• (bkz: birinci kuşak sofistler)

    ikinci kuşak sofistler arasında, genellikle yine m.ö 5. yüzyılda yaşadığı düşünü­len antiphon, kritias, khalkedonlu (kadıköylü) thrasymakhos, lykophron, euthydemos ve kallikles sayılır. ikinci kuşak sofistlere damgasını vuran ana dü­şünce, birinci kuşakta da karşılaşılan nomos-physis, yasa-doğa karşıtlığıdır. an­cak bu kez bu karşıtlık eşitlikçi düşünceleri mahkum etmek için kullanılacak ve yine birinci kuşakta izleri görülen devletin ve yasanın bir sözleşmenin ürünü ol­duğu yolundaki yaklaşım, bu çerçeve içinde biraz daha geliştirilecektir.

    ikinci kuşak sofistlerden ve gerçek anlamda bir kozmopolit olarak yunan-bar­bar, yurttaş-metoikos gibi ayrımları reddeden antiphon, doğa/doğal yasa-toplum/ pozitif yasa karşıtlığını eşitsizlikçi bir biçimde kullanmanın temellerini atmış­tır denilebilir. hippias'ı yankılarcasına insanların doğa bakımından benzerliğini, kardeşliği ve eşitliğini öncelikle vurgulayan antiphon (elbette hemen tüm yunan düşünürlerinde olduğu gibi kadınlar ve köleler söz konusu olduğunda bu eşit­likçi anlayış yerini birdenbire eşitsizlikçiliğe bırakmaktadır; kadınlar için eşitlik­çi eğilimi ilk kez platon temsil edecek, köleler içinse bunu kesin bir dille savuna­cak isim ise yine bir sofist, alkidamas olacaktır), insanlar arasındaki ayrımların öncelikle doğadan değil, yasalardan kaynaklandığını saptar. bu anlamda doğa ile doğal yasalar karşısında toplumsal yasalar bir karşıtlık oluşturmaktadır. yasa, ya­saklamak üzerine işlediği halde, doğal yasa yasak üzerine değil, özgürlük üzeri­ne işler. nihayetinde insanların yasa dediği şey, zorlayıcı niteliklidir ve özgürlü­ğü ortadan kaldırır. oysa doğal yasanın bütün sırrı özgürlüktedir.

    antiphon, ayrıca bir başka noktaya daha dikkat çeker. toplumsal yaşam içinde adil olan şey, yasanın yap dediğini yapmak, yapma dediğini yapmamak­tır. oysa doğal adalet bu adalet anlayışının üstündedir ve yanında herhangi bi­ri yoksa kişi özgürce, bu daha yüksek adalete uyabilir. kaldı ki toplumsal adale­te uymayan birisi, toplumsal yasanın haksızlık, kötü saydığı bir şeyi yapsa bile, nihayetinde kendini nasıl savunacaktır? hitabet sanatıyla değil mi? bu sanatı iyi kullanan biri pekala da toplumsal yasa karşısında da kötülük yaptığı halde, yap­ madığına inandırabilir. o halde , toplumsal yasaya bağlı adaletli olmak-olma­mak meselesi yalnızca hitabet sanatıyla ilgili teknik bir ustalığa indirgeniverir.

    bu yaklaşımın bir adım ilerisi, insanlar arasındaki doğa kaynaklı farklılıkla­rın toplumsal eşitsizliğe tahvil edilmesidir -ki thrasymakhos bunun bir örneği­ni verir. mademki doğa bazılarını güçlü, bazılarını zayıf, bazılarını zeki, bazıla­rını aptal yapmıştır; o halde toplumsal olarak da güçlü ve zeki olanın hakim ol­masından daha doğal ve daha adil ne olabilir ki? çünkü her hak gerçekte erk­ten kaynaklanır ve erk de bir şeyi yapabilme, elde edebilme, alt etme gücünden başka nedir ki? görüldüğü gibi, doğa yasası artık açıkça güçlünün haklı sayıldığı bir orman yasası olarak okunmaktadır. bunu daha da ileriye taşıyan isim ise kallikles olur. kallikles, bir tür sözleşmeci yaklaşıma atıfta bulunarak yasa­ların yapay olarak zayıf olan çoğunluk yararına ve güçlü azınlığın aleyhine kon­duğunu, bu bakımdan da doğal adalete uygun olmadığını savunur. nedir doğal olarak adil olan? elbette herkesin gücü, kudreti oranında ve ölçüsünde hakkı­nın olması ve haklı olmasıdır. buna göre, doğal olarak güçlü olan, zayıf olandan daha çok kazanmalıdır. oysa yasalar tam da bunu önlediği ölçüde doğaya aykı­rıdır. "doğru yaşayacak olan, hırslarını alabildiğine büyütmek için salıverilmeli­dir. ( ... ) bolluk içinde yaşama, dilediğini yapma, özgürlük, işte erdem de baht­lılık da budur. geriye kalan ise yalnızca güzel düşünceler, doğaya aykırı kurallar, saçma ve boş şeylerdir."

    çok ileride, yeni çağların başlangıcında, hobbes ve locke'un sistemli bir bi­ çimde işleyeceği sözleşme kuramları, ilk kez ikinci kuşak sofistlerden lykophron tarafından açık seçik bir biçimde ortaya atılacaktır. açıkça doğa durumu­ uygar durum (ya da toplumsal-siyasal durum) ayrımı öngören lykophron, top­lum öncesinde, yani doğa durumunda ne ahlakın ne de yasanın bulunduğu, tek geçerli şeyin "güçlünün hakkı ve haklı olması " anlamında "orman kanunu" ol­duğunu saptadıktan sonra, bu durumu değiştiren şeyin devlet olduğunu, devle­tin yapay olarak oluşturulduğunu saptar. bu düşünce daha sonra platon tarafın­dan da eleştirilmek üzere anılacaktır.

    benzer bir biçimde, sözleşmeci esinler taşıyan ama bunun daha da ötesinde, ikinci kuşak sofizmin ete kemiğe bürünmüş hali, atina'da terör estiren otuzlar tiranlığı'nın bir üyesi ve platon'un akrabası olan kritias olacaktır. demokrasi yanlılarına karşı tam bir terör estiren bu rejimin bir üyesi olarak kritias, eşitlik ve eşitlikçi yasa düşüncesinden adeta iğrenir. ona göre de yasa, doğaya karşı ko­nulmuştur. başlangıçta ne yasa vardır, ne başka bir kural ama insanlar bu yok­luk halinde haksızlıkları, kötülükleri önleyemedikleri için yasayı icat etmişlerdir. ancak kritias, daha da ileri gider. kat edilen bu yasalar gizlice işlenen suçla­rı ne yazık ki önleyememektedir. bunun üstüne kurnazlar tanrı'yı ve tanrı kor­kusunu, her yerde her şeyi gören bir tanrı'dan kaynaklanan korkuyu icat eder­ler. oysa gerçekte ne tanrı vardır, ne de ondan korkmak gerekir. böylece kriti­as, ilk gerçek anlamda tanrıtanımaz olarak tarihteki yerini aldığı gibi, dinin si­yasal anlamda nasıl kullanıldığına ilişkin bir şema vererek, ileride platon için de esin kaynağı olacaktır. kritias'ın tanrı düşüncesine yönelik bu şemasının ger­ çekte demokratik bir nitelik taşıdığı, çünkü aristokratik ideolojinin en önem­li dayanaklarından birini yıktığı düşünülebilirse de, bu tam olarak doğru sayıla­maz. aristokrasi de yaşanan demokratik deneyimden gerekli dersi çıkarmış ve tanrı düşüncesinin artık kendi toplumsal ve siyasal ayrıcalıklarını sürdürmekte yetersiz bir araç haline geldiğini fark etmiştir. dolayısıyla onun tarihin çöplüğü­ ne gitmesi pek de önemli bir kayıp anlamına gelmemektedir.

    ikinci kuşak sofistlerin siyasetten ahlaka, dine ve toplumsal yaşama kadar akla gelebilecek hemen her alanda değer sistemlerinin tümünün içini boşaltma­larını ya da ters yüz edebilmelerini mümkün kılan şey ise, birinci kuşak sofist­lerde görülen bilgi konusundaki göreceliliğin en aşırı uçlara taşınmasıdır. buna göre, örneğin protagoras'ın yaklaşımı, euthydemos'un elinde "her şey, herkese , aynı zamanda ve aynı şekilde ve her zaman için aittir" biçimini alacaktır. eut­hydemos'un söylemeye çalıştığı şey, her şeyin herkesçe, her zaman doğru ola­rak bilindiğidir. bunun açık anlamı ise artık yanlış bilgi-doğru bilgi ayrımının tümüyle ortadan kalktığının ilanıdır. buna bağlı olarak, yanlış düşünülemeye­ceğine göre , doğru düşünmek diye bir şey yoktur. bu yaklaşımın kaçınılmaz so­nucu, davranışlar söz konusu edildiğinde de yanlış ve doğrunun ortadan kalk­ması olacaktır.

    doğru-yanlış arasındaki ayrımın ortadan kaldırılmasıyla, o halde ikinci ku­şak sofistler neyi öğretmektedirler sorusuyla karşı karşıya kalınır. birinci ku­şak sofistlerin siyaset erdemini ve bu alanda doğruluğun ya da iyiliğin belirme­si için diyalektiği öğrettiklerini ve retorik ya da güzel konuşma sanatının asli olarak buna dayandığı biliniyor; bu kuşakta ise diyalektik artık bir kavga (eris­tik) tekniğine dönüşmüştür. artık amaç görecelilikle koşullanmış olsa da siya­sal doğruluk değildir; amaç, doğrudan rakibi yenmekle sınırlıdır. bunu koşulla­yan ise, yeniden başa dönülürse, kişilerin kendi çıkarlarından başka bir şey ol­mayacaktır elbette.

    yalnızca ikinci kuşak sofistleri gözeterek sofistlere yönelik geliştirilen düş­manca tavrı açıklamaya ve buna bağlı olarak olumlamaya girişmek, sofist düşü­nürlerin düşünce tarihi içindeki çok özgün yerlerini ihmal etmekle sonuçlana­bilir. unutulmamalıdır ki ister birinci, isterse ikinci kuşak sofistler söz konu­su edilsin, sofistler bütün yerleşik kalıpları, gelenekleri, siyasal eğilimleri, din­leri hümanizm merkezli bir eleştiri süzgecinden geçirmişler ve eleştiride hiçbir sınır tanımayarak, insanlık tarihine görüp görebileceği en büyük "aydınlanma" dönemlerinden birini armağan etmişlerdir.

    bu açıdan bu dönem en azından batı avrupa düşünsel geleneği içinde sıklıkla, 18. yüzyılın sonundan 19. yüzyılın sonuna uzanan aydınlanma dö­nemi'yle karşılaştırılır. yalnızca eleştirel tutumu ve buna merkez oluşturan hü­manizmleriyle değil, çelişkileri, tutarsızlıkları, bütüncül bir okul oluşturmama­larıyla da. her şey bir yana, unutulmamalıdır ki sofistler, sokratik geleneğin ilk halkasıdır ve bu anlamda sokrates, en önemli sofistlerden biri sayılmalıdır; büyük düşünürler, platon ve aristoteles, sofistlerin rahminde beslenmiş ve bu rah­mi yadsıyarak bugün kabul gören büyüklüklerine ulaşabilmişlerdir.

    kaynak
    ağaoğulları, m. a., türk, d., yalçınkaya, a., yılmaz, z., & zabcı, f. (2012). sokrates'ten jakobenlere: batı'da siyasal düşünceler (3. bs). iletişim yayınları. sf.75-79