en çok favorilenenleri (33) - sayfa 2

başlık listesine taşı
  • as above, so below

    ''quod est superius est sicut quod inferius, et quod inferius est sicut quod est superius.''

    ''yukarıda olan, aşağıda olana benzer ve aşağıda olan, yukarıda olana benzer.'' ya da ''yukarıda olan, aşağıda olandandır ve aşağıda olan, yukarıda olandandır.'' anlamına gelen latince söz ve hermetik metin 'zümrüt levha'nın ikinci mısrasının yorumu.

    tarot destesinde 'büyücü' kartının bu konsepti sembolize ettiği düşünülür. okülistlerin çokça kullandığı bu söz, bu bağlamda hayat ve varlığın arasında her zaman bir harmoni ve karşılık/benzerlik olduğu anlamını verir. ve neticesinde de yaşamın en büyük yasalarıdan biridir.

    makrokozmos-mikrokozmos analojisinde (kozmos ve insanlığın benzerliği, kozmos'un anlaşılmasının insan ve doğa gibi daha küçük şeylerin anlaşılabileceği ya da tam tersinin düşüncesi) farklı düzlemlerde uyum/tekabüliyet/karşılık anlamına gelir. bu düşüncenin önde gelenlerinden helena p. blavatsky'nin 'ısis unveiled' kitabından bir alıntı;

    ''yukarıda olduğu gibi, aşağıda da öyle. olan, tekrar geri dönecektir. gökte olduğu gibi, yerde de." bunu tarihle günümüz arasındaki bağıntıyı vurguladıktan sonra söylemiştir.

    bu anlamın ötesinde de kendi yorumum, gardner wiccan anlayışındaki üç yasa kuralını hatırlatıyor 'iyi ya da kötü nasıl bir enerji verirse biri, üç katını alır' üç katı kısmını kötülüğün de iyiliğin de tesirinin yine üç katı hissedileceğini düşünerekten (eylemlerin önemi ve kelebek etkisi gibi) verilenin ya da alınanın aynı olduğu düşüncesi. ya da bir başka yorum olarak da, binary opposition, ikili karşıtlık, altın karşılığı üsttür. son olarak da, yapılan eylemlerin arkasındaki anlam olarak da kafamda ilişkileniyor. yüzeyde görünenin bir o kadarının yerde bulunması. bakınız, somut olarak ağaçlar ve kökleri muhteşem bir örnek.

    kaynakça:
    steele, robert; singer, dorothea waley (1928). "the emerald table"
    prophet, erin (2018). "hermetic ınfluences on the evolutionary system of helena blavatsky's theosophy". gnosis: journal of gnostic studies
    blavatsky, helena p. (1877). ısis unveiled: a master-key to the mysteries of ancient and modern science and theology.

  • götterdammerung nedir?

    eski nors dilinden almancaya çevrilmiş 'tanrıların alacakaranlığı/uyanışı' anlamına gelen ifade. karşılığı 'ragnarök' iskandinav mitolojisinde kıyamet ve onun habercisi/kehanetiyle eşdeğerdir. snori sturluson adlı bir tarihçi ve şair tarafından şiirsel edda'da ilk defa 13.yy'da bahsedilmiştir.



    valhalla in flames, 1894'da orijinal operanın set dekaratörlerinden max brückner tarafından yapılan tasvir.

    götterdammerung, richard wagner tarafından bestelenen dört epik müzikal dram der ring des nibelungen (the ring of nibelung) adlı operanın sonuncusudur. 17 ağustos 1876'da ilk gösterimini beyrauth festspiele salonu'nda (daha sonra richard wagner tiyatro salonu) yapmıştır. alman kahraman hikayeleri ve eski iskandinav destanlarından bahsetmektedir. (bkz: nibelungen destanı) bu dört operayı yaratmak wagner'in 26 yılını almıştır. herkesin izlemese de bildiği star wars'taki şu şarkı ve bu şarkı benzerlik göstermektedir. star wars ve the ring (kısaltılmış adıyla) sadece müziğinde değil eser biçiminde; yapı ve tema olarak paralel olduğu üzerine karşılaştırmalar bulunmaktadır. kaynakçada bulabilirsiniz.


    hikaye dünyaya hükmedecek güce sahip büyülü bir yüzük etrafında geçer, bu yüzük nibelung cücesi alberich tarafından ren nehri'ndeki su perilerinden çaldığı altın ile dövülmüştür. tanrıların tanrısı wotan (odin) bu cüceden yüzüğü çalar ancak fafner (fafnir) ve fasolt adlı devlere tanrıların evi valhalla'yı inşa etmek üzere ödeme olarak vermek zorunda kalır; yoksa freia (freya)'yı alacaklardır. nesilleri içinde bulunduran bu hikayede wotan'nın fani torunu siegfried (sigrud) fasolt'u yüzük için öldüren fafnir'i öldürerek yüzüğü geri kazanır. ama sonunda yüzüğü kendisi isteyen alberich'in oğlu hagen'in entrikalarının bir sonucu olarak siegfried ihanete uğrar ve öldürülür. sevgilisinin babası sigmund'u kurtarmak için babasına meydan okuyup ölümsüzlüğünü bunun için kaybeden seigfried'in sevgilisi ve wotan'ın kızı valkür brünnhilde, seigfried'in cenaze ateşinde intihar ederken yüzüğü ren nehri'nin su perilerine iade eder. bu uğurda yüzüğü kurtarma peşinde olan hagen ise nehirde boğulur. bütün bunlar olurken de tanrılar ve valhalla da yok olmaktadır.

    tolkien akla geliyor değil mi? platon'un 'devlet' kitabında geçen gyges'in yüzüğü'nü duyduğumda da de direkt bu ışık yanmıştı (haliyle). wagner'in operasında da yüzüklerin efendisi'nde de aynı 'the one ring that rule them all' teması kullanıldı. tolkein, c.s. lewis ile birlikte operalardan ikincisi olan `die walküre `(valküreler) çevirisine başlamış olsa da wagner'den esinlenip esinlenmediği sorulduğunda 'her iki yüzük de yuvarlaktı ve orada benzerlik sona erdi'* demiştir. aşırı tepki olduğunu düşünenler de var. çoğu araştırmacı wagner ve tolkein'in yalnızca aynı hikayeden esinlendiği düşüncesinde. bu hikayede şiirsel edda'da bulunan völsunda destanı'na çıkarıyor bizi ve de nibelungenlied (nibelungen destanı). iskandinav mitolojisindeki andvaranaut (altın kaynaklarını bulabilen büyülü yüzük) ve sigurd'un ejderha fafnir'i ölürdüğü yüzük gram, tolkein'in dünyasında kendini the one ring ve narsil (tekrar oluştuğunda anduril) olarak bulur.

    vikipedi'ye göre orijinal hikaye edda'sında loki yüzüğü çalmıştır. (tabii aynı hikayenin içerisinde odin de mevcut) yüzük ilk başta andvari adlı şelale altında yaşayan ve kendini tunabalığına çevirme gücüne sahip bir cüceye aittir. loki ondan yüzüğü çaldığında intikam olarak yüzüğü lanetler, kimin eline geçerse kötü talih ve yıkım getirmektedir. loki yüzüğü oğlu otr'u yanlışlıkla öldürdüğünün karşılığında savaş tazminatı gibi telafi olarak hemen cücelerin kralı hreidmar'a (büyücü) verir. otr'un ağabeyi fafnir ise heidmar'ı öldürüp yüzüğü alır ve ejderhaya dönüşüp ona gardiyanlık eder. (smauuuug) sigurd daha sonrasında fafnir'i öldürür ve brynhildr'e verir. nibelungların kraliçesi grimhild, sigurd ve byrnhildr'i manipüle edip çocuklarıyla evlendirir ve andvaranaut'un lanetini aileye getirir.

    ben ise 'götterdammerung' terimine joseph campell'in 'ilkel mitoloji' adlı kitabında karşılaştım. bu noktada campell'in mitos hakkında gününün görüşünü de eklemiş olmak isterim;
    (bkz: mitos nedir?)

    "mitos" thomas mann'ın gördüğü ve birçok psikologun derinliğini kabul edeceği gibi "yaşamın temelidir, zamansız şemadır, bilinçaltının içinden çıkardığı izlerin yeniden üretilmesiyle yaşamın devam ettiği inanç yapısıdır." öte yandan, bütün etnolog, arkeolog ya da tarihçilerin gözlemleyeceği gibi, farklı uygarlıkların mitosları yüzyıllar boyunca ve insan yerleşiminin dünyayı kaplamasıyla birlikte önemli ölçüde değişmiştir. bir mitolojide 'erdem' olanın bir başkasında 'kötü' diye görülmesi, birinin cennetinin ötekinin cehennemi olması derecesinde değişim olmuştur. dahası, eskiden çeşitli kültür çevrelerini ve panteonlarını ayırıp koruyan düşünce ufuklarının artık birer birer yıkılmasıyla gerçek bir götterdämmerung tüm evrene ateşini salmıştır. bir zamanlar mitolojilerinin sağladığı dindarlığın bilinci içerisinde huzur dolu bir yaşam süren toplumlar, komşularının gözünde, tam tersine şeytanlar olarak buldular kendilerini. artık geçmişle hiçbir yerde hayal edilmemiş, daha derin, daha geniş mitolojiye gereksinim olduğu açıktır. yerel geleneklerin birbirinden farklı hayalinden çok daha esnek ve incelmiş, bu mitolojilerin daha geniş olanın ancak maskeleri olarak bilineceği, bütün parıltılı panteonlarının "zamansız şeması"nın ancak geçici kipleri olduğu, şeması olmayan bir arcanum arcanorumdur bu. (bkz: arcanum arcanorum)

    ama bu, kesinlikle, önümüzde bölümler halinde değişik bilimlerin salon ve müzelerinde yalnızca fark edilmeyi bekleyen ve bir yandan da büyük sanatçıların eserlerinde yaşayan büyük gizemli törendir. onun günümüze hizmet etmesi için tüm boyutlarıyla toplanması -ya da yeniden toparlanması- gerekiyor ve sonra sanat biçiminde, mucize gibi, ahlaki olarak yargılamadan, sevgiyle, öğretici neşeyle geçmiş formların festivalinde uyanan insanlığa katılarak ona kendimize aitmiş gibi yaşam vermeliyiz.''

    not: götterdammerung kelimesinin orijinalinde 'a' harfinin üstünde iki nokta bulunmaktadır. bu yazının sonunda wardruna dinlemeniz şiddetle önerilir.

    kaynakça;
    wagner, his "ring" and how luke skywalker comes in the picture, houston symphony
    tolkein gateway, the lord of the rings and the ring cycle
    the wagnerian, the star wars and wagner's ring
    joseph campbell, ilkel mitoloji, tanrının maskeleri ı, ıslık yayınları
    byock, jesse l. (1990). the saga of the volsungs: the norse epic of sigurd the dragon slayer.
    carpenter, humphrey (1977). j. r. r. tolkien: a biography.
    morris, william; magnusson, eirikur, eds. (1870). völsunga saga: the story of the volsungs and niblungs, with certain songs from the elder edda.
    evans, jonathan. "the dragon lore of middle-earth: tolkien and old english and old norse tradition".
    simek, rudolf (2005). mittelerde: tolkien und die germanische mythologie [middle-earth: tolkien and the germanic mythology] (in german)
    *carpenter, humphrey, ed. (1981). the letters of j. r. r. tolkien.

  • françois coppee şiirleri

    ''in the autumn nights, wandering through the city,
    i look to the sky with my desire,
    for if, in the time that a star flies,
    we form a wish, it must come true.

    as a child, my wishes are always the same:
    when a star falls, then, full of emotion,
    i make big wishes for you to love me
    and that in your exile you think of me.

    to this chimera, alas! i want to believe
    having only that to console me.
    but here comes winter, the night turns black,
    and i don't see any more stars spinning.''

    kaynakça: poetry foundation, shooting stars (etoiles filantes)

  • françois coppee

    1842-1908 yılları arasında yaşamış fransız şair ve romancı. parnasizm(parnassianism) akımının içerisindedir. savaş bakanlığı'nda memurluk yaparken şiirler yayınlar, 1878 yılında comedie française'a (fransız devlet tiyatrosu) arşivci olarak alınır. 1884'e kadar buradaki ofisi işletir, aynı yıl academie française'e (fransız akademisi) seçilir, ve 1888'de legion d'honneur'ün (onur nişanı) memuru olur. iki defa hastalık atlattıktan sonra dine dönmüştür. halk ilişkiler/politikaya da katılmıştır.

    milliyetçi hareketin en şiddetli kesimine katılmış ve dreyfus olayı'nda alfred dreyfus'a karşı önde gelen bir isimdir. 1898'de dreyfusism'in herkes tarafından/tüm entellektüeller tarafından kabul edilmediğini göstermek için üç akademisyen eşliğinde (louis dausset, gabriel syveton ve henri vaugeois) ligue de la patrie française'i (french homeland league) kuranlardan biri olmuştur.

    not: emile zola'ya karşı bir imza başlattılar bu şahıslar. (çünkü zola, alfred dreyfus'u savunan 'itham ediyorum!' adlı bir yazı yayınlamıştı ve sonrasında rousseau gibi yazarlar dreyfus'un tarafını tutmaya başlamıştı.)

    le poete des humbles (alçak gönüllülerin şairi) olarak ünlenen şairin şiirleri genellikle vatanseverlik, duygular, gençlik aşkların neşesi, fakirlerin durumuyla alakladır. yanı sıra oyunlar da yazmıştır. tevfik fikret'in epey etkilendiği bir şairdir. arthur rimbaud, coppee'nin adı altına şiirlerinin parodilerini yayınlamıştır.

    not: aksanlı harfleri silmem gerekti.

    görsel kaynak:
    1899 caricature by charles lucien leandre depicting barres, coppee and lemaitre as the three heads of the league

    kaynak:
    chisholm, hugh, ed. (1911). "coppee, françois edouard joachim". encyclopedia britannica. vol. 7 (11th ed.). cambridge university press. pp. 101–102.
    wilson, nelly (1978). bernard-lazare: antisemitism and the problem of jewish identity in late nineteenth-century france. cambridge university press, p. 191.
    pierrard, pierre (1998), les chretiens et l'affaire dreyfus
    hackett, cecil arthur (1981). rimbaud, a critical introduction
    turkedebiyati.org - françoise coppee kimdir?
    alfred dreyfus - biyografi.org

  • !yolun yolu açıp tesadüfü bulması

    çok da herkes için mühim olmayabilecek tesadüflere kim ilgi gösterir bilmeyerekten birkaç mitolojik bilgi ile beni heyecanlandıran bir olaydan bahsedeceğim.

    iki gün önce arkadaşımla uzun bir birasız ramazan sonrası dışarı çıkmıştık ve alelade sohbet ederken konu faldan açıldı. ikimizin de böyle mistik şeylere ilgisi olduğundan birkaç saatlik muhabbetin ortasında birden kadıköy'den taksim'e geçme ve falcıya gitme gibi çılgınca bir karar aldık, daha önce hiç de böyle falcıya vs. gitmişliğim yoktur. (tüm varlığım 50/50 maneviyat ve mantık arasında çatışma içerisinde olduğundan)

    birkaç haftadır, önce mısır mitolojisiyle başlayan ve yeniden parlayan ilgim yönünü birden hinduizm'e çevirdi. belki birkaç hafta değil de rahat son 6 aydır patlamayı bekleyen ve biriken bir merak, karşıma sürekli çıkmaya başlayan video ve metinlerle artık son raddeye gelmiş oldu.

    sürekli karşıma shiva çıkıp duruyordu, keza hala da devam ediyor. çağırıyormuş gibi hissetmekten kendimi alamadım ve ufak ufak okumaya başladım. meğersem son okumaya başladığım (sırf bu kısım/alıntı için almıştım) aldoux huxley'nin 'ada' kitabında nataraja anlatımındaki nataraja, lord shiva'nın dans eden figürü imiş. aylar önce okul bahçesinde bir sabah sınava girmeyi beklerken nedircikler yayının sitesinde nataraja'nın çevirisini okumuştum. neyse, efendime söyleyeyim, karşıma sonrasında kendisinin ikamet ettiği düşünülen kaliasa dağı çıktı. (buna ayrı bir başlık açacağım, gerçekten ilginç bir dağ) ve öyle de devam etti. (bkz: nataraja)

    ben faldan buraya neden atladım peki? falcının dediği bir sürü şey arasında bana mesleklerden bahsettiği yerde, çok gezeceğim ve yapacağım iki meslekten birinin manevi anlamda eğitim almanın ardından bu birikimimi diğer mesleğimle birleştireceğim üzerineydi. tibet'te rahiplerden eğitim alma ya da hindistan'da ''tapınakları'' ziyaret etmek gibi örneklerle kendini açıkladı. ve tam bundan iki gün önce de hindu olan hintli bir arkadaşımdan en iyi giriş yapabileceğim şekilde kitap önerisi istemiştim. gerçekten dünyanın o kısmına dair zayıf bir bilgi birikimim olduğunu söylemeyi de es geçmemeliyim burada.

    faldan çıktığımızda gezi parkı'ndan bir tur atıp metroya gidiyorduk. yol köşesinde biri kaldırıma bir dizi sayı yazmıştı. nedendir bilmem önceden kalma sayı gördüğümde toplama alışkanlığımdan kaynaklı olsa gerek ya da o an gerçekten öyle istedim, o 5 haneli sayıyı geçerken ezberleyiverdim.

    eve gittiğimde çoktan aklımdan çıkmıştı, ta ki sabahın dördünde yatakta durup dururken telefonu alıp sayıları arama motoruna girene kadar. ilk yazdığımda gözüme takılan şey, sayıyı yazar yazmaz çıkan aramanın yanında 'train running status' yazıyor olmasıydı. yine onu arattığımda çıkan ilk sonuca tıkladım ve site hindistan'ın rachi şehrinden kamakhya şehrine giden bir tren tarifesiydi. saatleri, durakları hepsi oradaydı ve sonda, şu an o dakikadaki tren güncellemesi olduğunu düşündüğüm bongaigaon kentinden kamakhya şehrine giden trenleri gösteren iki yeşil kutucuk vardı.

    son durak olan bu şehre baktığımda ise karşıma direkt bir tapınak çıktı. çıkan tapınak da şehirle aynı isme sahip bir tanrıçayla ilgiliydi. kendisi shiva ve eşi sati'nın hikayesinde geçiyor imiş. size biraz da bu efsaneden bahsedeyim.

    sati, shiva ile evlenmek istediğinde ailesi eş seçimi yüzünden karşı çıkar ve sati'nin bu kültüre özgü bir evlilik ritüeli olan kadınların eşlerini seçtiği davete shiva dışında herkesi çağırır. buna rağmen shiva orada bulunur ve ritüel gerçekleşir, sati ile evlenirler. sonrasında tüm tanrıların davetli olduğu kutsal ateşle ilgili bir ritüele bu çifti çağırmaz sati'nin babası. bunu saygısızlık olarak gören sati, babasını protesto eder ve eşinin onuru adına kendini kutsal ateşle kurban eder, ruhunun bu formundan bir yoga pratiğiyle ayrılır.

    bu acısıyla shiva, sati'nin bedenini omzuna atar ve tandava denilen dansına başlar, aynı zamanda huxley'nin ''ada'' kitabında karşıma çıkan nataraja sembolü shiva'nın bu dansının figürüdür. evrensel dengeyi bozan bu yıkıcı dansı bir gece, bu süreçte örgülerinden yarattığı iki ilahi varlıktan birinin sati'nin babası kral daksha'yı yakalamasıyla yıkımdan kutsama dağıtmasına dönüşür. (nataraja'nın tam da sembolize ettiği şey de budur; yıkmak ve yapmak) (bkz: nataraja)

    bu dengesizliğe bir son vermek ve shiva'ya sakinliğini getirmek isteyen lord vishnu, disk silahıyla (sudarshana çakra) shiva'nın taşıdığı sati'nin bedenini parçalara ayırır ve parçalar dünya üzerinde belli yerlere düşerler, bunlara da shakti peetha adı verilir, bu yerler şu anda mabet yeri görevi görmektedir . efsanenin daha sonrasında ve birkaç varyasyonunda shiva'nın sakinleşmesinin bir nedeni de sati reenkarne olduğunda onunla evleneceğini bilmesidir.. (bu arada sati, hint mitolojisindeki ana tanrıça, supreme goddess, olan shakti'nin bir yönü olarak ibadet edilir.)

    (ayrıca bir yıl önce yaptığım bir okul ödevimde karşılaştırmalı olarak dinler arası ölümden sonraki hayat inancını araştırıyordum ve seçtiğim konu semavi dinlerle doğu dinleri/felsefelerinin karşılaştırmasıydı. tam olarak orada da benzer bir ritüelden bahsetmiştim. ritüele göre ölen kişinin yakılması ve ganj nehrine dökülmesi gerekmektedir. bunun nedeni, ölen kişi ve kalanlar arasındaki bağı kesmektir. ölen kişiyle devam eden fiziksel temas ve manevi temas, dünyada yaşamaya devam edecekler için bir engeldir ve aksi takdirde bu bağ kesilmezse hayatına eskisi gibi devam etmesi zorlaşabilir; ayrıca ölen kişinin de bağı tamamen dünyayla kesilmemiştir ve ruhu bedenine geri dönmek ister. bu nedenle ganj nehrine küller dökülür ve dünyanın her tarafına yayılır. bana sorulursa sati'nin hikayesiyle alakalıdır bu noktada. çünkü ayrıca ganj nehrinin shiva'nın saç örgüsünden akan bir nehir olduğu düşünülmektedir. shiva, ilk dünyaya geldiğinde gücüyle zarar veren bu nehri saçlarından bir örgüye alıp sakince himalaya'nın yamaçlarından akıtır.)

    daha sonrasında sati, parvati olarak yeniden doğar ve shiva ile o formda yeniden evlenirler. kamakhya'ya dönersek, sati'nin düşen beden parçalarından biri genitali ve rahmidir. bunlar, hindistan yarımadasındaki kamarupa bölgesine düşer. daha öncesinde de shiva'yla gizlice görüştüğü bir yer olduğunu okudum. orada da kamakhya tapınağı kurulur.

    bu inancı takip edenler düşen rahmin, vulvanın ve 'kaynağın' bir kadın formunu aldığını ve bunun tanrıça sati formunda tanrıça kamakhya olduğuna inanırlar. doğumu sigeleyen ve ana tanrıça olan sati'nin (tanrıça shakti'yle paralel olarak bir yönü) rahmi her yıl kutsanır; aynı insanların doğumu gibi dünya da sati formunda kamakhya'nın rahminden çıkar. bu yüzden düzenli olarak tanrıçanın mensturasyonu bir toplulukla kutlanır.

    kamakhya yakınındaki brahmaputra nehri, ana tanrıçanın 3 günlük mensturasyon döneminde, haziran ayı, kırmızı akar. bazıları bunu mucize, bazıları yüksek demir ve zincifre cevheri yüzünden olduğunu ve bazıları da insanların/rahiplerin bilerek nehri renklendirdiğini düşünmekte okuduğum yerlere göre.

    benim için ilginç olan da, hikayeye geri dönersek, bu tesadüfler yaşanır iken kendi menstural dönemimin üçüncü gününde olmam idi.

    işte yol yolu açtı ve bu vesileyle dünyanın bir köşesinde yepyeni bir yer bulmuş ve hayatımda rastgele karşıma çıkıp uzunca bir süre vakit ayırdığım kültürlerden birine daha kavuşmuş oldum. en azından bir gün hindistan'a gittiğimde nereyi ziyaret edeceğimi biliyorum ya da şu anlık hangi isimlerin beni çağırdığı ve onlar üzerine araştırma yapmak istediğimi de. hatta getirileri sadece bir mitolojik hikayeden fazlası oluyor elbette.

    bazılarına bu rastlantılar deli saçması gelebilir, ama ben hep böyle şeylere hayatımızda bir yer ayırmamız gerektiği fikrindeyim. noktaları birleştirmek ve büyük bir resmi görmek adına. zihnimiz, bedenimizin doğasına uymamız gerektiği kadar onun doğasına da uymamızı ister.

    biri spiritüel desin, biri evrenin kuralı desin biri tamamen tesadüfi (ki öyle olsa bile o da başka bir kapıya açılır) desin. ne olursa olsun, ne anlama gelirse gelsin çıkaracağı yolu şu an bilmemenin keyfini ve heyecanını yaşıyorum. bu ister dünyanın en manevi deneyimi ya da entelektüel birikimi olsun birkaç gündür bulutlar üzerinde uçan kafamın yönlendirilmiş bir güçle savrulmasının bana müthiş bir huzur verdiği kesin.

  • mastodon

    10.000 yıl önce kuzey amerika'da yaşamış ve nesli tükenmiş, fil ailesinden (tüylü olma farkıyla) mamuta benzer memeliler. (azıdişlerinin şekli sayesinde mamutlardan ayırt edilir) aynı zamanda alışılmadık derece büyük anlamını taşır bu kelime.

    bu arada, 2000 yılında kurulmuş çok iyi bir heavy stoner metal grubunun da adıdır. birkaç tane grammy adaylıkları bulunmakta. vakti zamanında stoner rock/metal akorları için biriyle konuşurken çamaşır telleri gibi gitarın tellerini salmak olarak konuşmuştuk, hala da dinlerken hatırlayıp gülerim.

    bakınız en güzel şarkılarından biri olduğunu düşündüğüm high road

    kaynak: cambridge, marriam webster

  • a sick rose

    william blake'in şiiridir. illüstre edilmiş kitabı ''songs of innocence and of experience'' (1789) 36. resimli sayfasında daha sonra şiirin birinci dizesi olacak giriş cümlesi, ilk defa ön söz olarak yayınlanmıştır. 1789'dan bir süre sonra yazılmış bu şiir, aynı kitaba yeni şiirler eklenip 1794'te yayınlanan 'songs of innocence and of experience shewing the two contrary states of the human soul' kitabının bir parçasıdır.

    ''o rose thou art sick.
    the invisible worm,
    that flies in the night
    ın the howling storm:

    has found out thy bed
    of crimson joy:
    and his dark secret love
    does thy life destroy.''

    bolca alegori kullanılan bu şiirde cinsel özgürlük, karanlık bir arzu ve bir kadının bekaretini kaybetmesi gibi temalar mevcuttur. bir nevi bilmece gibidir. şöyle 1826'dan bir el-yapımı illüstrasyonu

    not: türkçe çevirisini internette pek beğenmediğim için daha sonrasında bir yayın evinden koyarım diyerekten geçiyorum. eğer ki varsa hoş bulduğunuz çevirisi, paylaşınız.

    görsel kaynak: hand-coloured print, issued c.1826. a copy held by the fitzwilliam museum, cambridge

  • the power of the dog

    (bkz: rudyard kipling)'in bir köpeğin hem dünya üzerindeki en büyük neşeyi bize getirebileceği hem de bir gün bu kalbi müthiş bir şekilde alıp götüreceği, yok edebileceği hakkındaki şiiri. hayatını kaybetmiş tüm köpeciklerimiz huzur içerisinde uyusun.
    özellikle geçen yıl kalbimizi kendisiyle götürmüş şebek arkadaşıma.

    bir de bir köpeğin gözünden yazılmış bir şiir için (bkz: dog)

    ''there is sorrow enough in the natural way
    from men and women to fill our day;
    and when we are certain of sorrow in store,
    why do we always arrange for more?
    brothers and sisters, i bid you beware
    of giving your heart to a dog to tear.

    buy a pup and your money will buy
    love unflinching that cannot lie—
    perfect passion and worship fed
    by a kick in the ribs or a pat on the head.
    nevertheless it is hardly fair
    to risk your heart for a dog to tear.

    when the fourteen years which nature permits
    are closing in asthma, or tumour, or fits,
    and the vet's unspoken prescription runs
    to lethal chambers or loaded guns,
    then you will find—it's your own affair—
    but… you've given your heart to a dog to tear.

    when the body that lived at your single will,
    with its whimper of welcome, is stilled (how still!).
    when the spirit that answered your every mood
    is gone—wherever it goes—for good,
    you will discover how much you care,
    and will give your heart to a dog to tear.

    we've sorrow enough in the natural way,
    when it comes to burying christian clay.
    our loves are not given, but only lent,
    at compound interest of cent per cent.
    though it is not always the case, i believe,
    that the longer we've kept 'em, the more do we grieve:
    for, when debts are payable, right or wrong,
    a short-time loan is as bad as a long—
    so why in—heaven (before we are there)
    should we give our hearts to a dog to tear?''

  • kirazın tadı

    "bütün umutlarını mı kaybettin? sabah uyandığında, hiç gökyüzüne baktın mı? şafakta, güneşin doğuşunu görmek istemez misin? gün batımında, güneşin kırmızısını ve sarısını artık daha fazla görmek istemiyor musun?"

    kirazın tadı, orijinal adıyla ta'm e guilass, 1997 iran-fransa ortak yapımlı bir abbas kiyarüstemi filmidir. başrolde badii adıyla hamoyoun ershadi bulunmakta. yayınlandığı yıl cannes festivalinde palme d'or ödülü almıştır. ayrıca criterion collection'ın da bir parçasıdır.

    --spoiler--
    badii iranlı bir adamdır ve yakında intihar edecektir. ancak intihar ettikten sonra bir miktar para karşılığında üstüne toprak atması için birini aramaktadır. kendisi hali hazırda bir kiraz ağacının altına çukurunu açmıştır ve ertesi günün sabahına planladığı intiharı için arabasıyla gezmekte, yolda gördüğü insanları gözlemleyip planını anlatmaktadır. önce kürt bir asker, daha sonrasında afganlı bir ilahiyatçıya bu konuyu açar. fakat ikisi de bu durumu reddeder. en sonunda arabasına çocuğu hasta olan ve daha önce intihar girişiminde bulunmuş bir türk tahnitçiyi alır ve bu adam badii'nin istediğini kabul eder.

    filmin aslında doğru düzgün bir senaryosu yokmuş, doğaçlama üzerinden ilerlemesi istenmiş. zaten bu nedenle, film boyunca bulunduğunuz atmosfer öyle ki, bir günü badii'yle beraber, yanında, belki arka koltukta geçiriyormuşsunuz gibi hissettiriyor.

    badii'nin bu karardaki kesinliğinin yanısıra arabaya binen üç kişide de intihar sorgulaması yapıldığını görüyoruz. kürt askerin buna cesaret edememesi, afgan ilahiyatçının dine göre sorgulaması... bizzat seçtiği kişiler paraya ihtiyacı olan kişiler idiyse de hiçbiri buna cesaret edemez. hayatlarının zorluklarında badii'nin neden bunu istediğini anlayamazlar ve zor bir yaşam sürseler de onlar bir şekilde yaşıyordur.

    türk tahnitçide ise tecrübenin konuşmasını duyuyoruz. yaşama bağlanmayı, ufak şeylerin güzelliği, umut... badii, bana kalırsa bunlardan etkilense de bir şekilde bütün film boyunca kesinliğini korumakta. ve hiçbir şekilde intihar gerekçesini de öğrenemiyoruz.

    "duygularımı anlayıp paylaşabilirsiniz, bana merhamet gösterebilirsiniz ama acımı hissedebilir misiniz? hayır. acı çekersiniz ve ben de çekerim. sizi anlarım. acımı anlayabilirsiniz ama onu hissedemezsiniz."

    araba sahnelerinde badii ve yan koltukta oturan karakterleri aynı sahnede göremeyiz, çünkü sahnede kim varsa yan koltuğunda kiyarüstemi oturuyor. minimalist uzun çekimleriyle ve arada gösterilen çalışan insanlar, çocuklar, iş arayan insanlarla bir melankolide sarıyor etrafı. melankolinin yanında yaşamın canlılığı, insanların bir şeyler uğruna çaba sarfetmesi mesajı da var elbette. bir sahnede badii'nin arabası çukura saplanıyor ve bir grup işçi hemen yardımına koşuyor. metaforik de olsa bir yardımlaşma söz konusu. iran'ın yollarında badii'nin yaşam ikilemi var.

    --spoiler--
    ancak hep bu ikilem içerisindeyiz. badii'nin planını anlatırken kurduğu iki cümle var. ilaç ile intihar edeceği için çukura toprak atılmadan önce ölüp ölmediğinin kontrol edilmesini, ölü değilse uyandırılmasını istiyor. buradaki ikilem ise badii'nin aslında ölümümü yoksa bir umuda kendisini bırakması mı olduğu. veyahut türk tahnitçi, bakari bey'in badii'nin isteğini oğlu için mi yoksa başka bir sebepten ötürü mü kabul ettiği. her ne ise, filmdeki konuşması biz seyirciler için çarpıcı bir etki bırakıyor.

    ben bu soruların ikilemden ziyade cevap olduğunu da düşünüyorum. neticesinde bir şeyi eylemek için illa ki bir nedenimiz olması gerekmiyor, en azından geçerli bir neden olması. bakari bey hem çocuğu hem de geçmiş tecrübesi için kabul etmiş olabilir ya da hali hazırda badii hem ölümü dileyip hem de umut ışığı aramakta olabilir. belki de bu yüzden bir nevi kumara bırakmış da olabilir hayatını. okuduğum bir film analizine göre, filmde bir yaş sıralaması ve zıtlık görüyoruz. genç bir asker ancak korkak, erişkin bir ilahiyatçı ancak din bilgisi zayıf, yaşlı bir tahnitçi intiharı engellemeye çalışıyor ancak belki paraya ihtiyacı var. bu yaş sıralamasında hayatın aşamaları mesajı da mevcut gibi. genç, yetişkin, yaşlı ve doğum, yaşam, ölüm. filmin sonunda ne olduğunu bilmiyoruz, badii öldü mü, bakari bey sözünü tuttu mu... alper tunga öldü mü, ıssız acun kaldı mı...

    bilseydik bakış açımız tamamen değişirdi diye düşünüyorum. film bir yolculuk ve bize verdiği birçok ders... ölseydi umutsuz mu olurduk, ölmeseydi umutlu bilemiyorum. tek bildiğim bana verdiği dersin her anlamda yolculuğun ne kadar önemli olduğu ve yolculuğun yaşam olduğu fikriydi.

    eklemeden de geçemem, görüntü ve kadrajlar çok çok güzel idi. bir kum fırtınasında sakince savrulmak gibi, her sahnede estetik bir arayış ve şiirsellik yatıyordu. nedendir bilinmez son sahneleri her ne kadar filmin geneliyle karşılaştırılamayacak olsa bile görüntülerini daha çok seviyorum. bu sefer karmaşa son buluyor, şahit olduğumuz tüm tonlar kendini sarı ve turuncunun hakimiyetinden alıp karanlığa bırakıyor. ama bu ne karamsar bir his ne de üzücü. yağmur yağıyor ve badii kararlığıyla orada gökyüzünü seyrediyor.

    kaynakça: alıntılar '1000kitap'

  • tanka nedir?

    genellikle 5 satırdan ve 31 ya da daha az heceden oluşan kısa 1200 yıldan fazla bir tarihe sahip klasik japon lirik nazım türüdür.

    "the hot water in
    the abandoned kettle
    slowly cools
    still carrying the resentment
    of colder water"

    -tada chimako

    ilk çıkışı 8. yy'da man'yoshu'nun zamanında uzun şiirleri kısa şiirlerden ayırmak için kullanılmasıyla başlamış ve bunlara 'waka' denmiş. ancak 'kokinshu' adlı waka şiirlerin bulunduğu derelemeden sonra japon edebiyatında bu şiirler popülerleşmiş ve 9.yy/10.yy arasında, başta gelen formlardan biri olmuş. aynı zamanda modern haiku'nun gelişiminde önemli bir yere sahip olan masaoka shiki, 12.yy başlarında waka'nın yenilenip modernleşmesini öne sürerek 'tanka' terimini getirmiş.

    5,7,5,7,7 veziniyle yazılan tanka'lar bazı yerlere göre ritmik bazı yerlere göre ritmik olmayan şekilde yazılıyor. bu şiirlerin başlıkları yoktur ve konuya odaklanır. bir sürü dönemde şekli ve içeriği değişmişse de hep duyguların şiiri olmuştur. haiku'ya kıyasla daha eski olan bu form, haiku'nun tersine metafor kullanır ve bir alıntıya göre doğa ile alakalı yazılan tanka'lar uzun haiku'lara benzese bile tanka'nın konusu çoğunlukla insan ilişkileri ve şairin duygu durumuyla ilgilidir. aynı yere göre en iyi tanka, yazarın duygusal hayatını dış elementlerle yansıtmasıyla oluşur.

    ''sahnenin arkasında şairin otobiyografik anı var'' - sanford goldstein

    kısa olması ve gündelik şeylerden bahsiyle yeterince duyguları benimsemediği sanılsa da bir anlığına tüm duyguları ve deneyimi içinde barındırabilir türden şiirler bunlar. karmaşıklığı şiirin ortasında, ikinci veya üçüncü satırlarda, gizli bir değişim ya da beklenmedik bağımsız olaylardan bahsetmesidir. bazen uyumu burada yakalayan tanka'lar bir arada duramayan satırlar gibi de görünse de bu analitikten ziyade sezgisel bir tür olmasındandır.

    antik dönemde waka olarak anılan tanka, iki kişinin düz yazı yerine bu formda mektuplaşmasıyla yaygındı. bu yüzden de aşıkların kullandığı bir nazım türüydü. yukarıda bahsettiğim kokinshu, kokin wakashu'nun kısaltmasıdır. bu derlemedeki 20 bölümden 5'i de aşk hakkındaki waka'ların derlemesidir. murasaki shikibu'nun the tale of genji kitabı gibi yerlerde de bu konuya değinilmiştir, lakin aristokratlar üzerinden örneği görülür (bazı yerlerde ilk roman olarak sunulur) daha sonrasında aristokratlar tarafından epey benimsenmiş olan waka, belli olaylarda insanların üstü kapalı ve imalı şekilde uygun wakaları ezbere okuması gibi bir geleneğe dönüşmüş. bir de seremoni gibi, beste ve sunumun önemli olduğu belirli durumlarda yapılan (occasional poetry) waka partileri var imiş. bir de yarışmalar. 800'lü yıllara dayanan bu yarışmalar ise ilk başta eğlence için başlamış olsa da zamanla bu şiir geleneği ciddileşerek estetik kaygısı güden derin yarışmalara dönüşmüş. ortaçağ japonya'sında da tanka bir nevi sınıf gözetmeksizin milletçe zaman geçirme aktivitesi haline bürünmüş.

    modern zamanda şairler toplanıp magazinlerde şiirlerini yayınlayıp tanka'yı canlandırana kadar, haiku'nun tarihine önemli bir bölüm olmuştur.

    meiji dönemi, 1800'lerde masaoka shiki, binlerce yıldır süre gelen kokin wakashu'nun tarzına feminen der ve man'yoshu'daki waka'ların daha erkeksi olduğunu savunarak antik şiirin belki en iyi waka ustası fujiwara no teika'dan eğitim almış olan minamoto no sanetomo adlı kamakura shogun yönetiminden üçüncü shogun'un tarzını takip eder. ve man'yoshu şeklinde waka yazar. o dönemin sonlarına doğru, yosano tekkan (mahlası yosano hiroshi) myojo adlı bir dergide birkaç şairle beraber yazar, ancak kısa ömürlü olmuştur. o zamanlar lise öğrencisi olan otoru yoi (daha sonrasında akiko yosano, aynı zamanda yosano tekkan'ın eşidir) ve ishikawa takuboku da bu dergide yazmışlardır.

    masaoka shiki'nin ölümünden sonra, taisho döneminde `mokichi saito `ve arkadaşları man'yoshu'yu metheden 1908 - 1997 yılları arasında aktif olmuş araragi adında bir edebiyat dergisi yayınlarlar. araragi modernleştirse de aynı zamanda sarayda waka gelenek olarak sürüyordu. imparator her yıl 1 ocak'ta yeni yıl ile utakai hajime adı verilen özel ya da halka açık utakai/waka okuma partileri düzenliyordu. halka açık okumalarda kendisi de bir waka yayınlıyordu.

    ikinci dünya savaşından sonra ününü yitirdi, ta ki 1980'lerde makato ooka gibi modern şairlerin bu formu canlandırıp zamanın okuyucusuna sununcaya kadar. 1987'de salad anniversary adlı en iyi satanlar koleksiyonunda şair makato ooka tanka'nın yeniden canlandırıcısı olarak isimlendirildi. bu şairin tanka'ları 20 yıldan fazla japonya'nın en ünlü dört gazetelerinden biri olan asashi shimbun'da haftanın yedi günü yayınlanmıştır.

    günümüzde hala tanka yazan şair toplulukları bulunmaktadır, hatta çoğu gazetede tanka köşesi bulunup amatör ya da profesyonel tanka şairlerinin eserleri paylaşılmaktadır. ve japon imparatorluk ailesi de her yeni yıl için tanka yazmaya devam etmektedir.

    şahsen başka işlerinden tanıdığım tereyama shuji, yukio mishima ve `chuuya nakahara `gibi yazarlar da tanka yazmışlardır. bu içerikte muhteşem bir film yönetmeni olan tereyama'dan bahsetmek gurur vericidir.

    kaynaklar:
    from the forest of eyes by tada chimako, translated by jeffrey angles.
    tanka society of america, what's tanka?
    keene, donald. a history of japanese literature: volume 1. ny: columbia university press
    beichman, janine (2002). masaoka shiki : his life and works
    sfetcu, nicolae (2014-05-12). poetry kaleidoscope
    mulhern, chieko ımrie (1994). japanese women writers: a bio-critical sourcebook
    tanka poetry defined: 3 examples of tanka poems

  • 1 nisan

    daha sonra kökenine bakılmak üzere şaka günü olabilir, evet. ancak bugün asya'nın en önemli oyuncularından leslie cheung'un da 20. ölüm yıl dönümüdür. saygıyla anıyoruz. eğer dünya bir savaş alanı sinema da bir silahsa leslie cheung bu silahın içine gül tohumu bırakan ve kalbi bu savaş için yorulan güzel insanlardan biridir.

    şuradan filmlerine ve kendisine yakından göz atabilirsiniz;
    leslie cheung and hong kong lgbt cinema

  • kadhja bonet

    soul müziği sevdiren sanatçıdır. sirenlerden hallice bir sesi vardır ve bana 70s saykodelik japon pop müziğini hatırlatır. (bkz: yoshiko sai)
    muhteşem bir kahdja bonet introduction şarkısı 'remember the rain' olmalıdır.

  • !tesadüfi diyaloglar

    okulda sohbet ederken tanıştığım koreli bir abinin ismimi duyunca bana okuduğu alıntı şöyledir;

    "geyik akarsuları nasıl özlerse,
    canım da seni öyle özler, ey tanrı!"

    mezmurlar 42:1
    (bkz: !kutsal kitaplarda geçen etkileyici cümleler)

  • in taberna quando sumus

    ortaçağ latincesiyle yazılmış bir şiirdir ve carmina burana'nın bir parçasıdır. türkçe çevirisi 'biz tavernada' olarak çevirilebilir. carmina burana (benediktbeuren'in şarkıları) 254 şiirin bulunduğu genellikle 11 ve 12.yy'dan metinleri içeren bir elyazmadır. latince ile beraber ortaçağ almancasıyla birçoğu goliard (avrupa'da 12. ve 13. yy'daki latince hiciv şiir yazan ruhban sınıfı) ve öğrencileri tarafından satirik bir dille yazılmışlardır. metinler ortaçağ yaşamını, inançlarını ve içki geleneğini barındırmaktadır.

    1935-46 yıllarında carmina burana 24 şiir olarak carl orff adında bir besteci tarafından kantat şeklinde bestelenmiştir ve 1937 yılı frankfurt'ta orkestra olarak sergilenmiştir. en ünlü şarkısı o fortuna'dır. filmlerden kulaklarımız bu şarkıya çok aşinadır.

    orkestra versiyonlarından biri şöyledir rutgers university choir
    bir ortaçağ folk müziği severi olarak beğendiğim versiyonunu ise arte factumdan dinleyebilirsiniz.

    ''when we are in the tavern, we do not care about what earth is (i.e. what we are made of), we set about gambling and over that we always sweat. we must investigate what happens in the tavern where money is the butler; pay attention to what ı say.
    some gamble, some drink, some live without discretion. from those who spend their time in gambling, some are stripped bare, some win clothes, some are dressed in sacks; there no-one fears death, but for the wine they throw dice.
    first, for the payment of the wine (i.e. who pays for the wine). then the boozers start to drink; they drink once to those in prison, after that, three times for the living, four times for all christendom, five times for the faithful departed, six times for sisters of loose virtue, seven times for soldiers of the forest, eight times for brothers in error, nine times for scattered monks, ten times for those who sail, eleven times for men quarrelling, twelve times for those doing penance, thirteen times for those on journeys.
    for pope and king alike all drink without restraint.
    the mistress drinks, so does the master, the soldier drinks, so does the cleric, that man drinks, that woman drinks, the servant drinks with the maid, the fast man drinks, so does the slow, the white man drinks, so does the black, the stay-at-home drinks, so does the wanderer, the fool drinks, so does the scholar.
    the poor drink, and the sick, the exile and the unknown, the boy, the greybeard, the bishop, the deacon, sister, brother, old woman, mother, that woman, this man, they drink by the hundred, by the thousand.
    large sums of money last too short a time when everybody drinks without moderation and limit, even though they drink with a happy heart; in this everyone sponges on us and it will make us poor.
    damnation to those who sponge on us! put not their names in the book of just.''

    başka bir çevirisine de bakılmak isteniyorsa classical net - carmina burana lyrics sayfasında 14. şarkı olarak bulabilirsiniz.

    kaynak: britannica, tylatin, library of congress original manuscript

  • !entp nasıl bir karakterdir

    duygularımızı bırakmayalım kenara efendim. (bkz: !infp olmak)(bkz: uğur ismail) kendi görüşümce tüm entp karakterlere baktığımızda kriptonu duygularıdır, kaçarlar onlardan. ancak sezgileriyle legolas olan infp'lerden ne kaçabilirler ne de saklayabilirler.
    buradan entp karakterlere bakabilirsiniz. bir kurgusal eserde onları yakalamak kolaydır. mevzuya/ilişkilere tat katan ve renklendiren karakterlerdir.

    entp'lerin fonksiyonlarında 'fe' bulunur ve üçüncü sıradadır. üçüncü fonskiyon kişilik tipinin daha az olgun olduğu ve hayatında bilinçli olarak geliştirebilecekleri bir alan olduğunu anlatır. infp için mesela fi dominant/birinci fonksiyon iken 'ti' dördüncü fonksiyondur. bu fonksiyonda bilinçdışı ve en geç gelişen fonksiyondur. hepimizin bir zaafı ya da zayıflığı vardır demek istediğim. (bkz: !infp olmak)

    ilk dominant fonksiyonu da ne'dir. açılımı external intitution'dır. bu entp ya da neti fonksiyonları için dominant ise doğal gelişen bir fonksiyondur. her taşın altını deşmek isterler, patternler bulurlar, teoriler yaratırlar ve gelecekte gerçekleşebilecek tüm olasılıkları değerlendirmeye çalışırlar. bir nevi bulutların üstünde ve gerçeklektikten uzak gözükürler çılgın fikirlerle. ancak diğer fonksiyonlarıyla da değişkenlik gösterebilir bu. oturup bir tarihsel olayı didik deşik edersiniz onlarla sonra gelecekte böyle bir şey yaşansa ne olurduyu tekrar yazarsınız.

    nadirlerdir bu şeytanın avukatları. ilgi alanları çok geniş olur, peşi sıra odakları daldan dala atlar. baktığınızda eğer hayat güldüyse ilgilendikleri alanlarda okul okumuşlardır. bunlar hakkında sizinle saatlerce tartışabilirler. hatta tartışmak onlar için ciddi de bir şey değildir yeri geldiğinde. sırf merakından ya da eğlence olsun diye saçma sapan görünen bir şey hakkında doğru kişiyi de buldu mu saatlerce tartışır. bazıları sırf sinir olsun diye karşısındakini sınamak ister, eğlenir birini sorguya düşürdüğünde/köşeye sıkıştırdığında. bazıları kendileri savunmasa bile savunuyormuşçasına tartışabilebilirler. çünkü entellektüelliklerine ve akıllarına epey güvenirler o anlamda, egoları kendini su yüzüne öyle anlarda çıkarabilir. bu da burnu havadalıkla yapılıyorsa haliyle bazen sinire dokunabilir. ama o da duruma bağlıdır, zevk de alabilirsiniz size düşünmek için perspektifler sunduğundan. keza siz aynısını yaptığınızda onun hoşuna gidebilir aradığı bu zaten; tartışmak ve öğrenmek

    sanat anlamında zevkleri hoştur. dürüstlük bazen dobralıklarıyla akar. aşırı sarkastik ve eğlenceli insanlardır. kişiye göre değişse de genellikle akıllıdırlar. kendi tek tük tecrübelerimce şahsen ben aksine pek denk gelmedim. birini sevmeyince sevmez. dillerinin sivriliği yeterlidir, lafı koyup geri çekilirler. çok da bir şey ifade etmez onlara. ilgilerini koyabilecekleri onca alan varken bir de ona mı uğraşacaklardır?

    romantik sayılabilecek hayal güçleri vardır ve yetişmek çok eğlencelidir. değer veriyorsa birini kırmak için espiri yapıp dalga geçmez, sevdiğinden yapar ama karşısındaki bazen kırılabilir. onun love language'i sinir etmek ve dalga geçmektir. (bakınız anne shirley'nin muhteşem sevgilisi gilbert blythe) o yüzden entp'yi anlamak biraz zaman ister. yaptığı hareketleri ve seçimleri zamanla benimsersiniz. olağanca alınmamaya çalışın canım feeler yoldaşlarım, zor biliyorum ama fark ettiğinizde tatlı bir reaksiyona dönüşüyor...

    entplerle şahsen çok iyi anlaşırım. onlar molotof kokteyli gönderirken göğüs gerip karşılarım, sonra ağlarım ve ben çiçek tomarı fırlatırım. yüzünü buruşturup istemeseler de bir bakmışsınız saçlarında çiçekle dolaşırlar. öyle de alçakgönüllü olabilirler. bana mizahları ve perspektifleriyle şunu öğretirler ''insanlar tanrıların eğlencesine yarattığı şeyler yüzünden acı çekerler '' ben ise onlara öfkelerinin ve melankolinin bir gece insana ne mucizevi şeyler yaratmaya iteceğini ve baktıkları yerde ne denli pesimistleşebileceklerini fark ettirmek isterim. çünkü entpler gözden gelmek için çok değerlidirler!

    infp'nin gözünden entp böyledir. bana sorarsanız 16 kişilikten en iyisidir, sadece bu etrafında kalkanla dolaşan entpleri azıcık törpülemek ya da duvarlarına kocaman bir baltayla girmek gerekir. keza nasıl infplerin ayağına ufak bir ağırlık koyup bulutların üstüne çıkmasını engellemek gerekiyorsa onları da duygularının törpülemesini dilerim. ne törpülemek entp'yi dillerinden eder ne de ufak bir ağırlık infpyi uçmaktan eder :)

    bu sefer de geceye entp bir şarkı koyayım;
    tenacious d - beelzeboss satan da entp'dir...

« / 3 »