    benim hipotezim duygudaşlık ahlakı konusunda tomasello'ya yakın hatta duygudaşlık ahlakının sınırları konusunda de waal'ci bile denebilir. özellikle sosyal canlılar arasındaki ebeveyn-yavru ilişkisinin ahlak denilen geniş kavramı yaratabilecek yegâne başlangıç noktası olduğuna katılıyorum. ancak ikinci şahıs ahlakında tomasello'dan biraz ayrılmam gerektiğini düşünüyorum.

    tomasello ikinci şahıs ahlakının insanlar arasındaki avcılık ve toplayıcılık sürecindeki iş birliğinin sonucu olarak düşünüyor. ben insanların duygudaşlık ahlakından ortak maksatlılığa geçişini avcılık toplayıcılık gibi karşılıklı iş birliği gerektiren eylemlerinden çok önce aile içerisinde gerçekleştiğini düşünüyorum. tomasello'nun kitabında hiç değinilmeyen bir nokta ile başlayacağım.

    insanların evrim sürecinde maymunlardan ilk ayrıldığı noktanın ardipithecus ramidus olarak gösteriliyor. ramidus bilinen en eski bipedal hominindir. ramidus bugünün etiyopya'sında yaşayan, ortalama 120 cm uzunluğunda, pelvisi şempanzeden geniş, modern sapiensten dar, ağaçta yaşayan ancak yerde de yürüyebilen, hızlı koşamayan, maymunlar kadar iyi tırmanamayan ve tek eşli olduğu tahmin edilen bir canlı.(gibbons, 2009)(lovejoy, 2009)

    yani sapiensin ilk atasının tek eşliliğe yatkın, iki ayağı üzerinde yürüyen ve yaşadığı coğrafya'nın yarattığı kuraklık sayesinde yırtıcılardan uzak bir yaşam sürdüğünü biliyoruz. o halde ikinci şahıs ahlakının iş birliği yapan herhangi iki insan arasında gelişen bir süreç olduğunu değil, özellikle kadın erkek arasında tamamlanmadan doğan bir yavrunun bakımı için seçilen davranış pratiklerinde olduğunu düşünüyorum. ramidus tek eşliydi ve tek eşli türlerde ebeveynlik ortaklaşa yapılan bir iştir. ayrıca ramidus'un ne mamyunlar gibi ağaçların ne de yırtıcılar gibi toprağın hâkimi olmadıklarını hatta epey kırılgan bir tür olduğunu da biliyoruz. o halde tomasello'nun açıklamaya çalıştığı rollerin iki avcı ya da iki toplayıcı arasında değil bir yavruyu hayatta tutmaya çalışan bir dişi bir erkek arasında geliştiğini düşünmek daha mantıklı.

    tomasello evrim sürecini sen> ben (duygudaşlık ahlakı, evladımın canı için kendi canımı tehlikeye atarım), sen=ben (rolü ne olursa olsun, onsuz zayıf durumdaysam onunla iş birliği için eşitliği kabul ederim) ve son olarak biz>ben (hayatım gruba bağlıysa, grup için kendimi ikinci plana atmayı kabul ederim) üçlüsü üzerinden anlamlandırıyor. buna tamamen katılıyorum ancak hikâyede kadın erkek ve yavru, yani ailenin öneminin besin için ortak iş birliğinden daha önemli olduğunu savunuyorum. yavruyu hayatta tutmak için geliştirilen iş birliği bugünün besini için gerçekleştirilen ve sonrasında dağıtılan geçici iş birliklerinden çok daha önceliklidir.

    duygudaşlık ahlakının ikinci şahıs ahlakına dönüşmesinin önündeki engeller yani aslında iş birliğini bozacak soruyu sapolsky çok iyi tespit ediyor: kimsenin iş birliği yapmadığı yerde ilk iş birliği deneyen "enayi" olacaktır. o halde iş birliği nasıl evrimleşmiş olabilir? girişte sapolsky'nin buna yanıtını söylemiştik ancak tekrar edelim;
    1-)100 kişilik iş birliği yapmayanlar arasında iki adet bile iş birliği yapan olursa kalan 100 kişi onlara katılmak zorunda kalacaktır.
    2-) türün bir grubu doğal olaylar sebebiyle bir yerde sıkışıp kalır. sonrasında ise akraba seçilimi yoluyla iş birliği gelişir ve ana gruptan koptuğu için iş birliğini geliştirmek zorunda olan grup ana gruba geri kavuşur ve böylece iş birliği esas grubu da ele geçirir. (sapolsky, 2021, ss. 350-351)

    insanın evrimi ve kadının rolü tekrar düşünüldüğünde aslında bu iki senaryonun da insanlar için aynı şey olduğu ve bir aile içerisinde bulunduğu görülecektir. elbette bir gruptan kopup bir yerde mahsur kalma hikayesi yoktur ancak ramidus'un tek eşli eğilimleri düşünülürse zaten en az iki iş birliği yapan üye var demektir. tek eşlilik kadın kadar erkeğe de çocuğun kimden olduğu bilgisini verir. bipedal ramidus modern insanlar kadar olmasa da yine de çocuk bakımı için yoğun çaba harcamak zorunda görünmektedir. o halde duygudaşlık ahlakından ikinci şahıs ahlakına geçiş avcı toplayıcı sapienslerden çok önce ramidus tarafından atılmıştır denilebilir. zira a) iş birliği için zorunluluk (yavru) vardır b) iş birliği içinde rollerin ortaya çıkışı vardır (anne, baba) c) tek eşlilik karşılıklı seçim anlamına geldiğinden bireysel seçilimin de pozitif etkisi görülür (aşk, sevgi, tutku). taraflardan hangisi ihanet ederse etsin sonuç doğumu son derece masraflı olan yavrunun ölümü ve iki tarafın da soylarının kurumasıdır. bu açıdan bakıldığında münasip eş olmayanların elendiği birbirine sahip çıkan çiftlerin ise hayatta kalarak kendi sadık genlerini çoğalttıkları düşünülebilir.

    tomasello'nun nesnel ahlakın ortaya çıkış hikayesini son derece mantıklı bulmakla birlikte; nesnel ahlakın ortaya çıkışının, kültürün kendini diğerlerinden ayırmasından çok, daha doğrudan bir savaş gerçeğinin neticesinde sivrildiğini düşünüyorum. insan nüfusunun arttıkça birbirlerinden ayrılması gayet doğal ancak bu ayrılmaları son derece münasip şartlar altında, dostça gerçekleşen etkinlikler olarak düşünmek naiflik olur. 190 kişiye ulaşmış bir grup düşünelim. dunbar sayısının üstü kadar insanın ayrılması gerekiyor. kim bunlar? hangileri kurulu düzenin ve 150 kişiyi doyuran bu çevreyi terk edip ne olduğunu bilmediği yerlere gidecek? merak ruhu güçlü olanlar mı? yoksa grup içi çatışmaları kaybedenler mi?

    insanlığın evriminin başına ramidus'u tanımak için gittik. ancak o kadar eski olmayan hatta kıyaslayınca epey yakın olan roma ya da antik yunan dönemine bakalım. göreceğimiz ilk şey toplumun aileler olarak ayrılmış olduğudur. aileler arasındaki bir sorun çıkarsa -ki her zaman çıkar- kaybeden taraf eğer köleleştirilip öldürülmeyecek ise, sürülür. ben kültürler arasındaki farkın ve nesnel ahlakın bu sürgün, ölüm, egemenlik seçenekleri arasındaki süreçte ortaya çıktığını düşünüyorum.

    190 kişilik grubumuza geri dönelim. her ailenin tüm yan ögelerle -teyze, dayı, bacanak- 20 kişi olduğunu varsayalım. gidecek olan 2 aile büyük ihtimal çıkan ihtilafı başlatan aile ve onu en çok destekleyen ailedir. peki ne olur da bu insanlar ihtilaflardan sonra aynı yerde yaşayamayacak hale gelirler? savaş yani bir grubun diğer gruba kendi hakikatini, kendi ahlakını dayatması.

    savaşı bu noktada daha detaylı irdelemek gerekiyor, özellikle de erkekler için olan anlamını. savaş erkeklere ait bir fenomen değildir özellikle yavrularına karşı bir tehlike sezildiğinde kadınlar erkekleri gölgede bırakacak kadar savaşçıdır. ancak savaş halinde kadın erkek iş birliği, erkekleri savaşan kadınları da yavruları koruyan olarak ayırmaya meyillidir. insanlık tarihinde erkeklerin yavruları koruduğu kadınların ise savaşmaya gittiği bir iş bölümü biçimi ben henüz duymadım.
    savaş birbirini etkileyen iki farklı dinamik yaratır. birincisi iç içe geçmiş üç ahlak çemberini (duygudaşlık, hakkaniyet, nesnel) ailenin içerisinde yerli yerine oturtur. duygudaşlık kadına, hakkaniyet erkeğe ve nesnel ahlak ikisine birden ait, aileye ait, hale gelir. kadın çocuğu, erkek kadını koruyacaktır. sonra tekrar barış zamanı ortak kurallarla hayat devam edecektir. ancak savaşın yarattığı ikinci dinamik bu anlaşmayı bozar. ikinci dinamik savaşı kazanan erkeklerin arasında gelişen bağlılıktır. hile yapanın, düşman olanın, kaçanın, ihanet edenin ya da elinden geldiğince savaşmayanların en ağır cezalandırıldığı yer galibiyet sonrasıdır. zira hilecinin eylemi tüm savaşanları tehlikeye atabilir. ancak daha önemlisi birlikte savaşan erkekler arasında gelişen hukuk savaş sonrasında da varlığını sürdürür. erkekler örgütlendikleri zaman onları durdurabilecek bir mekanizma yoktur. gelecekte ortaya çıkacak husumetlere karşı da erkeklerin birbirleri ile aralarını iyi tutmaları gerekir zira savaşı kaybetmenin ne demek olduğu bilinmektedir.

    nesnel ahlakın oluşması için gereken ortak değerler, iyimser yazarların hayal ettiği gibi şarkılar söyleyen gruplar arasında demokratik ve çoğulcu bir şekilde belirlenmez. kurallar onu dayatabilecek olan yegâne grubun, yani savaşmış, deneyimli, kritik anlarda organize hareket edebilen, birbirlerinin gerçek fiziksel gücünü bilen erkeklerin kurallarıdır. savaşçı erkekler hakikati dayatabiliyorlarsa dayattıkları adil bir biçimde kararlaştırılmış hakikat değil, savaşçı erkeklerin kendi aralarındaki ve onlara en çok yarayan kurallardır. elbette tüm nesnel kuralların sadece bundan ibaret olması mümkün değil, bir etin nasıl pişirileceği, ne kadar uzağa pisleneceği gibi konular kültür içinde kendiliğinden yerleşebilir ancak savaşçı erkekler tarafından dayatılmış hakikati değiştirecek nitelikte bir değişiklik ya diğer bir savaşçı erkek grubundan ya da mevcut iktidarın değişen çıkarlarından gelir. aynı şekilde gruplar büyüdükçe yaşanan sürülme hadiseleri karşısında o gruptan gönül rızası ile ayrılmak isteyen gruplar da olabilir. ancak ben çoğu zaman motivasyonun bu olmadığı kanaatindeyim.

    rekabet grup içinde süreklidir ancak her zaman savaşa dönmez. savaşa dönmemesinin sebebi rekabetin kurallarının belirlenip dayatılabiliyor olmasıdır. üstelik savaş görece daha büyük bir organizasyon gerektirir ve bu organizasyon çok masraflıdır. öte yandan gruplar arası rekabet genellikle doğrudan savaş demektir. her grup kendi alanını korumak için, zayıf görünen gruplardan çalmak ya da kendine ait olanı çaldırmamak için sürekli uyanık olmak zorundadır. savaş halinin artık her an olması bugün patriarşi olarak bildiğimiz sistemin temelidir. eğer her an savaş anıysa kadın ikinci planda oluşunu kabul etmeli ve grubun selameti için erkekler sürekli beraber vakit geçirmeli. böyle bir ortamda erkekler güçlü olmalı dayanışma içinde olmalı ve neyin doğru (gruba faydalı) neyin yanlış (gruba zararlı) olduğunu bilmeli, eğer bilmiyorsa öğretilmeli, eğer biliyor da uymuyorsa cezalandırılmalı. grubun içine doğan üyenin şekillendirilmesi için gereken sert müdahale yine aynı savaşçı erkek grubundan gelir. eğitim ortaya çıkmış kültür kendisine de fayda sağlayan dişinin eğitiminden de gelir elbette ancak konuşmanın dahi icat edilmediği, sapienslerin sadece jest ve mimiklerle anlaştıkları çok çok uzun dönemlerde bir tokat bir jestten daha akılda kalıcı olacaktır.

    sonuç olarak ben ahlakı; memelilere ait duygudaşlık temelinde doğmuş, evrimsel baskıların yarattığı aileler aracılığı ile hakkaniyete dönüşmüş, hakkaniyetin yarattığı avantajın patlattığı nüfus sonrasında da savaşçı erkekler tarafından norma dönüştürülmüş bir ilişkilenme çeşidi olarak tanımlıyorum.


    kaynaklar
    1- bratman, m. (2014). shared agency: a planning theory of acting together. oxford university press.
    2- brosnan, s. f., talbot, c., ahlgren, m., lambeth, s. p., & schapiro, s. j. (2010). mechanisms underlying responses to inequitable outcomes in chimpanzees, pan troglodytes. animal behaviour, 79(6), 1229-1237. https://doi.org/10.1016/j.anbehav.2010.02.019
    3- fischer, e. a. (1980). the relationship between mating system and simultaneous hermaphroditism in the coral reef fish, hypoplectrus nigricans (serranidae). animal behaviour, 28(2), 620-633. https://doi.org/10.1016/S0003-3472(80)80070-4
    4- gibbons, a. (2009). ardipithecus ramidus. a new kind of ancestor: ardipithecus unveiled. science (new york, n.y.), 326(5949), 36-40. https://doi.org/10.1126/science.326_36
    5- greene, j. d. (2013). moral tribes: emotion, reason, and the gap between us and them. the penguin press.
    6- haidt, j. (2007). the new synthesis in moral psychology. science, 316(5827), 998-1002. https://doi.org/10.1126/science.1137651
    7- haidt, j. (2012). the righteous mind: why good people are divided by politics and religion (1st ed). pantheon books.
    8-henrich, j., boyd, r., bowles, s., camerer, c., fehr, e., gintis, h., mcelreath, r., alvard, m., barr, a., ensminger, j., henrich, n. s., hill, k., gil-white, f., gurven, m., marlowe, f. w., patton, j. q., & tracer, d. (2005). "economic man" in cross-cultural perspective: behavioral experiments in 15 small-scale societies. behavioral and brain sciences, 28(6), 795-815. https://doi.org/10.1017/S0140525X05000142
    9-kerr, b., riley, m. a., feldman, m. w., & bohannan, b. j. m. (2002). local dispersal promotes biodiversity in a real-life game of rock–paper–scissors. nature, 418(6894), 171-174. https://doi.org/10.1038/nature00823
    10-lovejoy, c. o. (2009). reexamining human origins in light of ardipithecus ramidus. science, 326(5949), 74. https://doi.org/10.1126/science.1175834
    11- massen, j. j. m., van den berg, l. m., spruijt, b. m., & sterck, e. h. m. (2012). ınequity aversion in relation to effort and relationship quality in long-tailed macaques (macaca fascicularis): ınequity aversion in macaca fascicularis. american journal of primatology, 74(2), 145-156. https://doi.org/10.1002/ajp.21014
    12- milinski, m. (1987). tıt for tat in sticklebacks and the evolution of cooperation. nature, 325(6103), 433-435. https://doi.org/10.1038/325433a0
    nahum, j. r., harding, b. n., & kerr, b. (2011). evolution of restraint in a structured rock–paper–scissors community. proceedings of the national academy of sciences, 108(supplement_2), 10831-10838. https://doi.org/10.1073/pnas.1100296108
    13- nietzsche, f. w. (2011). ahlakın soykütüğü: bir polemik (z. alangoya, çev.). kabalcı.
    14- range, f., horn, l., viranyi, z., & huber, l. (2009). the absence of reward induces inequity aversion in dogs. proceedings of the national academy of sciences, 106(1), 340-345. https://doi.org/10.1073/pnas.0810957105
    15- sapolsky, r. m. (2021). davranış: en iyi ve en kötü haliyle insan biyolojisi. pegasus yayınları.
    16- searle, j. r. (1997). the construction of social reality (nachdr.). free press.
    17- seyfarth, r. m., & cheney, d. l. (2012). the evolutionary origins of friendship. annual review of psychology, 63(1), 153-177. https://doi.org/...1146/annurev-psych-120710-100337
    18- tomasello, m. (2014). a natural history of human thinking. harvard university press.
    19- tomasello, m. (2017). insan ahlakının doğal tarihi (2. bs). koç üniversitesi yayınları.
    20- wascher, c. a. f., & bugnyar, t. (2013). behavioral responses to ınequity in reward distribution and working effort in crows and ravens. plos one, 8(2), e56885. https://doi.org/10.1371/journal.pone.0056885
    21- wynne, c. (2004). fair refusal by capuchin monkeys. nature, 428, 140. https://doi.org/10.1038/419447a

  • türk inanışları ile milli geleneklerinde renkler

    türkler tarihlerinin en eski zamanlarından başlayarak, uzun zaman beş ana renk olarak kara, ak, kızıl, yeşil ve sarı renkleri esas görmüş ve bu renklerden her birini dünyanın dört
    yönü ile merkezini ifade etmekte kullanmışlardır. buna göre merkez=sarı, doğu=yeşil, batı=ak, güney=kızıl (kırmızı, al) ve kuzey=kara renklerle ifade edilmiştir.

  • !yazarlardan güzel şarkı önerileri

  • mulsum

    ballı şarap.

    bu içeceği bal şarabı* ile karıştırmamak gerekir. çünkü bal şarabı, balın su ve mayayla karıştırılıp fermente edilmesi ile yapılır. mulsum ise şarabın balla karıştırılması ile yapılır.

    eski roma'da yemeklerden önce iştah açıcı olarak kullanılırdı.

  • 24.01.2023 uykusuz dergisi'nin kapanması

    rehberimi kaybetmiş gibi hissettirmiştir bana kendimi.

    uykusuz dergisi ile başlamadı aslında maceram, penguen'in 650.000 tl olan 17. sayısıyla başladı. orta okulda olduğum için haftalık çıktığını bile anlamadan, hatta ersin karabulut'un sandık içini bile "çok yazı" olduğu için okumadan neredeyse her gün okulun karşısındaki süpermarkete gidip yeni sayı geldi mi diye bakardım. bir kaç sene sonra sayılar birikmeye başlayınca annem otisabi'nin benim "ahlakımı" bozacağını düşündüğü için ilk sayılarının hepsini çöpe atmıştı.

    lisede artık derginin haftalık çıktığını ve gününü biliyorum, yazar çizerleri tanıyorum ve her hafta dergiyi elime alıp en diplerine kadar okuyorum. yetmiyor penguen'in eksik sayılarını tamamlıyorum, kemik, lombak ne varsa elimdeki öğrenci harçlığından biriktirip onlara yatırıyorum. nietzsche'yi orada görüyorum ilk defa, bir umut sarıkaya köşesinde. hemen gidip kitaplarını alıyorum. yıllar sonra üniversiteden mezuniyet tezimi nietzsche üzerine yazacak kadar etkiliyor beni.

    çirkin ve kısa boylu bir çocuğum lisede. güldürmeye çalışıyorum kızları beni sevsinler diye. genelde işe yaramıyor. şakalarımı mizah dergilerinden çalıyorum. "ekmeklerini yiyorum" yani. onların toplum eleştirilerini süzüyorum, edebiyat derslerinde hoca hikaye yazın deyince "benim de söyleyeceklerim var" köşesini deftere yazıp sınıfta okuyorum. insanlar şok oluyor. kadın erkek ilişkilerinde, politikada, sosyal hayatta komik durumların ve komik durumlara düşenlerin maceralarına bakarak o komik durumlara düşmemeye çalışıyorum. mizah eğitiyor beni. her hafta alıyorum, tek bir sayısını bile kaçırmıyorum, erasmus'ta bile kız arkadaşım mektupla gönderiyor bana sayılarını bir kaç ayda bir. tam 20 senedir günleri penguen-uykusuz dergisinin hediye takvimlerinden takip ediyorum. çok arkadaşım yok hele oturup konuşabildiğim kimse yok. param çok az çıkıp dolaşamıyorum. her hafta perşembe gününü bekliyorum.az paramla alabildiğim en güzel şey. çok az paralı bir insanın hayatını güzelleştirebilecek bir şey. üniversiteye istanbul'a geliyorum, üniversiteli olmak benim için kadıköy vapuru'nda uykusuz okumak.

    sonra eksilmeye başladı kadro. en sevdiklerimiz ayrılmaya başladı. uğur gürsoy istisnaen çizmeye başladı, umut, ersin, yiğit komple gitti. 2021-22'de iyice dağıldı kadro. bana sorarsanız çok iyi yetişen bir yeni jenerasyon vardı ve aslında epey iyilerdi. cihan ceylan ve cihan kılıç dergiyi en keyifli hale getirenlerdi. ömer göksel yükselen bir yetenekti, yutuber olsa dahi nisan hakan ara sıra çiziyordu. ender yıldızhan bir görünüp bir kaybolan bir yetenek gibiydi. özer aydoğan, kubilay odabaş kadroya katılmıştı. cem güventürk artık genç kızların melankolik sevgilisiydi. deniz göktaş'ın rüştünü ispatlaması uykusuz'un onu kabul etmesiyle gerçekleşti bence. uykusuz toplumda birbirimizi tanımamız için en güzel yeşil sakaldı. ben hiç mizah dergileriyle içli dışlı olup kötü olan bir insana denk gelmedim.

    son sayısı 13 lira. kimse 13 liraya daha çok eğlenceyi satın alamaz. buna rağmen yetmedi. çizerlerin instagram'da karikatürlerini gördükçe hoşuma gidiyordu aslında herkesin artık biliyor olması, çizerler üzerine konuşabileceğin daha geniş bir çevrenin olması. işlerin buraya geleceğini nasıl tahmin edebilirdim ki?

    canım yanıyor gerçekten. kılavuzumu kaybetmiş gibi hissediyorum. gözlerim doluyor. ben hala her sayısını alıyorum. 2002'de başladığım mizah dergisi alışkanlığım uykusuzla birlikte ölüyor. 20 sene. leman'ı hiç sevmedim komik olmaktan çok politik olmaya çalışıyor gibi geldi bana. kafa bavul falan aynı ligde bile değil zaten.

    64'ü, fermuar'ı, ciciyi, para tuzağı'nı da sektirmeden takip ediyordum kapanmadan önce. ama uykusuz kapanmaz gibi geliyordu bana, devletin batmaması gibi bir şey bu. uykusuz da kapanırsa ne kalacak geriye? işte bugün oradayız. geriye hiçbir şey kalmadı. sadece bir dergi değil zira kapanan daha çok bir "basılı mizah dergisi geleneği". online dergiler takip etmek istemiyorum, mis dergisine hala erişemedim mesela. bilmiyorum çok mu uzatıyorum ama hiç arkadaşım ölmemişti benim daha önce. bu haberle ilk defa yakın bir arkadaşım öldü.

    bu akşamı yas tutmaya ayıracağım.

  • per aspera ad astra

    "zorlukların içinden yıldızlara doğru" anlamına gelen latince veciz.

  • eski roma'dan yemek tarifleri

    apicius'tan kimyon soslu haşlanmış ıstakoz tarifi: (o zamanlar ıstakoz bugünkünden çok daha fazlaydı, hatta bir sıralar avrupa'da işçi sınıfının yediği bir yemekti)

    gerçek haşlanmış ıstakoz has kimyon sosuyla yapılır.

    haşlama suyuna eklenecekler: tane karabiber ile başlayın, yabankerevizi(bizde selam otu diye bilinir), maydanoz, kuru nane ve bir bu kadar bütün kimyon ekleyin.

    haşlanma biterken su çekildiğinde de şunları sırayla ekleyin: bal, sirke, et suyu ve istenirse defne yaprağı, zenginleştirmek için de tercihen malabathron(yaban tarçını).

  • efendi ahlakı nedir?

    "nedir soyluluk? ... eylemleri değildir onu belli eden- eylemler hep çok anlamlı hep çok dipsizdir- ; ne de "yapıtları" dır. bugün, sanatçılar ve akademisyenler arasında, soyluluğa çabalayan derin bir isteği yapıtlarıyla ortaya koyan yeterince insan bulunabilir: oysa, bu soyluluk gereksinimi temelden sotlu bir ruhun kendisi hakkındaki, araştırılmaz, bulunmaz, belki de yitirilmez, bazı temel kesinlikleri. – soylu ruhun kendine derin bir saygısı vardır! –(1)

    soylu olanı sürü insanından ayıran en temel özellik, onun kendisine olan bu derin saygısı, kendisini olumlamasıdır. kendini olumlayan ve değer koymaya muktedir olan ( gerçekten ustanın hakkıdır değerler yaratmak(2) ) her şeyden önce özgürdür. kendisinden başka hiçbir otoriteyi tanımaz. " özgür insan ahlaksızdır, çünkü o her konuda geleneğe bağlı değil, kendine bağlı kalmak ister: başlangıçtan itibaren insanlığın tüm durumlarında "kötü", neredeyse "bireysel", "özgür", "başına buyruk", "alışılmamış", "şaşırtıcı", " değişik" anlamına gelir." (3)

    soylu insan hiç şüphesiz bencildir. zira türün geri kalanı için kendisinin refahının en hayırlısı olduğunu bilir. amacı kendini aşmak, alt etmek olan insanoğlunun tek umudur ondadır, bu yüzden gelişme kapasitesi olmayan sürülerin kendisi için feda edilmesine karşı çıkmaz. "iyi ve sağlıklı aristokrasinin temel özelliği, kendini bir işlev (krallığın ya da devletler topluluğunun işlevi) olarak duymakta değil de işlevlerin anlamı, en yüksek yargılama makamı gibi duymaktır. – bu yüzden, temiz bir vicdanla, araçlar haline getirilen sayısız insanın kurban edilmesini kabul eder. temel inancı, toplumun toplum için değil de yalnızca seçilmiş varlık türlerinin kendilerini daha yüksekgörevlere, genel olarak daha yüksek varlıklara çıkardıkları bir altyapıve ön taslak için varolmasıdır."(4)

    nietzsche'nin soylu insanı toplumsal kastın tepesindedir. o seçilmiş olandır. kusursuz oldukları için kusursuz olmanın ayrıcalıklarına sahiptirler (dünyadaki mutluluğu, güzelliği ve lütufkarlığı temsil etmek gibi). buna karşılık terbiyesizliğe veya pesimist bir bakış açısına, çirkinleştiren bir göze ve öfkeye hakları yoktur. onların onaylayan ve olumlayan içgüdüsü dünyanın kusursuz olduğunu düşünür. soylular başkalarının felaketlerini bulacakları yerde mutluluklarını bulurlar. kendilerine ve başkalarına karşı serttirler. en büyük zevki kendilerini yenmekten alırlar. zor olan görev onlar için ayrıcalık, ağır yüklerle oynamak bir istirahattir. ikinci sırada olmaya hakları yoktur. onların kaba işlerini onlar için başkaları üstlenir. onlar hüküm sürerler fakat bunu istedikleri için değil sadece varoldukları için yaparlar. tamamen doğal, tamamen kendiliğinden(5).

    soyluyu köleden ayıran bir başka özellik ise harekete geçiş ve yaratım motivasyonlarıdır. köleyi harekete geçiren şey hınçken; soylu, kendiliğinden harekete geçer ve büyür. kendisine biz mutlular, biz seçkinler, biz iyiler diyen soylu ahlakı; sadece daha neşeli bir şekilde evet diyebilmek için karşıtını ele alır(6).

    nietzsche, efendi ahlakında "iyi" ve "kötü"nün zıtlığı, yaklaşık olarak "soylu" ile "aşağı" zıtlığı anlamına geldiğini belirtmektedir. "iyi" ve "kötü" zıtlığının kökeni farklıdır. korkak, endişeli, küçük ruhlu, ufak yararlar düşünen, ayrıca özgür olmayan bakışlarıyla güvenilmez olan, kendini küçük gören, kendilerine kötü davranılmasına izin veren insanlar bu ahlakta aşağı görülmektedir. ona göre, sıradan insanların yalancı olduğu, bütün aristokratların temel inançları arasındadır. bu yüzden o, eski yunan soylularının kendilerine "biz doğrucular" dediklerini aktarmaktadır. o, değer sözlerinin önce insanlara uygulanır, sonra da buradan eylemlere uygulandığını belirtmektedir. nietzsche, soylu insanın kendini belirlediğini, onanma gereksinimi duymadığını, "bana zararlı olan şeyin kendisi zararlıdır" diye yargıda bulunduğunu belirtmektedir. soylu insan kendini genellikle şeylere onur veren biri olarak bilmekte ve değer yaratan kendisi olmaktadır. o, kendisinin bir parçası olarak bildiği her şeye onur verir. nietzsche'ye göre böyle bir ahlak, kendi kendini yücelten ahlaktır. soylu insan yardıma muhtaç bir insana yardım ederken acımadan dolayı değil daha çok güç fazlalığının doğurduğu itkiden yardım eder. nietzsche soylu ahlakına sahip insanların psikolojisini kendine inanç, kendisiyle övünme, bensizliğe olan temel düşmanlık ve ironi, duygudaşlığa ve sıcak yürekliliğe karşı, hor görme olarak sıralamaktadır(7).

    nietzsche'nin soylu insanı modern düşünceye karşıdır ve 19. yüzyılın sonlarına doğru avrupa'da iyice yaygınlaşmaya başlayan "herkesin birbirine karşı olan sorumluluğu" fikrine tepkilidir: "ataların lehine, gelecek olanların aleyhine inanç ve ön yargı güçlü olanın tipik ahlakıdır. yönetenler ahlakı modern beğeniye karşı, en sıkıcı, en yabancı konumdadır, insanların yalnızca eşitlerine karşı görevleri vardır; yabancı olana, aşağı düzeyde olana, insan, istediği gibi ya da "gönlünün çektiği gibi" davranabilir ilkesinin katılığıyla-: burada acıma ve benzeri duygular yerini bulur. uzun teşekkürler ve uzun intikamlar yeteneği ve görevi – ikisi de yalnızca eşitler arasında – kısaslarda incelik, aşırı abartılmış dostluk kavramı, belli bir düşman olma zorunluluğu (sanki kıskançlık, kavgacılık, kibir oyunları için bir lağım olarak – temelde iyi dost olabilmek için ): bütün bunlar soylu ahlakının tipik özellikleri...(8)"

    nietzsche soylu ahlakına sahip bir insanın anlamakta en çok zorlandığı şeyin "değersizlik" olduğu kanısındadır. çünkü ona göre, bu insanlar sahip olmadıkları halde çevresinde kendileri hakkında iyi bir kanı olduğunu varsayıp buna kendileri de inanmaktadır. o, bu konu da soylu insanın şöyle diyeceğini söylemektedir:"değerim hakkında yanılabilirim ama yine de değerimin benim tanımladığım gibi kabul edilmesini beklerim". ya da diyecek ki: "birçok sebepten dolayı, başkaları hakkında iyi kanılar taşımaktan zevk alabilir, belki de onları sevip yücelttiğim için, onların bütün zevklerinden zevk alırım, bunu paylaşmasam bile, benim için yararlıdır hala ya da yararlı olacağını umarım, ama bunların hiç biri değersizlik değildir(9).

    nietzsche'ye göre soylu ahlakı serttir, hoşgörüsüzdür. bunun sebebi hiç değişmeyen uygunsuz koşullara karşı sürekli olan savaşın tipleri belirlenmesi ve sertleştirmesidir. "gencin eğitiminde, kadınlar için yaptıkları düzenlemelerde, evlilik törelerinde, yaşlı – genç ilişkilerinde, ceza yasalarında ( yalnızca sapkınlara yönelik olan). soylular bu hoşgörüsüzlüğü erdem saydılar ve adına "adalet" dediler. az ama güçlü özellikler taşıyan bir tip, haşin, kavgacı, aklı başında, bir insan türü bu biçimde değişen kuşakların ötesinde belirlenmiştir.(10)"

    son olarak, yukarıda saydığım özellikler dışında üstün olan, kölelerin hakim olduğu bir toplumda kendini "çılgın" olarak gösterir. "kaçınılmaz bir şekil de herhangi bir ahlaklılığın boyunduruğunu kırıp yeni yasalar koymak isteyen üstün insanlara, eğer gerçekten çılgın değillerdiyse, kendilerini çılgın yapmaktan, ya da çılgınmış gibi göstermekten başka çare kalmıyordu... yani sadece dini ve siyasi yönetmelik alanında değil, bütün alanlardaki yenilikçiler için geçerlidir: - hatta şiir veznini yenileştiren kimsenin de kendine çılgınlık onayı alması gerekiyordu. (çok hoşgörülü zamanlara kadar şairlerin elinde bundan belli bir çılgınlık geleneği kaldı.) - "insan çılgın değilse ve öyle görünmeye cesaret edemiyorsa, kendini nasıl çılgın yapar?" eski uygarlığın hemen hemen bütün önemli insanları bu korkunç düşünceyle meşgul oldular. kızılderililerde büyücü, ortaçağ hıristiyanlarında aziz, grönlandlılarda angekok, brezilyalılarda paye olmak için hazırlanan reçeteler temelde birbirinden farklı değildir: anlamsız şekilde oruç tutmak, cinsel ilişkiden hep uzak durmak, çöle gitmek veya bir dağa veya bir sütuna tırmanmak veya "bir gölü gören kocamış bir söğüdün üzerine oturmak" ve kendinden geçme veya zihinsel karışıklığı beraberinde getirecek hiçbir şey düşünmemek. bütün çağların en üretken insanlarının belki de içinde kıvranmış olduğu en acı ve en gereksiz ruhsal ıstıraplar vahşiliğine göz atmaya kim cesaret edebilir! yalnız ve şaşkın olanların iniltisini dinlersek: "ah, siz ilahi varlıklar, bana çılgınlık verin artık! çılgınlık verin ki sonunda kendime inanabileyim!(11)"



    kaynakça:

    1- f.w. nietzsche, iyinin ve kötünün ötesinde , (çev.)ahmet inam , istanbul: say yayınları , 2013, sf.210
    2- a.g.e., s.195
    3- f.w. nietzsche, tan kızıllığı , (çev.) özden saatçi, istanbul: say yayınları , 2013, sf.19
    4- ff.w. nietzsche, iyinin ve kötünün ötesinde , (çev.)ahmet inam, istanbul: say yayınları ,
    2013, sf.190
    5- f.w. nietzsche, deccal, (çev.) arzu yarbaş, , izmir: ilya yayınevi, 2005, sf.103
    6- f.w. nietzsche, ahlakın soykütüğü üstüne, (çev.) aslı yarbaş, izmir: ilya yayınevi, 2007,
    sf.35
    7- f.w. nietzsche, iyinin ve kötünün ötesinde , (çev.)ahmet inam , istanbul: say yayınları ,
    2013, sf.191-193
    8-a.g.e.,s.192
    9- f.w. nietzsche, iyinin ve kötünün ötesinde , (çev.)ahmet inam , istanbul: say yayınları , 2013, sf.194-195
    10- a.g.e.,s.196
    11- f.w. nietzsche, tan kızıllığı , (çev.) özden saatçi, istanbul: say yayınları , 2013, sf.23,2425

/ 2 »