• özgürce uzlaşmanın kavramıdır. özgürce uzlaşılmış kurallara dayalı bir topluma da adil toplum denir.

  • adalet denen kavamın içeriği üstteki girdiye ek olarak daha da genişletilebilir. adaleti sadece insan toplumları için düşünmek adalet kavramının kapsamını sapiens bazlı bir daraltmaya tabii tutmak anlamına geliyor. oysa adaleti - eğer insanların özgür iradeleri yoksa ve bu durum onları doğrudan "bir diğer organik mekanizma" haline getiriyorsa (bkz: özgür irade var mıdır?) müstakil* parçalar ittifakları için düşünebiliriz. örneği bir hücre ya da doğrudan insan bedeni.

    tek hücreli organizmalardan çok hücreli organizmalara doğru ilerleyen evrim sürecinde mitokondrinin hücreye kattığı özgül fayda hücrenin gittikçe karmaşıklaşmasında başat aktör sayılabilir. canlılar dünyasında adalet tartışması da bu noktadan itibaren düşünülebilir hale gelir. adaleti tüm müstakil parçaların daha verimli bir şekilde genel plana** hizmet etmelerini sağlayan durum olarak tanımlayabiliriz.

    insan bedeninden örnek vermeye çalışalım. bir böbrek eğer hiç su içilmezse olduğundan daha az verimli çalışmaya başlayacaktır. aynı sonuç çok fazla su içildiğinde de geçerlidir. yani böbreğin genel plana hizmet etmesini sağlamak için ona kendi şartlarında optimal bir muamele gerekir. böbrek için optimal olanla akciğer için optimal olan bir değildir. üstelik her bir organ için optimal olan farklıyken, organlardan mürekkep olan organizma için de farklı bir optimal durum vardır. o halde adil bir haldeki vücut; tüm organların, dokuların ve hücrelerin optimal şekilde çalışması için gerekli düzenlemelerin yapıldığı bir vücuttur. adaletin bu tanımı altında doğaya karşı adil davranmak, gelecek kuşaklara karşı adil davranmak, diğer insanlara, diğer türlere vs. adil davranmak konusunda çok daha açık bir davranış şeması türetilebilir. insanların kendileri ve kendi toplumları için adil hali aramaları sistemine de zaten liberal siyaset diyoruz (bkz: liberalizm nedir?). ancak adaletin bir liberal tema oluşu insan merkezciliğin çıktılarından biridir. insanoğlu çok uzun süredir sadece kendisi için düşünmesi gerektiğini düşünüyor zira geri kalan her şeyin bir çeşit mekanik devr-i daim içinde olduğunu var sayıyordu. artık kendisinin de "geri kalan her şeyin" bir parçası olduğunu anladığına göre ya düşünmeyi bırakacak ya da geri kalan her şey için de kendisi için düşündüğü gibi düşünecektir.

    adalet bu şekilde ele alındığında toplumsal sistemler için arzulanan bir yan "hoşluk" -örneğin zenginlik- olmaktan ziyade organizma ile zorunlu olarak birlikte olan, ancak kendi ayrı koşulları sebebiyle farklı gereklilikleri de olan - bedende organ, toplumda birey, canlılıkta insan toplumu- aktörlerin temel ihtiyacı olarak kavranır. adaleti haklının hakkını alması haksızın cezalandırılması gibi birbirinden yalıtık aktörlere ait bir kavram gibi düşünmek yerine, her zaman zorunlu olan bir ilişkiselliğin aktörlerini, tüm taraflarının lehine olacak pozisyonda tutmanın koşulu olarak düşünmeliyiz. ancak böylelikle sadece hem bir birey hem de bir tür olarak yeryüzündeki varoluşumuzun rehberini türetebiliriz.



    açıklamalar:
    *: müstakil parça derken kendinden başka bir şeye dayanmayan tamamen bağımsız bir şeyi değil, özelleşmiş bir işlevi olan ve bu işlev dışındaki gelişmelerle ilgilenmeyen parçaları kastediyorum. örneğin kalp, akciğerler olmadan işlevine devam edemez ancak buna rağmen akciğerlerin işleyişine bir etkisi ya da etki çabası yoktur. o doğrudan kendi işine odaklanmıştır. bu bağlamda her bir organ, doku, hücre tek başlarına birer müstakil parça olarak düşünülebilir.

    **: evrimsel başarıyı kastediyorum bununla. canlıların kültürleri ve türleri ne olursa olsun evrimsel başarı olarak tanımlanabilecek neticeleri arzuladıkları tartışmaya açık değildir. zira aksini yapanlar çoktan varlıktan silinerek tartışmanın dışında kaldılar zaten.

  • adalet pek içinden çıkabildiğim bir kavram değil.
    hukuksal adalet tam da insanların duygusal karmaşıklığından dolayı insanlara bırakılamayacak tercihlerden dolayı oluşturulmuş bir yapı. ve orada da sorgulanacak taraflar tabi ki var.

    insanlar yalnızca çok hücreli canlılar olarak ileri seviyede evrimleşmiş ve "geri kalan her şeyin bir parçası" olabilirler. ama bu duygusal canlılar olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor. benliğini ön planda tutan, yaşamını anlamlandıran veya anlamlandırmaya çalışan, özgür irade her ne kadar tartışmalı bir konu olsa da türün devamına veya sağlığına hizmet etmekten farklı tercihler yapan, yapmazsak depresyona falan girebilen canlılarız. suçluluk hissetmeden küf mantarından daha değerli yaşamlarımız olduğunu düşünüyoruz. peki öyle mi değil mi buna kim karar verecek?

    etik tartışmalarda da olduğu gibi (bkz: etik tartışmalar no-1) (bkz: etik tartışmalar no-2) adil olmayı amaçladığımız bu gibi durumlarda bizim için mutlak bir doğru seçimden söz etmek mümkün olamıyor. çünkü iki yaşamın değerini karşılaştıracak veya ölçecek aletlerimiz yok. aynı şekilde niyeti cezalandırmak mı doğru sonucu cezalandırmak mı bilemiyoruz.
    veganlar canlılara adil mi davranmış oluyorlar yoksa uzun vadede davranışlarının bir etkisi yok mu hatta olumsuz sonuçları olabilir mi emin olamıyoruz.

    bundan başka, bilinçli canlılar olarak hayatımızı kolaylaştıran şeylerden uzak durmamız çok zor. diğer canlılara ve geleceğin dünyasına adil olmak adına bile olsa bu böyle. hızla değişen dünyada çok fazla uyarana maruz kalarak stres altında yaşıyoruz. neredeyse her dakika bir karar veriyoruz, düşünmemiz ve kontrol etmemiz gereken çok fazla şey var. stres sadece psikolojik sağlığımızı değil fiziksel sağlığımızı da bozuyor. böyle bir noktada önce kendimizi düşünmemiz gerekiyorsa önce kendimizi düşünüyoruz. insanlara her gün şu özel otomobilinize binip çevreyi kirletmeseniz de toplu taşıma kullansanız demek bile çok zor. insanların çoğu günlük hayatlarını en çok kolaylaştıracak şekilde davranmayı seçecekler. bu kadar mikro bir konuda bile anlaşmak kolay değil. adil olmalarını beklemek fazla iyimser görünüyor. nasıl olacak?

    yine hukuksal siyasal kontrollere ihtiyaç var. bir ödül ceza sistemi gibi değil belki ama çevre koruma yasaları olacaksa örneğin bu yasalara uyan insanların hayatlarını başka biçimlerde kolaylaştıracak düzenlemelere ihtiyaç var. toplu taşıma kullanan insanların sağlığını veya bedensel bütünlüğünü tehdit etmeyecek şekilde yolculuk edebilmesi ve makul miktarda konforları olması gerekiyor, gibi gibi. yoksa insanları bencillikten nasıl vazgeçirebiliriz bilmiyorum.

  • toplum büyüdükçe ortadan kalkandır. insan ait olduğu topluluğu kendisine fiziksel olarak yakın hissedemediği müddetçe "sadece tarafgir bir gözlemci" olmaya mahkumdur. bu gözlemcilikten ibaretlik onun haksızlıklar karşısında bir ses çıkarmasına engel olmaya başlar. günümüzde artık her şeyin merkezleşmesi ile birlikte merkeze uzak olanların kendilerine karşı bakışı iyice aşağılar hale gelmeye başladı. oyuna başladığımız anda yenildiğimizi idrak edersek bunun adı artık soykırımcı bir katliamdır. sudan'da doğan bir insanı düşünün. yemek bulmak her an gerçek bir sorunken insanların hastalıktan kaçmak için ada alışını izlemek zorunda. bu hayatta gerçekten çabalamaya değer mi?

    toplumun büyümesi umutları azaltır. daha fazla zenginleşmenin tek yolu daha uzun vadeler üzerinde konuşabilmekten geçiyor. bunun da adı hayatta kalmak. uluslararası ilişkilerde de doğadakinden farksız - doğal olarak- bir evrim süreci görünüyor. evrim sadece bazı biyolojik canlıları etkileyen bir sürecin adı değil, bir doğa kanunu.

    adalet ancak her bir aktörün öngörülebilir zamanlardaki özgürlüklerini garanti altına almakla başlar. ancak sadece adil olmak yetmez aynı zamanda hareketli de olmak gerekir. zira adil olmanın yavaşlatıcı bir etkisi vardır; bakınız demokrasiler, yargı bürokrasisi. aynı anda söz verme gerekliliği ve aynı anda söz vermenin zamanın sınamasından hemen hiçbir zaman geçemediği bilgisi ile aynı anda uğraşmak zorunda insanlık. "bir şey yapmak zorundayız ancak zorunda olanlardan bazıları onu yapmayacak. ya da tam yapmayacak. "

    bu bildiğimiz good old free-rider problem. bununla herkes başka bir şekilde ilgileniyor ancak onun evrimsel olarak ele alınışını açıklayan metinleri bulmayı erteleyip bununla doğrudan yüzleşeceğim.

    beleşçi her zaman kötü bir insan değildir. bazen sadece yapamaz. bu üstün zekaya sahip olanlar ile düşük zekaya sahip olanlar arasında bilindik bir uzlaşmazlıktır. hagi'nin sabri sarıoğlu'na "oğlum nasıl 45 metreden doğru pas atamıyorsun!?" diye çıkıştığı hikaye iyi bir örnektir. askerde sağ sol yürüme komutlarını yapamayanlar örneğin. oysa subaylar, onları grupta ayrı biçimde cezalandırarak yürüttüğünde ne kadar da yapmak isterler. sadece yapamazlar, onlar için biraz fazla zordur.

    beleşçinin yapamıyor oluşu anlaşılabilirdir. ancak bir de yapamıyormuş gibi davrananlar vardır. aslında basit bir çabayla yapabilirler ancak o çabayı göstermekten de kaçınırlar. kimsenin sevmediği beleşçiler bunlardır. buradaki sorun aslında epey derindir: kim gerçekten yapamıyor ve kim yapamıyor gibi davranacak kadar tembel?

    bunu ayırmanın yolu insanların niyetlerini okumak. ancak insanların niyetlerini okuyamadığımız gibi insanların niyetleri de zaten kendi kararları değil. (bkz: robert sapolsky) özgür irade yoksa hep beraber yapılan bir işten kaytarmak da kişinin elinde değildir. big bang'den dolayı o vatandaş beleşçilik yapmaktadır.

    burada kilitlenip, beleşçileri sevelim sayalım deyip geçmeyeceğiz elbette. gerçekçi bir şekilde baktığımızda insan toplumu beleşçiliğe toleranslıdır. ben bu oranın tarihin bir noktasında yapılan deneylerce %19 bandına yaklaşacağı kanaatindeyim. yani bir grup içinde %19 pay birine verilecek ve kişi hiçbir şey yapmayacaksa o kişiyi seviyorsak veririz gider. tabi burada basit bir iş için bir araya gelmiş beş aile mensubunu düşünüyorum. aradaki sevgi bağından emin olmalıyız. ailesinde her zaman beleşçi olmasına izin verilmiş birinin iş bölümü zamanı geldiğinde biraz beleşçi olması onun suçu değildir. ona karşı bu kadar merhametli olmak da ebeveynlerin suçu değildir. beleşçilik istisnalar dışında kabahatsiz bir suçtur aslında.

    o halde beleşçi dediğimiz insan; beceriksizse ve seviliyorsa tolere edilebilir. beleşçilik, sadece gerçekten denediğine emin olduğumuz ve gerçekten kendini sevdirmeyi başaran insanların hakkıdır. bu etik bir ilke olarak öne sürülmüyor, etik ilke olarak bugüne kadar hayatta kalışı dile getiriliyor.

    öte yandan topluma hem denediğini dahi gösteremeyen, yahut gösteremeyecek kadar gururlu olan, ve sevimsiz insanlar var. onlara ne yapacağız? sürecek miyiz? öldürecek miyiz? cezalandıracak mıyız? şartlar zor değilse her zaman başımızın üstünde ağırlamanın bir yolunu buluruz ancak şartlar zorsa? şartlar zorladıkça biz de kötü olanlara karşı acımasızlaşırız. (bkz: crudelem medicum intemperans aeger facit) bunun adı kültürel evrimdir. ingiltere'de kapitalizm uğruna işçilerin ezilmesini körükleyen yasalar bunun en modern göstergesidir. toplum kültürü değişmeye başladığında, değişemeyenler değişme karşıtlarına katılırlar. demokrasinin günümüzdeki krizlerinden biri budur. gücü elinde bulunduran beceriksizleri, beleşçileri, eski dünyanın beceriklilerini, kötü niyetlileri vs. baskılamadığı müddetçe toplum süratli bir şekilde adapte olamaz. insanların sırf kendi çıkarları için makinalara saldırdığı bir dönemde ingiliz hükümeti insanlığın vicdanını sızlatacak şekilde makinelerden yana olmuş ve sonraki ingiliz jenerasyonlarının refahını garanti altına almıştır. değer midir? tartışılabilir.

    eski dünyada bu sorunun en muteber çözümü değişimi zamana yaymak olarak kabul edilmiştir. kültürel değişimleri halka yavaş yavaş benimsete benimsete anlatmak gerekir. oysa kültürel değişimler hızlandığında halkın da hızlanması gerekir. halk bu hız için hazırlıklı değilse, örneğin kötü beslenmiş, kötü eğitilmiş, kötü bir yerde yaşamış, kötü şeyler giyinmişse, halk değişime o denli güçlü bir şekilde karşı koyar. akp iktidarının uyandığı mesele de budur. halkın amaçsızca kontrol altında tutulması. gerçekten evsensel ve herkesin lehine olmak üzere düşünülmüş bir fikre yönlendirilmeden.

    netice itibarıyla adalet hiç kimsenin hiç bir haksızlığa uğramadığı alan değildir, haksızlıkların ve hakların daha net anlaşılabilir bir şekilde kamusal olduğu alandır. beni çok güldüren kardeşim hayatının sonuna kadar benden geçinebilir, çok güzel karım hayatının sonuna kadar hiçbir şey üretmeden benim üstümden yaşayabilir, 2 ay önce mamut öldürürken bacağı kopan avcı arkadaşımıza ölene kadar bakabiliriz, sırf ana babamız olduğu için insanlarla yıllarca ilgilenebiliriz, mağaranın duvarına çok güzel resimler çizen arkadaşımız meyve toplamaya gelmese de olur.

    işte tüm bu örnekleri bilebilmek için toplumlar ufak olması gerekir. başta dediğimiz gibi eğer toplum çok büyürse kurallar aşırı karmaşıklaşır ve neyle neyin takas edildiği takip edilemez hale gelir. bu durumda kimse adaletin ne durumda olduğunu kolaylıkla anlayamaz ve adilden yana olup olmadığını bilmediği için gönül rahatlığı ile devrimci bir şekilde örgütlenmekte zorlanır. adil bir dünya için liberalizmin insan toplumlarının olabildiğinde küçülmesine -ancak asla tek başına birey derecesine inmeye zorlamadan- çalışması gerekir. bir koca dünya olarak birleşmenin kaçınılmaz olduğunu biliyoruz ancak aynı şekilde insanların adaletsiz yaşamaktan nefret ettiğini de biliyoruz. adem-i merkeziyetçilik beleşçilik meselesi üzerinden yeniden değerlendirilmeli ve adalet arayışına tek bir an dahi olsa ara verilmemelidir.