• 4. bölüm - hürriyetçilik ve demokrasi

    bölüm genel bir toparlamayla başlıyor. dinçaslan'ın seküler milliyetçiliği:
    1- faydacıdır
    2- sekülerdir
    3- bilimseldir.
    4- uzlaşmacıdır.

    "seküler zemin doğruyu ve faydayı tespit etmenin esastan şartıysa, hürriyet de usülden şartıdır." diyerek başlıyor dinçaslan ve "türk milliyetçisi nasıl bir demokrasi ister?" başlığı ile görüşlerinin derinleştiriyor.

    önce rejimin özelliği ile mekanizmasının ayrı olduğu hatırlatmasıyla başlıyor. güzel bir örnekle de zihnimize kazıyor: moğollar monarşiktir ancak liyakata önem verirler, 2023 türkiyesi cumhuriyettir ancak torpille yönetilir. yani demokratlıkla demokrasi rejimi içinde yaşamak aynı şey değil. ingiliz kraliyeti mi daha demokrattır iran cumhuriyeti mi diyerek bu meseli kapatabiliriz.

    dinçaslan sonrasında ise demokrasi tartışmasına giriyor. demokrasi tartışmasında argümanlar oldukça basittir: demokrasi iyidir zira herkesin söz hakkı en azından teoride vardır ve yasalar egemendir, demokrasi kötüdür zira kitle manipüle edilebilir, hatalı kararlar alabilir ve bireyleri ezmeye yönelebilir.

    dinçaslan seküler milliyetçiliğin bu demokrasi probleminden çıkışı için öncelikle yasaya, yasa yapım sürecine dönmeyi öneriyor ve diyor ki : " hukuk öyle tesis edilmelidir ki, geçmiş uygulamaların neticelerinden ders çıkaran bir hukuk felsefesinin önerileri, demokraside yegane meşruiyet kaynağı bu olduğu için, halk oyuna sunulmalıdır." yani hukuk felsefesi uzmanlarına yasa yapım süreci bırakılmalı ve halk oyuna sunulmalı. meclis yok, burası çokomelli.

    bu argümandan sonra thomas jefferson'dan bir alıntı geliyor. jefferson'un "dünya, üzerinde yaşayanlara ait olmalıdır" diyor ve dinçaslan bu savı değerli görüp açıklıyor. varılan sonuç ise "[...] yasa kutsal olmamalı, yasaları eleştirmek sorun sayılmamalı" ve "[...]çıkaracağımız sonuç, yasaların anlık değişmemesi ancak kemikleşmemesi de gerektiğidir. rejimin yasa yapım kuralları, yasanın bir iki yılda ancak çıkarılabilmesini temin etmelidir, bu sayede günübirlik kaygılarla peşkeş yasalarının çıkarılması engellenir. fakat yasaların çok uzun süre yürürlükte kalması da mahzurludur, belli zaman döngülerinde mevcut yasaların hepsinin gözden geçirilmesi gerektiğine dair bir kural, ölülerin yaşayanlar üzerindeki vesayetini kıracaktır."

    dinçaslan buradan vesayet meselesine geçiyor. ancak yasa yapım sürecinin uzaması acil gerekli olan yasaların yapımında sorunlar teşkil edecektir. istisnalar da tanımlanırsa hemen tüm durumlar tekrardan bu istisnalar dahiline sokulmaya çalışılacaktır. öte yandan uzun süredir olan kanunlar bugün amerika'yı bir arada tutmaktadır. kuralların ne sıklıkla ve ne şekilde değiştirileceği üzerinde bir uzlaşmaya varılması kesinlikle gereklidir ancak bu özellikle türkiye toplumunda asla konuşulmayan bir şeydir, üzerine konuşanlar da (bkz: ali babacan) gibi düşman, hain, mandacı ilan edilmektedir. meclis'in de olmadığı bir yerde hukuk felsefecilerinin ortaya koyacağı bir anayasa halktan ne ölçüde takdir alacaktır orasını sormuyorum bile. burhan kuzu gibi hukukçuların yazdığı anayasaların seçilme ihtimali de cabası.

    buradan dinçaslan'ın vesayete yaklaşımına geçelim. ona göre demokraside sert ve yumuşak güçler vardır. yumuşak güç halkın memnuniyetsizliği iken sert güç olarak askeri vesayet sayılabilir. dinçaslan'a göre örneğin ordu vesayeti "kategorik olarak kötü bir şey değildir." aynı şekilde büyük şirketler veya vatandaşın silah sahibi olması da bu sert güçlerden sayılabilir. ancak bu güçlerin de yozlaşma ihtimali olduğundan dinçaslan aktörlerin çokluğu ile çözüme ulaşıyor. klasik bir liberallerin de iktisattan çaldığı güzel bir ilke olan "aktörler arttıkça hata azalır" mantığının milliyetçiliğe de sirayet ettiğini görmek güzel.

    dinçaslan "rejim ne içindir?" sorusu ile devam ediyor: "rejim, millete ve milleti teşkil eden fertlere faydalı olmalıdır. bu faydalar yalnızca maddi açıdan ele alınamaz; dünyanın ücra bir köşesinde bir başka halkı sömürerek, öldürerek kendi ülkesine maddi fayda sağlayan bir sistem, mesela, savunulabilir mi?". sonrasında ise ekliyor "bizim milliyetçiliğimiz dahil olmak üzere milliyetçi akımlardaki totaliter, kolektivist, insanı baskılayıp devleti, soyut kavramları ilahlaştıran yönelimden tiksindiğimi ifade edebilirim."

    -----------burasına özel dikkat-----------
    dinçaslan bu çıkışın devamında aydınlanmacı tavrına meftun edecek bir kişisel farkındalıkla şunları söylüyor: "üstelik ben, milliyetçiliğin "muhafaza etme" işlevini değil, "inşa etme" işlevini önemsediğim için milliyetçiyim: milliyetçilik, basitçe etno-sembollerle inşa edilmiş bir dil kullanmak demektir ve bu dil, milletin "arzu edilen" yöne doğru gitmesini sağlar; bir tür mobilizasyon aracıdır. arzu edilen yönün ne olduğunu tek başına milliyetçilik veremez; felsefe, entelektüel tartışma, bilimsel çalışmalar bunun için vardır ve ideolojik gözlüklerle yapıldığında doğru yolu tespit şöyle dursun, hemen her zaman yok oluşa sürüklerler."
    -----------burasına özel dikkat-----------

    bölümün sonunda seküler milliyetçiliğin önerisinin aktör çokluğu ile dengelerin sağlandığı sağlıklı bir demokrasi olduğunu netleştiriyoruz.

    sonraki bölümde dinçaslan "ifade özgürlüğü" meselesini tartışıyor. açılışı ise woke kültürünün aslında bir çeşit faşizm olduğunu tespit ederek başlıyor ve bu kültürün gücünün "bütün dünyada henüz aydınlanmasını tamamlayamamış ülkelerde bir tür "yanlış bilinçlilik" gibi yanlış aydınlanmayı tetiklediğini" vurguluyor. sonra da ifade hürriyetini daha iyi idrak için john stuart mill'e dönüyor. mill'den bir alıntı yaptıktan sonra ise ifade özgürlüğünün sınırı olarak yasaları ve toplumsal tepkiyi gösteriyor. toplumsal tepkiyi anlamakla birlikte yasaların bu işe dahil edilmesine biraz şaşırıyoruz elbette, yasalar, hele ki türkiye'de, nedir ki? cumhurbaşkanı bile tanımayabilir. bu tartışmayı derinleştirmeden ifade özgürlüğünün sınırları tartışmasını yasaları dışlayarak ve birey toplum ilişkisini çözümleyerek tartışmayı önereceğim.(bkz: ifade özgürlüğünün sınırları nerede olmalıdır?)

    dinçaslan mill'e ait olan "tahdidin entelektüel tartışmayı verimsizleştirdiği" tespitine katılmaktadır ancak ona göre "saygı, hürriyete duyulur, fikir sahibi olma hürriyetine - fikrin kendisine değil. [öyle olsaydı] ölen kardeşinin ardından dul yengesinin yakmak isteyen bir hindu'ya cevaz vermek gerekirdi." buradaki akıl yürütmenin sınırlarını tam olarak anlayamadığımı itiraf etmeliyim. yengeyi yakmak kötü de, günde beş kere olmayan bir şeye tapınmak iyi mi? bunu yapmazsam sonsuza kadar cehennemde yanacağım fikri ile insanları yaşatmak iyi mi? insanların başlarını örtmek, onlara günde beş kere aynı arapça şarkıyı dinletmek, kitlesel olarak yılın bir ayı aç bırakmak, insanların hayatlarına cinler melekler sokup onları korku içinde yaşatmak iyi mi? ben şahsen ya yanmaya gönüllü olan kadının yakılmasına cevaz vermek gerektiği ya da önceki bölümde ifade ettiğim gibi din meselesine tamamen hasmane yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum. zira aradaki tüm formlar dinçaslan'ın akıl yürütmesini pratikte imkansız hale getirecektir.

    woke kültür hakkında konuşmaya devam edelim. dinçaslan oto marquard'dan şu alıntıyı yapıyor: "[...] modern nesnellik dünyasının öyküsüzlüğü bir kazanım değil, aksine sonuna kadar dayanılamayacak bir yitimdir. bu nedenle modern dünya söylencelere ve öykülere üstün gelmemiş, aksine sadece edimsel olarak bir öykü noksanlığı bir boş alan, bir açık yaratmıştır." dinçaslan'ın yorumu ise şu şekilde: "öyküsüz ve değersiz insanlar kimliksizleşiyor, kimliksizleştikçe yarattıkları tuhaf ve illuzyonel kimliklere tutunup, asla değer içermeyen ama değeri simüle eden ritüeller silsilesiyle "erdem sinyali" (bkz: virtue signaling) veriyorlar." (bkz: woke culture)


    bu duruma tepki olarak gelen iki başlığın isimleri ise iştah açıcı: batı'ya ağıt ve woke: aydınlanmanın foseptiği. başlıklar tek başına pozisyonu yeterince anlatıyor zaten. argümanlar da iki temelden yükseliyor:
    1- bir adet bizleri, "kişiliksiz, hedefsiz, aidiyetsiz, işçi arılara çevirmek isteyen zihniyet" var. bu zihniyet bize et yememeği, eşcinsel olmayı ve diğer kültürlere ne olursa olsun saygı göstermeyi (mesele ölen eşinin kurutulmuş penisini boynunda taşımak zorunda olan hintli kadına) amaçlıyor.

    2- batı kendi içine çöküyor, medeniyet kendine yuva olacak yeni kültürler arıyor.

    ikinci argümana %100 katılıyorum. ben de geleceğin filozoflarının, biliminsanlarının ve sanatçılarının türkiye, mısır, ukrayna, polonya, meksika, brezilya vs. sair ülkelerden çıkacağı kanaatindeyim.

    birinci argüman ise bana biraz karşı tarafı küçümser ve tam olarak bu sebeple ona yenilmeye namzet geliyor. öncelikle kim bu zihniyet? soros mu örneğin? değilse belirli şirketler olsa gerektir. ancak dünya çapındaki reklam kampayalarında bile başarısız olabilen bu şirketler gerçekten insanlara yön vermeyi iş edinmiş bunu da profesyonel bir şekilde sürdürüyor olabilir mi? eğer öyle ise woke kültürün türkiye'deki kalesi sayılan netflix'te neden bill blur, bo burnham, louis c.k, ricky gervais gibi açıkça woke olmayan komedyenler hala görülebiliyor? woke-olmayan kültür bir şekilde içlerine sızmış olabilir mi?

    öte taraftan woke kültürün karşısındaki kültür nedir? türkiye üzerinden gidelim. woke beşiktaş'tır, anti-woke üsküdar. woke kadıköy'dür anti-woke pendik. hangisinde yaşamak istersiniz? woke kültürün bazı radikal hareketleri elbetteki yok değil. bir taşı ırkçı diye yerinden kaldırmak, bir tarihi kişiliğe bağlamdan bağımsız saldırmak, klasik sanat eserlerine boya dökmek, madun her zaman haklıdırcılık, azınlıklar ırkçı olamazcılık, beyaz genç hetero erkek her zaman haksızdırcılık ilh. böyle gider. kimse bunların mantıklı ya da doğru olduğunu düşünmüyor, en azından bence. ancak diğer taraftan çokça saçma sapan feministçiliğin ardından, artık üniversitelerde kadınlar herhangi bir taciz vakasına karşı çok daha hızlı örgütlenebilir hale geldi, 45 cinsiyet, cinsiyet olarak ak-47 olmak gibi saçmalıklar yanında türkiye'de onur yürüyüşleri artık rutin oldu, eşcinsel insanlar artık çok daha kabul görüyorlar ve dışlanmıyorlar. evet travestiler kadın liglerinde oynayıp en iyi kadın sporcu seçiliyorlar ancak bunun yanısıra eğer travestilik normalleşirse artık osmanbey'de geceleri fuhuş yapmak yerine kendilerini kabul eden işyerlerinde çalışmaya başlayabilecekler. kim woke kültür öncesi bir travestiye iş verirdi gerçekten? woke kültürün "söylemeye mecbur bırakması" ise kendilerinin de farkettiği bir hata idi sadece, artık etrafta "bayan değil kadın!!!" diye infilak eden çirkin genç kızlar görmüyoruz.

    bence dinçaslan'ın da haklı olarak kızdığı şeyin farkında olmamız gerekir. ancak bu kızgınlıkların biranın köpüğüne kızmak gibi bir verimsizliği de var bana kalırsa. bardağa hızlı bir biçimde bira koyarsanız bardağın %20'si bira ile dolmadan kalan %80'i köpük olacaktır. bu köpüğü bastırmak için en iyi yöntem hangisidir? beklemek. ben woke kültürü işte bu bira köpüğüne benzetiyorum. kadınların ikinci sınıf olduğu, sevişmenin yasak, içmenin günah, kitleye ait olmamanın zavallılık, evlenmemenin evde kalmak, eşcinsel olmanın sapıklık, çalışan-okuyan kadın olmanın orospuluk sayıldığı dönem çok değil 20 sene öncesidir. tüm bu bariyerler woke kültür sayesinde aşıldı. bu sebeple ben saçmalıklarına gülme ve beğenmediklerimi açıkça ve kendi seçtiğim üslupla ifade etme hakkını saklı tutarak woke kültürü tamamen harcamamamız gerektiğini, bilakis neden toplumda bu kadar karşılık gördüğünü incelememiz gerektiği kanaatindeyim.

    bu bahsi burada kapatıp dinçaslan'ın serbest piyasa hakkındaki görüşlerine bakalım. dinçaslan'ın birinci argümanı şu:

    inovasyon-evrim-ilerleme ancak stres ile olur. piyasanın da birey lehine gelişmesinin de temeli rekabettir. sistemin devamı için ise devlet "daha güçlü ve etkili bir hakem" olmalı, ahlak da her zaman güncel bir konu olarak etkin olmalıdır.

    ikinci argümanı ise şu:

    orta sınıfın varlığı demokrasiyi ve piyasayı mümkün kılar.

    yine ikinci argümanla bir sorunum yok. türk milliyetçiliğinden bağımsız olarak da orta sınıfın öneminin anlaşılması ve devlet dahil toplumun tüm işbirliği aygıtları tarafından daha çok kollanması gerektiğini düşünüyorum. ancak birinci argümandaki "daha güçlü" devlet meselesinin detaylandırılmasında büyük faydalar görüyorum.

    4. bölüm burada bitiyor. sonraki girdide turancılık, muhafazakarlık, son söz ve kaynakça meselesini konuşacağız.

  • ek bölüm muhafazakarlık

    bu bölümde dinçaslan muhafazakarlığın belirleyicisi olduğunu iddia ettiği din ile şu şekilde hesaplaşıyor: "bu kitabın tamamı dini düşünce tarzının reddedilmesi ve din olgusunun düşüncenin değil, inancın düzleminde tahdit edilmesi gerektiğini savunmak için yazıldı."

    son yüz yıldır sekülerlerin çabaladığı şey. dinin kendi alanında tutulması. bu konudaki görüşlerimi üçüncü ve dördüncü bölümde yazdım ancak burada da kısaca açıklamak isterim. din, görüşlerden bir görüş, inançlardan bir inanç olduğu anda din olma vasfını kaybeder. dini din yapan şey onun mantıki sınırları, argümanlarının sağlamlığı, insan hayatına olan katkıları vs. değildir. din tüm sorunları tüm zamanlar için kendinden başka bir kaynağa gerek duymaksızın çözer. dinin büyüklüğü buradadır. dindar kimsenin düşünmesine gerek kalmaz zira tüm yanıtların olduğuna inandığın andan itibaren soruşturma ancak bir retorik mesele haline gelir. (bkz: caner taslaman) caner bey'in "göya" bilimsel araştırmaları hakikati öğrenmek için değil, bir savı kanıtlamak istemektedir.

    dinin muhafazakarlığın belirleyicisi olma meselesi de bu açıdan bakıldığında gücünü yitirir. öncelikle muhafazakarlık hakkındaki şu çalışmayı hatırlatalım "the cognitive functioning of individuals with stronger endorsement of right-wing and prejudiced attitudes
    has elicited much scholarly interest. whereas many studies investigated cognitive styles, less attention has been directed towards cognitive ability. studies investigating the latter topic generally reveal lower cognitive ability to be associated with stronger endorsement of right-wing ideological attitudes and greater prejudice."(1)

    sapolsky'nin durumu okuması ise biraz daha sert sayılabilir: "one particularly thorough demonstration of this involved more than fifteen thousand subjects in the uk and united states; importantly, the links among low ıq, rwa, and intergroup prejudice were there after controlling for education and socioeconomic status. the standard, convincing explanation for the link is that rwa provides simple answers, ideal for people with poor abstract reasoning skills."(2)

    devamında ise:"özet geçmek gerekirse ortalama olarak sağcılar (burada muhafazakar anlamında kullanılmış) belirsizlikten daha .ok endişe duyuyor, daha güçlü bir kapalılık istiyor, yenilikten hoşlanmıyor, yapı ver hiyerarşiye yatkınlar, koşulları tehditkar görmeye hazırlar ve empati konusunda daha dar görüşlüler. (3) yani aslında muhafazakar dediğin toplumun çaresiz ve korkak kesmidir. bu kesmi dinden kurtarırsan burçlara saplanır, oradan kurtarırsan vegan-budistliğe saplanır. mesele muhafazakarlığın düzeltilmesi değil, muhafazakarlığı yaratan yoksulluğu ve cehaleti ortadan kaldırmaktır.

    dinçaslan'ın önerisi ise daha optimist: "muhafakarlığı dinden soyutlayarak, dini inançlarla çelişen her türlü rasyonel tespite, iddiaya ve olguya, aynı zamanda her türlü sosyal gelişime, dönüşüme kategorik karşı olmak anlamından kurtarmak gerekir." ben burada fahiş bir yaklaşım hatası görüyorum. meselenin muhafazakar fikrin kendisinde değil, muhafazakarlığı yaratan sosyo-ekonomik şartlarda olduğu aşikardır. dinden soyutlanan muhafazakarlık bir başka cehalet kaynağı tespit ederek ona yaslanacaktır. dinçaslan'ın muhafazakarlığın kötü anlamı olarak saydığı şeyler muhafazakarlığı muhafazakarlık yapan şeylerdir. rasyonel tespite kategorik olarak karşı olmamak zaten muhafazakar olmamanın temelidir. muhafazakarlık rasyonel tespite güvenmemekle farklılaşır. ona göre bilim yanılabillir, rasyonalite akıl yürütmeler arasından bir tanesidir, en doğru olan değil. dinçaslan'ın belki biraz naif olarak dine yaptığı "görüşlerden bir görüş haline getirerek aslında onu bitirmek" eylemi, muhafazakarlarda tam olarak aynı şekilde bilimsel metoda karşı gösterilen yaklaşımdır. bilimsel metot bir şey bilmenin yollarından bir yoldur. ha vahiy, ha tarihsel kurallar, ha pozitif bilim.

    dinçaslan'ın son büyük argümanı da edmund burke'ün muhafazakarlığını tanımak ancak bu tip bir muhafazakarlığın ancak ingiliz toplumunda gerçekleşebileceğini söyleyerek şu an türk milliyetçiliği için muhafazakarlığın "henüz tercih edilebilecek bir seçenek olmadığı" yargısına varıyor. bu yargıya varılmasın beklenen ve kutladığımız bir şeydir ancak burke'un muhafazakarlığının thomas paine progresifliği ile birlikte düşünülmesi gerekir. burke'un muhafazakarlığı progresif fransız devrimciliğinin terör dönemindeki uygulamaları temelinde şekillenen bir itirazdır. bu itiraz antik ya da politik hürriyetin modern ya da sivil özgürlüğü ezmesine karşı ortaya konulmuştur. buradaki tartışmada thomas jefferson "the liberty of the whole earth was depending on the issue of the contest and . . . rather than it should have failed, i would have seen half the earth desolated. were there but an adam and an eve left in every country, and left free, it would be better than as it is now."(4) diyerek tarafını belli etmiştir. hürriyetçi bir dost olarak tanıdığım dinçaslan'ın da muhafazakarlığı bu özgürlük tartışmaları bağlamında yeniden düşünmeye davet etmeyi bir dostluk vazifesi olarak görüyor ve metni okumayı sonlandırıyorum.

    umarım dinçaslan kitabın son sözünde şöyle söylüyor: " elbette bu katkı[kitabın kendisi ve anlamı] bütün sorunları çözecek ve bir anda milliyetçiliği arzu ettiğimiz seviyeye getirecek değildir - muhtemelen kendisi eksiklik ve hatalarla doludur. ancak benden başkaları ve bencen sonrakiler için bir işaret, en azından bir ilham kaynağı olursa, derlediğim bilimsel hakikatler ve yaptığım yorumlar yeni düşünceleri tetiklerse, vazifemi yerine getirmiş olacağım".

    ben de bu seri ile tam olarak haklı ve gerekli bulduğum bu vazifeye naçiz bir katkı sağlamaya, tetiklenen düşüncelerimle yeni düşünceler tetiklemeye çalıştım. en başta da söylediğim gibi türkiye'nin eli kalem tutanları arasında hakiki bir entelektüel ortam yaratmak tüm bu çabaların bir neticeye ulaşması elzemdir. üzerine konuşulmamış, tartışma yaratmamış, karşı çıkılmamış ve desteklenmemiş, hasılı, yurttaşa daha iyi bir yaşamın mümkün olduğunu ve bu yaşamın ancak yurttaşın kendi entelektüel ve politik eylemlerinin bir neticesi olduğunu hissettirememiş teori, anlamsızdır.

    umarım bu değerli çalışma türkiye'de hakettiği ilgiyi görür ve müreffeh bir türkiye'nin anahtarının bu samimi ve kapsamlı çalışmaların sayesinde kurulabileceği geniş kitlelerce anlaşılır.

    kaynak
    1- çalışmanın doi'si
    2-sapolsky, r. m. (2021). davranış: en iyi ve en kötü haliyle insan biyolojisi. pegasus yayınları. sf. 442
    3- a.g.e.446
    4-dijn, a. de. (2020). freedom: an unruly history. harvard university press.sf.267

  • seküler milliyetçilik'in ne olduğunu (bkz: muhammed bahadırhan dinçaslan)'dan öğrenmeyi tercih edeceğim. zira yazar yaşıtımdır. üstüne, kültürüne, çalışkanlığına ve samimiyetine bizzat kefilim. genç fikir adamlarının toplumda daha fazla saygı görebilmesi için öncelikle birbirlerine saygı göstermeleri gerekiyor diye düşünüyorum. bu meseleyi tartışmak için buyrun (bkz: türk entelijasiyasındaki sorun).

    bugün dinçaslan'ın seküler milliyetçilik kitabı imzalanmış bir şekilde elime ulaştı. kitabı bu başlık altında satır satır okuyacak ve kitapla uzlaşmaya çalışacağım. umarım seküler türkçü teoriyle kendi hürriyetçilik algımı bağdaştıracak bir zemin bulabilirim.

    ------başlarken-----

    metin skeuomorph kavramıyla açılıyor. bu kavramın bir tuzağa dönüşme ihtimalini sorduktan sonra da türk milliyetçiliğinin bu kavram ile düşünülebilecek özellikleri olduğunu belirtiyor.

    "işlevini yitirmiş bir çok motif, tartışma yahut konsept, estetik değilse bile, alışkanlık saikiyle korunuyor. bu korunmuşluk zihinlerimizi aldatıyor ve esasen hiç gereği olmadığı halde, sonuçsuz tartışmalarla enerji tüketiyor, emek harcıyor ve zaman kaybediyoruz. öyle ki elektrikli arabamızın ızgarasının eskidiğini düşündüğümüz için aracımızı trafiğe bile sokmuyoruz."

    bu noktadan sonra dinçaslan türk milliyetçiliğinin "henüz icat edilmiş" gibi yeniden tasarlanmasını ve kodlanmasını öneriyor. kendisini tamamen haklı buluyorum. bunun sebepleri üzerine biraz konuşmakta fayda görüyorum. milliyetçilik türkiye'de hala tam olarak ne olduğu belirsiz bir kavram olarak dolaşmaktadır. ülkücüler, ulusalcılar, ecevitçi sosyal demokratlar, kemalistler, türkçüler ve daha radikal atsızcılar gibi gruplar arasında sürekli dile gelen ancak herkesin kendisine göre yonttuğu bir kavram haline dönüşmüş durumda. milliyetçiliği "vatan sevmek" gibi muallakta bir duygu durumu içine sıkıştırıp kimseyi dışarda bırakmayacak bir zemin üzerinden düşünmek, bana göre ne fikrin geleneği ile ne de fikrin amacı ile bağdaşmamaktadır. milliyetçilik vatan sevmekten fazlası, hatta çok daha fazlasıdır.

    devam edersek, dinçaslan, türk milliyetçiliğinin din ile ilişkisini "işlevsiz kör bağırsağın iltihaplanması"na benzetiyor. ümmet ile millet arasındaki mezkur ucuz politik bağlantı nihayet türk milliyetçilerinin teorilerinde olanca çıplaklığı ile ele alınıyor ve bilimsel metodun önceliği alenen ilan ediliyor.

    dinçaslan'ın bu çıkışı sadece bir politik grubun eleştirilmesi değil, aynı zamanda türk gençliğinin, özellikle milliyetçi türk gençliğinin pusulasının yeniden ayarlanması anlamına geliyor. türkiye'de liberallerin bile hala tam olarak anlamadığı özgürlük kavramı ve birey olma mantığı milliyetçi camia içinde en yüksek düzeyden duyuruluyor. esas sorunun fikirler yahut onların varyantlarında değil, onları uygulayacak olanların zihin setinde bulunduğu özellikle içinde yaşadığımız dönemde çok daha açık seçik önümüze seriliyor. bu sorunun adı dini düşünce şeklidir ve içine karıştığı her şeyi kitleselleştirmek ve sürü ahlakına uygun hale getirmekle yükümlüdür. türkiye'de milliyetçilik uzun bir aradan sonra nihayet, sekülerliği tekrar keşfediyor. siyaset ile uğraşan herkesin sevinçle karşılayacağını düşündüğüm bir gelişme.

    ------1. bölüm millet olma hali ve gerekliliği-----

    dinçaslan öncelikle teorinin neliği sorusu ile araştırmasına başlıyor. teori bakmadan görmeni sağlar diyerek neptün'ün keşfi örneğini veriyor. sonrasında ise ana argümanını tek cümlede veriyor: "bir meseleye dair gerçek ve dört başı mamur bir teori teşkil ettiysen, zaten, o an için aklına gelmeyen sorulara dahi karşılaştığı zaman cevap üretebilecek bir kabiliyeti haiz olmalıdır."

    teori üzerine biraz daha konuşmakta fayda var. teori bakmadan görmeyi sağlamakla kalmaz aynı zamanda geri dönülecek büyük planı hatırlatır. askeri doktrinde bir birim ne yapacağına karar veremediğinde kendisini ilk başta oraya gönderen akla döner. o da daha üstün bir akla. neticesinde ulaşılan yer teorik bir tartışma olur. teori ne kadar incelikli bir şekilde işlenmiş ve ne kadar ilgililerine sağlıklı bir şekilde iletilmiş olursa, karmaşa karşısında çözüm o denli bütünlüklü bir çerçeve içerisinde çözülür. teorinin olmadığı yerde sadece kararı alanın görebildiği ufuklar dahilinde hareket mümkün hale gelir, kalanı savrulmadır. tek adam idaresinin çöküşünün altında da aynı teorisizlik yatar. dinçaslan burada teorinin önemini derinlikli bir biçimde kavrayarak türk milliyetçiliğini dini zihin setinden kurtarmaya en baştan başlıyor.

    "millet hakikatini tekrar tekrar ispat için değil, milliyetçiliği verimli yapabilmek için teoriler inşa etmeliyiz: biz milliyetçilik yapmasak ve hata millet hakikatini inkar etsek bile millet var olmaya ve tesir etmeye devam edecektir.[...] fakat aslolan milletin faydasını gütmek anlamına gelen milliyetçiliğin bu faydayı tespit etmesidir." sf.16

    milletin faydasını gütmek olarak milliyetçilik hala biraz geniş bir tanım halinde zira milletin faydasını gütmeyeceğini ilan eden hareket bildiğimi kadarıyla henüz yok. burada tartışmanın öncelikle millet nedir ve fayda nedir ekseninde sürmesinin beklemek gerekir. dinçaslan da tam olarak bu eksenden hareket ederek önce millet olma halini neye endeksleyeceğimiz sorusunu soruyor. şuur mu ifade mi diye sorup bilimsel bir yöntem öneriyor.

    bu bölümdeki ilk tartışmaya değer husus milliyetçilik ile modernite arasındaki ilişki. dinçaslan milleti/milliyeti primordialist bir yaklaşımla inceliyor. modernitenin milliyetçiliği yaratmadığı bilakis milliyetçiliğin modernizmi yaratan unsurlardan biri olduğunu ve milliyetin kendisini düşünmesi anından itibaren (millet olma anı) milliyetçiliğin bir fikir olarak ortada olduğunu savunuyor. bu konuda kendisine tamamen katılmakla birlikte tartışmayı biraz daha açmaktan fayda görüyorum. herhangi bir sapiens toplumunun büyük gruptan koparak kendi kültürünü yaratması aşamasında ortaya çıkan "biz" kültürü milliyetçiliğin temeli olarak rahatlıkla kabul edilebilir. zira öncelikle bu gruplar kan bağına dayanırlar, yani kabiledeki herkes akrabadır ve bireysel seçilimden sonra gelen grup seçilimi burada devrededir. bunun üstüne ortak amaç demek olan norm ahlakı bu grupların günlük pratiklerinden türer. türeyen şeyin adı biz olmaktır ve karşılıklı özgecilik ahlakına dayanır. bu ahlak grubun üyelerinden fazlasını temsil eden ortak kurallar bütününe dayanır. kültürün bu sürecine doğrudan milliyetçilik demek hatalı olsa da milliyetçiliğin başlangıç noktası olarak görmek mümkündür. akrabalardan oluşan ve kendi dünya görüşü olan bir grup insan aile olabilir, aşiret olabilir, dini grup olabilir, millet olabilir.

    dinçaslan'ın verdiği şecere örneği önemlidir. türklerin yabancı bir tanrıya tapmaya başladıktan sonra çakışan türk-arap mitolojilerini ele alıyor. mitolojiler birbirine karışsa dahi insanlar o güne kadar takip ettikleri aidiyeti bir kerede kenara atmaz, atamazlar. bu sebepledir ki türkler dinçaslan'ın yerinde tespitiyle islam mitolojisi içine kendi dünya algılarını da ekleştirmişlerdir.

    sapiens grubu, türklerde özellikle rahatlıkla görülebileceği üzere, aşiretler şeklinde örgütlenmiştir. bu örgütlenme biçimi kendisini diğerlerinden ayıran bir öge bulmak zorundadır. bu öge örgütlenmenin temelini sağlayacak ahlaki altyapıyı ve ilerleyeceği doğrultuyu çizecek bir vizyonu aynı anda içinde taşımalıdır. bu ögeyi keşfetmek ve kullanmak için modernitenin beklendiğini kabul etmek bana da doğru gelmiyor.

    bu uzlaşmalardan hareketle dinçaslan ilk büyük tanımını yapıyor:

    " milliyet, bu bağlamda, şemsiyesi altındaki tüm topluluklar arasında;
    1- aynı dil ve lehçelerin konuşulduğu
    2- ortak etno sembollerin bulunduğu
    3- şemsiyenin dışındakilere paylaşılana nazaran, altındakilerle paylaşılanın davranış, düşünüş ve kendini tanımlamada belirleyici olduğu

    bir cemiyet birimidir."

    tabii burada tartışma biraz daha genişletilebilir. örneğin sapiens üstteki üç koşulu türler arası düşünce bağlamı için de sağlar. hepimiz insan dili ve türevlerini konuşuyoruz, nuh tufanı gibi evrensel sembollerimiz var ve sapiens şemsiyesi içinde olan canlılarla paylaştıklarımız davranış, düşünüş ve kendimizi tanımlamada belirleyici olabilir. zira dünyanın tam olarak hangi temele yaslanarak bölünmesi gerektiği tartışması farklı bilim dalları arasında muazzam farklılıklar gösterebilir. öte yandan, aynı tanım bir köy grubuna kadar indirgenebilir.

    bence buradaki sorun"milliyetin"in teknik taraflarının yanıtının verilmemiş olmasıdır. milliyet izlanda'da gördüğümüz gibi bir kaç yüz bin insandan da mürekkep olabilir çin'de gördüğümüz gibi milyarlarca insandan da. o halde ortak bir şemsiye altına girmiş insanlarla milliyet arasındaki fark dil, sembol ve aidiyet tanımlarına bağlı hale geliyor. iki farklı dili konuşan grup arasında tasnif yapıp bunun üzerinden bir politika belirlemeye varız da neden dili sapiense özel bir yapı olarak düşünerek tüm sapiens üzerinden bir politika belirlemeye karşı mesafeliyiz?

    aynı şekilde etno-sembol vurgusu doğal olarak halihazırda verili bir etnik yapı olduğunu varsayıyor. dinçaslan'ın kendi örneğine dönersek mitolojiler iç içe geçtiğinde, allah örneğin, dini bir sembol müdür yoksa etno-sembol olarak mı değerlendirilmesi gerekir? aynı şekilde insanların bir atadan ve türden geldiği bilimsel olarak bilindiğine göre hangi sembolleri seçtiğimize göre milliyetin tanımı da genişleyip daraltılamaz mı? bu da doğrudan milliyetçilik yerine kozmopolit bir insan dayanışmasını öncelemez mi? yine dinçaslan'ın inuitler örneğinden yola çıkarsak, aynı şey ateş yakma bilgisi bağlamında north sentinel adalarındaki insanlarla norveçliler arasında yaşanamaz mı? bir şekilde iki sapiens grubu bir araya gelse ve biri diğerinden daha iyi teknikler biliyor olsa bunu kolayca öğretemez mi? inuit'in inuit'e öğretmesiyle norveçli'nin north sentinelliye öğretmesi arasındaki fark sadece meseleye milliyetçi bir perspektiften yaklaşılması değil midir?

    dinçaslan milliyet tanımı üstüne bir de millet tanımı yaparak düşünüşünü derinleştiriyor: "devletler bir defa kurulduklarında, beslendikleri milliyet havzasından kimi zaman rastgele, kimi zaman kasten seçtikleri etno-sembolleri kullanır, bunlar üzerine yeni bir üst-kimlik inşa ederler ki, millet buna denir."

    o halde millet, bir milliyetin egemenlik haklarına sahip olduğu belirli bir alan içinde yaşayan diğer sapiens gruplarıyla birlikte daha çok ortak noktası olan bir birliktelik yaratmasıyla oluşur. yani alman ve fransız milliyetleri tüm avrupayı tek bir egemenlik alanı içinde birleştirip onları yeni bir "avrupalı" fikri etrafında birleştirerek bir avrupalı milleti yaratmaya çalışmaktadır. aynı dil ve lehçeler için almanca ve fransızca seçilmiştir ki slavlar hariç tüm avrupa zaten alman ya da latin dillerinden birini konuşmaktadır. etno semboller sanattan seçilmiştir örneğin marşları 9. senfonidir ve sözler latinceden gelir (etno-semboller yerine kültür sembolleri kullanılmış denilebilir mi?) ve marşlarındaki açık mefkure bellidir:

    "our unity in deversity,
    may contribute to world peace.
    [...]
    and freedom for its peoples
    in a greater motherland
    citizens, europe shall flourish
    a great task calls on you
    golden start in the sky are
    the symbols that shall unite us."

    o zaman milletleşme sürecinin hala devam eden bir örneğine şahitlik ediyoruz diyebilir miyiz?

    kitaba geri dönersek sf.33'te "türk etno-sembollerini aile ortamından alan herkes türk milliyetindendir demek yeterlidir." kritik bir cümle.

    kimlik edindirme ve vasıtaları ve din başlığında dinçaslan gökalp'i takip ettiğini belirterek "dinin milletleşme sürecinde ancak bir araç olduğunu, teolojik haliyle, yani aslıyla değil, işlevleriyle ele alınması gerektiği söyleyerek girizgah yapabiliriz." diyor.

    dinçaslan'ın buradaki temel argümanı dinin kültürler tarafından yaratıldığı ve din her ne kadar kültürü etkilese de esas etkilenenin din olduğudur. türkiye müslümanlığı iran müslümanlığı ve arap müslümanlığı aynı kitabı okur ancak bambaşka sonuçlar üretir. dinçaslan'a göre kültürler kendi dinlerini ve din anlayışlarını yaratırlar. bu fikre katılmamak mümkün değil. sapiens gruplarının dar alanlarda sadece kendilerine yarayacak bir din algısı yaratması nesnenin doğası gereğidir. buradan hareketle de milletin ümmet üzerindeki hegemonik pozisyonunu berkitiliyor. türklerin müslüman oldukları için kimliklerini korudukları yönündeki islami argümana da türkçeyi unutmuş sadece arapça ve farsça konuşan türk kökenli toplulukları örnek vererek onlarca yıl önce kapanması gereken tartışmayı nihayet kapatıyor.

    islam'ın türkleri etkilediğini, kendisiyle birlikte çözmeye çalıştığı arap kültürüne ait sorunları da türklüğün içine taşıdığını ifade ediyor dinçaslan. ancak bunun etkisinin kritik olmayacağını, her kültürün din ne kadar komplike olursa olsun o dinin kendine uygun bir versiyonunu yaratacağını iddia ediyor. ilerlemiş ya da geride kalmış olmanın da dinle bir alakası yoktur bu mantığa göre. dinçaslan buradan hareketle milliyetçiliğin gayesini de "kültürün dönüşmesi" olarak belirlemiş oluyor.

    dinçaslan sonrasında ise bir dil tartışmasına giriyor ve dilin zihni nasıl etkileyebileceğinden söz ediyor. aynı zamanda da dilin millet mefhumu için olan öneminde değiniyor. bu bağlamda eklenecek bir şey görünmüyor.

    milletin evrimi ve gerekliliği başlığında ise biraz daha detaylandırılması gerektiğini düşündüğüm bir yaklaşım var. dinçaslan şöyle diyor: "dünyada bir şekilde etnolojik kimliği olmayan insan topluluğu yoktur - bu kimliğin hangi safhasında olursa olsunlar, bir şekilde etnik temelli aidiyetin belirleyici olduğu bir düzen insan topluluklarında kendisini var eder."

    bu cümle etnik kavramının sınırlarıyla ilgili bir tartışmayı beraberinde getiriyor bence. evet kimlikten bağımsız bir insan düşünülemez ancak bu kimliklerin etnik olduğu konusunda bu kadar emin olmaktan çekinmek gerektiği kanaatindeyim. romaya gidelim örneğin. sezar, etnik temelli bir düzenden ziyade aile temelli bir düzendedir. bir romalı olmadan çok daha önce ve çok daha derinde bir julius'tur. aynı etkiyi günümüzde de görebiliriz. 2slgbtqıa+ üyesi bir kişi tüm örgütlenmesini ve aidiyetini etnik bağlamdan çok daha önemli gördüğü cinsiyet temelli inşa eder. aynı şeyi veganlar, akp'liler ve dünya liberalleri için de söyleyebiliriz. bu sebeple etnolojik kimliğin mutlak varoluşu ile onun etkisini birbirine karıştırmadan düşünmek gerekir. zira aynı mantıkla " dünyada bir şekilde teolojik kimliği olmayan insan topluluğu yoktur - bu kimliğin hangi safhasında olursa olsunlar, bir şekilde din temelli aidiyetin belirleyici olduğu bir düzen insan topluluklarında kendini var eder" diyebiliriz ve islamcıların da temel argümanı zaten budur. o halde milliyetçilikte herhangi bir örgütlenme stilinin fazlası olan şey nedir ona odaklanmak gerekir.

    bir başka ifade sf.64'te şu şekilde verilmiş: "millet olma halinin tanımı çağına göre değişebilir, işlevi de öyle; ancak en genel haliyle insan topluluklarının organizasyonel becerilerine çarpan etkisi yaptığı için varlığını sürdürmüştür. " buna kimse itiraz edemeyecektir diye tahmin ediyorum. fakat günümüzdeki cemiyet tartışmaları bu işin neresinde kalıyor onu da baştan düşünmek gerekiyor. eşcinseller, tarikatler, fikir örgütleri vs. örgütlenmenin neden millet ayağı yerine cemiyet ayağını tercih etmişlerdir ve bunun anlamı milliyetçilik teorisi için ne olabilir? bugün tarikat üyelerinin aidiyetlerine olan sadakatleri zannediyorum ki türkçü camiayı solda sıfır bırakacak ciddiyettedir.

    dinçaslan'ın esas iddiası ise sf.65'te görünüyor. " yani millet, modernist-marksistlerin iddia ettiği gibi yeni, fransız devrimi, endüstri devrimi yahut iletişim devrimini takip eden süreçte yaratılmış bir konsept olmadığı gibi, iptidai insanların ihtiyacından husule gelmiş ve misyonunu tamamladıktan sonra rafa kaldırılmış bir alet değildir."

    bu iddianın ilk kısmında aydınlanma sürecinin neticeleri üzerinden ikinci kısmına ise modern cemiyetler üzerinden bir yanıt verilebilir. devrimler çağı öncesinden elbette bir millet duygusu vardı ancak onun farkına varılması ve toplum mühendisliği bağlamında sürekli kullanılan bir şey haline gelmesi arasında bir fark vardır. aynı şey bilim için de geçerlidir, deney yapmak ilk olarak aydınlanmacıların aklına gelmemiştir ancak bilimin ne olduğu aydınlanmadan sonra artık belirli temellere oturmuştur. nasıl ki bilim tarihi derken aslında son 400-500 yılı kastediyoruz aynı şeklde milliyetçilik derken de bu aralığı alabiliriz. ben kişisel olarak buradan bakma yanlısı değilim ancak bu bakış açısını da unutmamak gerektiğini düşünüyorum. ikinci kısmına gelirsek lgbt örneğinden devam edebiliriz. insanların yeni ihtiyaçlara yeni örgütlenmelerle yanıt verdiği çağlarda gerçekten millet örgütlenmesinin bu kadar kalıcı olduğunu söylemek anlamlı mı? bugünün türkiye'sinde örgütlenmek özellikle millet dışındaki alternatiflerde gerçekleşmiyor mu? böyle bir erozyon karşısında milliyetçinin pozisyonu ne olmalıdır? bu sorulara kitabın ileri kısımlarında yanıtların verildiğini umuyor ve devam ediyorum.

    bir diğer iddialı çıkış sf.66'da. dinçaslan şöyle diyor: "insan, söylediğimiz gibi, büyük işleri büyük kimlikler sayesinde başarmıştır ve bu büyük kimliklerin ölçeğinde en etkili en tutarlı ve sürdürebilir olanı millettir." bu cümlenin doğruluğuna ben de katılıyorum ancak bunun iyi bir haber mi kötü bir haber mi olduğundan tam olarak emin değilim.

    bugünlük sadece bu kadar ilerleyeceğim. umarım hafta bitmeden dinçaslan'ın kitabını okuyup tartışarak seküler türk milliyetçiliği tartışmasına da bir katkı sağlayabilirim.

  • 3. bölüm - sekülerizm

    kitabın en tatlı kısmı. milliyetçilik din ile nasıl başa çıkacak? hele hele 2023 türkiye'sinde?

    dinçaslan dini yanlışlanamayan temellere sahip tutarlı bir anlatı olarak değerlendiriyor ve herhangi bir çalışma ile bu din meselesinin aşılamayacağını zira yanlışlanamayan temellerin çürütülemeyeceğini belirtiyor. böyle durumlarda da tutarlılığın inanmak için yeter sebep olduğunu görürüz. daha önemlisi ise yanlışlanamayan temeller üzerine dikilmiş olan fikir(din, ideoloji), gerçek sorunlara çözümler de üretemez.

    dinçaslan bu girişten sonra kötülük problemi üzerinden insan evrimini ve bunun ahlaki meseleler üzerine etkilerini tartışıyor ancak ben buradaki akıl yürütmeye temelde katılsam dahi özellikle medeniyet açıklamasına katılmıyorum. dinçaslan "[işlevsiz] bireyi yaşatmanın medeniyetin ilk alameti olduğu fikrine ben hala katılıyorum." demektedir. benim bu konuda görüşlerim (bkz: ahlak nedir?) başlığından okunabilir. dinçaslan'ın akıl yürütmesine dönersek varmak istediği noktayı bölümün sonunda tek cümlede açıklıyor: "hülasa, bir ahlak tartışması yapılacaksa, bu tartışmanın zemininin seküler olması zaruridir." yani ahlakın kaynağının tanrı olduğunu düşünüyorsanız, düşünmeyin. bana sorarsanız ise eğer en az 20 yaşındaysanız ve hala ahlakın kaynağını tanrıda arıyorsanız bu okuma yazma işleri bırakın, bi dükkan açın.

    ikinci bölümde ise dinçaslan yüksek gerilimli bir açılış cümlesinden sonra türkiye'deki din anlayışını ele alıyor. açılış cümlesi olarak " kutsalımız yok, ikonlarımız var!" alınabilir. burada anlatılmaya çalışılan anadolu halkının "kolektifçi, belirsizlikten kaçınmacı ve güç tapınıcısı kültürü"nün dindışı ile kutsal arasına bir sınır çekmeyi engellediği, böylece kutsalları olmayan bir anlayışın doğduğudur. buradan hareketle de "kuran artık bir kitle idare aracıdır, başka bir şey değil." ben burayı tam anlamadım umarım bir ara kutsalın dindışı ile arasındaki ayrım meselesine tekrar zaman ayırarak benim gibi anlamayanlar için daha net bir açıklama sunar.

    ama yine de bu kutsal meselesi üzerine biraz düşünelim. kutsal nedir? dinçaslan'ın tanımıyla: "kutsal bir reverans gerektirir, hemen her zaman korkuyla karışık bir sevgi, imtina gerektirir." ben bu tanıma katılmıyorum. zira herhangi bir şeyin kutsal olması fikrine katılmıyorum. kutsal ancak bir baskı unsuru olarak inşa edilebilir ve kullanılabilir. dinçaslan, "kutsal nedir?" tarifine dair bir tecrübenin aktarılmamasına hayıflanıyor, ben seviniyorum. anadolu halkının kutsala bu direnişinde ben hürriyetçi bir ruh görüyorum. tartışmanın devamında kutsalların olmadığı bir dünyada neler olacağını anlatır. ona göre kutsal yoksa "piyasa karikatür yamyamlığa bürünür ve sömürür, demokrasi ikonlar savaşına döner, kitleler farklıyı linç ederler". sonrasında ise kutsalı yaratmanın şartı olarak "onlara dini işlevler yüklemeden, onları "bilgi eksikliğinden kaynaklanan açıklanamazlığın yarattığı belirsizlik korkusunu gideren metafizik cevaplar * "ın yapıtaşlarına dönüştürmeden yaratmamız gerekiyor." mesela atatürk, türk bayrağı, andımız gibi mi yoksa temel haklar ve hürriyetler gibi mi? ben ikisinin de kutsallaştırılmasını istemem zira kutsal demek onun uğruna başkasını öldürebilirim demektir. inandığın şey için taarruzi bir tavırla öldürmeye başladıysan, ışid ile temel ortak paydada buluşulmuş demektir.

    ben yukarıda belirttiğim gibi bu kutsalsızlık ve kutsal yaratma meselesinde dinçaslan'dan farklı düşünüyorum. kutsal her zaman kötüye kullanılacaktır ve zannediyorum ki bu tartışmayı derinleştirmenin bir anlamı yoktur. kutsal yaratmak ise katı olan her şeyin buharlaştığı bir çağda her zamankinden daha anlamsız bir çaba. üstelik kutsalın isteyerek yaratılabileceğinden de kuşkuluyum. belki sadece kutsalların tamamını reddederek ve en basitinden herkesin uzlaşabileceği, - insan özgür olmalıdır, insan hayatı değerlidir, devletler şeffaf olmalıdır, insanların malına mülküne çökülmemelidir gibi- temel ilkelerden hareket etmek hem daha kolay, hem daha az riskli hem de daha faydalı olacaktır.

    öte yandan dinçaslan'ın islamın ikonları bahsinde yaptığı vurguyu son derece zekice buluyorum. ikonlar kimlik inşasında kullanılabilirler. üstüne suistimal etmek için son derece kullanışlıdırlar. bugünün istanbul'unda sadece islami ikonlara saygı gösterdiğinizi göstererek karnınızı doyurabilir ya da hiç bir çaba göstermeden devlet kadrolarına yerleşebilirsiniz. üstelik bu "hafif" ikonlar toplumun o kadar geniş bir kesmi tarafından kabul görür ki bu ikonlara karşı savaş her zaman toplumun ekserisine karşı bir savaş halini alır. bu da ister istemez ikonlar üzerinden bir ortaçağ sömürü düzenin kurulmasını kolaylaştırır.

    dinçaslan bu tip bir din anlayışıyla her çözüm üretmek isteyen aklın çatışacağını söylüyor. sonrasında da seküler bir milliyetçilik'in konuyla ilgili programını yazmaya koyuluyor. ancak buradan devam etmeden önce dinçaslan'a bu zihniyet savaşında tamamen katıldığımı ancak bu din-sekülerizm mücadelesinde esas taşıyıcı kolonun aydınlanma ve onu politik zemindeki karşılığı olan liberalizm olduğunu tekrar düşündürmek isterim. özgürlükçü düşünce dini yerinden sökerken milliyetçi düşünce dini zihniyetin tüm iyi taraflarını koruyarak onu sekülerleştirme ve ölçülebilir bir şey üzerinden değerlendirme gayretinde olmuştur. ancak bu gayretin de çok çabuk bir şekilde kötüye evrilebileceğini hatırlatmakta fayda var. nazizm faşizm ayrılığında seküler milliyetçi diyebileceğimiz nazi kanalının işaret ettiği tehlikelere karşı uyanık olmakta fayda var.

    devam edersek dinçaslan'ın programı bölümün başlığı olabilir: dini bireyin vicdanına hapsetmek. dinçaslan dinin şahsi sınırlar içinde kalması kaydıyla "şahsi ve muhterem" bir şey olduğunu söylüyor. bu cümle bana "diğerinin özgürlüğünü kısıtlamadan istediğin şeyi yapmak" olarak özgürlük tanımını hatırlatıyor. ikisi de çok iyi ancak tartışmayı çözmüyor sadece görmeyerek sorunun gideceğini varsayıyor. özgürlük tartışması birinin diğerinin özgürlüğünü kısıtlamaya başladığı yerde doğar ve biter zaten. din için de aynı şeyi söyleyebiliriz.

    tenkidimi sıralayayım:

    1- bir dine inanan insan evvela onun yayılmacı mesajını taşımak zorundadır. bu onun görevi, farzıdır. dinini yaşa ama yayma demek özellikle islam için değerlendirmeye bile alınmayacak bir yaklaşımdır.

    2- din doğal olarak kadını ikinci sınıf olarak tanımlar. bir gün bir kızım olursa şahsi dünyasında dindar olan bir ilkokul öğretmeninin 10 yaşımdaki kızımı "gelinlik yaşına gelmiş bir ikinci sınıf tanrı emaneti" olarak görmesini istemem. bence dinçaslan da istemez. bu sebeple özel hayata sıkışmış, gömülmüş din, tarikatların varlığından daha tehlikelidir. hakimim başı kapalıysa, doktorum sakallı ve takkeliyse bunu bilmek isterim ki uzak durabileyim. aynı kurt yüzüklü milliyetçiler gibi *. bir de samimiyetle sormak isterim, dinli insanların tedaviye ihtiyaç duydukları konusunda ne düşünüyor? noel baba bıçaklayan insanların gerçekten toplum içinde bu kadar özgür hareket etmesi sağlıklı mı?

    3- bu maddeye başlamadan önce dinçaslan'ın konu hakkındaki özet cümlesini vermek istiyorum ki yanlış anlaşılma olmasın: "[...] din, seküler milliyetçilik için bireysel kaldığı ve topluluk söz konusu olduğunda örgütlenmenin bireylerin seküler ihtiyaçları için hukuk kurallarına uygun olduğu zamanlarda zararsızdır. dine karşı nötr bir tavır takınılır."

    din inançlar arasında herhangi bir inanç seviyesine indiği andan itibaren tüm iddiasını yitirir. din ya her şeyin üstündedir zira tanrı kaynaklıdır, ya da bir hiçtir. hiçbir din gerçeğin yayılmasına kolaylıkla izin vermez. aydınlanmanın dine yerini bildirmesi bir kaç yüzyıl sürmüştür. üstelik din, doğası gereği yayılmacıdır. kılıç olmazsa baskı, baskı olmazsa söz, söz olmazsa gözle sadece bir tanrıya inanmadığın için yargılar. din insanlara zorla günde 5 vakit aynı şarkıyı dinletir, kendini aç bırakmadığın zaman sana kötü hissettirir, allah'a havale ettirerek yasal hakkını aramanı, hayırlısı diyerek kaderini eline almanı, dünyayı bir test kadar önemsiz hale getirerek biricik canını kölelikle geçirmeni ister. din yanıtların tamamını vererek aramayı, önemli olanları değişmez biçimde sıralayarak değerlendirmeyi, bağlanmaya teşvik ederek hür düşünceyi engeller. bu sebeple bence sekülerlik dinin saldırganlığına değil, kendisine yönelmeli. zira saldırganlığın içkin olduğu bir zihin setiyle barışamazsınız. din savaşmıyorsa bile pusudadır. eve bir aslan alıp kendi odasında takılırsa aslında bir sorun olmayacağını iddia etmek gibi bir şey bence bu "muteber din" meselesi. ben dine karşı nötr değil, hasmane bir tavır takınmak zorunda olduğumuzu düşünüyorum. aksi takdirde cumhuriyet tarihinden de öğrendiğimiz gibi dindarların ilk fırsatta bize dünyayı zehir edeceğini aklımızdan çıkarmış, evrimi müfredattan kaldıran, devleti tarikatlara bırakan bir zihniyeti sevimlileştirmiş, normalleştirmiş oluruz. dine karşı nihat genç'in özgürlüğe gösterdiği sertlikte bir sertlik göstermek gelecek jenerasyonlar için daha hayırlı olacaktır.

    dinçaslan seküler olarak aynı mistik düşünce tarzlarına da karşı çıkar. burada tartışacak bir şey yok. bilimsel veri göstermeden konuşuyorsan anlattığın her şey dindir. tanrı yerine inek ya da kaşarlı tost olması zihniyetin kendisindeki sorunları çözmez.

    son iki mesele.

    birincisi milliyetçiliğin "zaten" seküler olması. bu eleştiriye kitapta cevap var ama ben de şunu eklemek istiyorum: öncelikle evet haklısınız, milliyetçilik doğası gereği sekülerdir. hatta milliyetçilik için modern çağın dini derler. ümmet millete karşıdır lafını da mutlaka duymuşsunuzdur. fakat ne yazık ki türkiye'de bazı kavramlar karışmış ve kemikleşmiştir. türk islamcılık gibi. türkiye'de kendine milliyetçiyim diyenlerin hala kahir ekserisi aynı zamanda dindardır. aynı şekilde milliyetçiliği temsil ettiğini ilan eden tüm partilerin liderleri müslümandır. yani milliyetçilik türkiye'de islam'dan bağımsız düşünülemeyen bir mefhumken dinçaslan'ın bu çabasını anlamak yerine bu meseleyi gündeme getirenlerde aptallıkla karışık naiflik ya da düz kötü niyet aramak gerekir.

    ikincisi hisler meselesi. dinçaslan şöyle söylüyor: "duygu kavganın yakıtıdır. hisler olmadan felsefe yapılabilir, ideoloji inşa edilebilir fakat kavga verilemez." ben de dinçaslan gibi "romantik" bulurum kendimi ancak bu cümleye katılmıyorum. ben goethe'den devam ediyor ve gefühl ist alles diyorum. her şey histir. hissiz felsefe yapılır ama okunmaz, ideoloji yazılır ama tutmaz, kavga verilir ama galip çıkılmaz. üstelik hisleri takip etmenin negatif tarafları da dikkate alınmayacak gibi değildir. bu sebeple hislerin yerini sadece kavganın kazandıran parçası olarak değil, her şeyin kazandıran motivasyonu olarak belirterek daha nazik bir pozisyon alabileceğimizi düşünüyorum.

    sonraki bölüm hürriyetçilik ve demokrasi.

  • 2. bölüm
    milliyetçilik - faydacı bir ideoloji

    bölüm milliyetçilik şart mıdır sorusuyla açılıyor. kendine karşı son derece dürüst bir soru. devamında ise dinçaslan yıllardır nedense dile getirilemeyen aksaklıklardan bir kerede kurtuluyor. "bir milletin diğerlerinden üstün olduğu, diğerlerini yönetme hakkı olduğu, aleme nizam vermesi gibi iddiaları çürütmeye değer dahi bulmuyoruz." kendi sapkın fantezilerini milliyetçilik adı altında meşrulaştırmaya çalışan herkese karşı birinin bunu yapması gerekiyordu. dinçaslan da ancak bu tavırlardan uzaklaşarak milliyetçiliği bilimsel ve rasyonel bir şekilde ele alabileceğimizi söylüyor.

    bir sonraki paragraf ise kitabın ana fikrini en kısa ve öz şekilde ortaya koyuyor: "millet olma hali faydalıdır. milliyetçilik, millet olma halini temin ve muhafazayı amaçlar, bu faydanın peşindedir."

    bu bölümdeki ikinci ana açıklama ise çok daha iddialı ve mücadeleci bir pozisyonu ortaya koyuyor: "bir defa "yöntem"i ve faydaları tespit ettiğimiz reçeteyi ortaya koyduktan sonra, bu şartlara uymayan milliyetçiliklerin dışlanması, milliyet materyalini beyhude ve hatt muzır yere çarçur eden düşman akımlar olarak görülmesi de şarttır --tam bu yüzden kitabın adı yalnızca milliyetçilik değil, seküler milliyetçiliktir."

    bu iki argüman bence son derece önemli zira birincide milliyetçiliğin temel amacı millet kavramı altında yaratılan işbirliğinin faydaları için, millet olma koşulunun korunması gerekliliği tespit edilirken, ikincide milliyetçiliğin aydınlanmacı ve seküler mirasına sahip çıkılıyor ve alternatif milliyetçilik denemeleri ile araya bir sınır çekiliyor. türkiye'de milliyetçi olduğunu iddia eden çoğu temelsiz/teorisiz örgütlenmeler ve tüm örgütlenmesi tarihi bir anlatının parçası olan, kültür mücadelesinin çoktan bırakmış yapılarla araya koyulmaya çalışan bu mesafe bence hem dinçaslan'ın sıfırdan milliyetçilik düşüncesi ile paralel hem de milliyetçi fikre tekrardan yeşermesi için bir alan oluşturma yönünde çok önemli bir beyaz sayfa.

    metnin devamında bostwana örneği var. dinçaslan burada daaron acemoğlu'nun fikirlerini bir tenkide tabii tutuyor. esas tartışma ise bostwana'nın gelişmişliğinin sebebi üzerine . acemoğlu ve robinson yapılanma modellerinin ülkeyi zenginleştirdiğini, dinçaslan ise millet mayasının ülkeyi zenginleştirdiği kanaatinde.

    dinçaslan bostwana'yı teşkil eden kabilelerin bir milliyetçilik fikri çevresinde bir arada durdukları için zenginleştiklerini savunmaktadır. dinçaslan'ın sorusu gayet basittir: "bostwana milleti eğer millet olmamış olsa, küçük aşiret aidiyetlerinden daha önemli ve kolektif bir kimliği olmamış olsa, yahut bu aidiyetin zayıflığı yüzünden marksist bir pan-afrikacı çizgi takip etse bugün komşularından çok daha müreffeh ve istikrarlı bir ülke kurabilecek miydi?"

    ben bu argümana katılmıyorum. birincisi bostwana ile afganistan'ın tamamen farklı tarihleri, kültürleri, dinleri, dilleri, komşuları, coğrafyası, emperyalizm öncesi örgütlenmeleri, emperyal dönem içindeki yerel meseleleri, ekonomik kaynakları, stratejik pozisyonu vs. gibi verileri karşılaştırmadan sadece millet olma hali üzerinden ölçülmesi bence ne bilimsel ne de güvenilir. kimsenin daha örgütlü bir sapiens grubunun daha az örgütlü bir sapiens grubundan başarılı olacağını inkar etmez ancak örgütlü olmak sadece millet/milliyet bağlamında değerlendirilemez. aynı milliyetten olanların örgütlenmesinin duruma bağlı çok zor olduğu gibi, farklı milliyetten olanların da kolaylıkla, başarıyla ve uzun süreler boyunca örgütlü kaldığı örnekler de vardır. millet olmanın etkisini küçümsememekle birlikte sadece millet hali üzerinden ilgili konuyla ilgili çıkarım yapılamayacağını ve acemoğlu-robinson'un katmanlı incelemesini takip etmekle özellikle müreffeh toplum yaratma konusunda daha fazla fayda sağlayacağımız kanaatindeyim.

    faydalar ve faydacılık ise daha tarihsel bir husus ve dinçaslan meseleye şu şekilde başlıyor: "millet en verimli cemiyet birimidir, örgütlenmeyi, işbirliğini kolaylaştırır, etkili ve sürdürülebilir kılar. üstelik genetik dürtülerimiz ile uyumludur."

    kişisel yorumun tanımın belirli ön kabuller üzerinden inşa edildiğidir. örneğin millet en verimli cemiyet birimidir derken hangi iş için sorusu akla gelir. örneğin devletin savaşımı için evet epey verimlidir. ancak bir fabrika işçilerini daha verimli hale getirmenin yolu millet değildir ve olamaz. bir yerel sorunun çözüme kavuşturmak için de millet dışında bir yöntem bulmak zorundasınız. üstelik bu nokta milliyetçiliğin geleceği için önemli bir tartışmayı da beraberinde getirir. milletin büyük kısmının çıkarı diğer kısmının imha edilmesinde yatıyorsa bu durumda ne yapacağız? ikincisi aynı milliyete fakat farklı milletlere sahip olan örneğin türkiye ve azerbaycan arasındaki ortak hedefler nasıl belirlenecektir? her coğrafyanın milliyetçi örgütlenmesi kendi mefkuresinin kendi sınırları etrafında şekillendirir. bu da özellikle birbirinden uzak coğrafyalara dağılmış türkler için birbirinden tamamen bağımsız mefkureler ve milletler demektir. milliyeti millet yapan yöneliş, coğrafi mekanla doğrudan ilişkilidir. yanı sıra aynı milletin çıkarları birbiriyle her an çakışabilir. bu sebeple sapiens örgütlenmesinin en verimli halini her bağlam için sadece millet olarak tanımlamak bana hatalı geliyor.

    faydacılık tartışmasında ise dinçaslan alışık olmadığımız bir yol izliyor ve dünya tarihindeki faydacılık tartışmasına bir yorum yapmıyor. kalabalığın çıkarı için azınlığa mağduriyet yaratılması yahut millet fikrine en baştan katılmamış olanların faydası ile tartışmaya girmiyor. milliyetçiliğin faydası olarak atatürk'ün devrimlerini gösteriyor. atatürk eğer milliyetçi olmasaydı millet fikri uyanamayabilirdi diyor ve bu konuda da haklı. daha ilginç olanı ise dinçaslan türk kültürü marazlıdır diyor ve bir kültür eleştirisine girişiyor.

    dinçaslan türk kültüründeki marazlardan bahsettikten sonra bu marazların ülkenin coğrafyasıyla açıklıyor: "sürekli olarak işgal ve fetih muhattabı olan anadolu yerlileri, asırlar hatta binyıllar içinde bu tür itaatkar ancak sıvışık, kurnaz bir yöntem geliştirmişler ve bu sayede varlıklarının sürdürmüşlerdi -- aynı hareket tarzını bugünün türklerinde de görüyoruz." yani türkler anadolunun ruhunu benimsemiştir. dinçaslan bu tespitin milliyetçilik ile çelişmediğini zira milliyetçilik tanımının milleti olduğu gibi kabul etmek değil, onun sürekli daha iyiye gitmesi için çabalamayı içerdiğini belirtiyor. yani durum budur ve bu durumda rahatsızsak eğer bunu değiştirmek, iyileştirmek için milliyetçi olmalıyız. buna temel fikir olarak katılabilirim.

    birey mi toplum mu? çözüm milliyetçilik. zannediyorum ki en sert tartışmanın yaşanacağı alan burası olacak. dinçaslan kesinlikle en kritik noktadan başlıyor: biyolojik evrimimiz izle sosyal evrimimiz çakışmaktadır. bu insanlığın özellikle son zamanlarda gittikçe daha fazla artan bir şekilde üzerine konuştuğu bir sorun. ancak yeni bir sorun değil. dinçaslan duruma örnek olan bir roma kıssası anlatıyor. bir general'in oğlu disiplini aslında faydalı bir şekilde bozuyor ancak yine de disiplini bozduğu için babası tarafından öldürülüyor. dinçaslan bu hukuka saygının roma'yı roma yaptığını iddia ediyor. yine haklı olduğu bir temel var ancak tüm roma genişlemesini ve gücünü sadece roma'nın bireysel hakları toplumsal çıkar için hiç tanımamasına bağlarsak bence aceleci bir tespit yapmış oluruz.

    dinçaslan çok tartışmalı bir konuya da girmeden bölümü bitirmiyor. evrimsel olarak hemen her türün, türün devamı için kendinden fedakarlık ettiği rahatlıkla görünebilir. karıncalar, arılar gibi tüm grubun tek bir organizma sayıldığı canlılardan pek çok memeli türüne bu fedakarlık meselesini görmek mümkün. dinçaslan millet olma halinde bu tip fedakarlıkları yapacak olanların ortaya çıkacağını ya da milletin kendisi tarafından birisine devredebilebileceğini iddia ediyor. yani bir savaş durumunda kimin savaşacağını ve kimin evinde oturacağına yine millet karar verebilir. bu bakış açısı milliyetçi bir gelenekten gelen biri için kabul edilebilir ancak işe liberal taraftan baktığımızda çok ciddi sorular sormak gerektiği açıktır.

    liberalizm içinde özgürlük tartışması iki eksene yayılmış şekilde sürer. birinci eksen antik özgürlük denen yasa yapma sürecine katılım olarak özgürlüktür. ikinci eksen ise modern özgürlük denen tamamen idari sistemden ve bireyin idari sistemdeki yerinden münezzeh bireyin topluma, devlete yahut herhangi bir örgüte karşı korunması olarak özgürlük. birincide yasalara katılım özgür olmanın şartıyken ikincide engellenmemek özgürlüğün şartıdır. birincisi antik yunan ve fransız ihtilali döneminde görmek mümkünken ikincisi için ingiliz sistemine bakmak daha sağlıklı olacaktır.

    burada sorun şuradadır, millet denen fikri, bedeni ve olanakları yönetenler bu milletin çıkarı için bireye neleri dayatabilirler? terör döneminde olduğu gibi "doğru" özgürlük uğruna "yanlış" özgürlük savunanları katledebilirler mi? milletin çıkarına olduğuna emin oldukları için savaş çıkarabilirler mi? milletin yararına millet içindeki ikincil bir etnik azınlığın üzerinde negatif uygulamalar başlatabilirler mi? millet uğruna mallara mülklere el koyabilirler mi? millet uğruna piyasaya müdahale edebilir mi? bu işin sınırı neresidir ve bu sınırları kim belirleyecek? milletin motivasyonu için her sabah andımız okunmalı mı? milletin kutsallarına küfretmek yaptırıma tabii olmalı mı? vs. vs. bu tartışmayı çözmeden teorinin bu kısmını yarım olarak değerlendireceğim. zira sorun doğru tespit edilmiş ancak detaylı bir çözüm önerilmemiş sadece millet için fedakarlığın doğallığı vurgulanarak millet için fedakarlık edecek olanlara söz hakkın tanınmadan devam edilmiştir.

    ikinci bölüm burada bitiyor. yarın sekülerlik başlıklı üçüncü bölüm ile devam edeceğim ve bu soruların yanıtını o bölümde bulmaya çalışacağım.

  • 5. bölüm - turancılık

    dinçaslan'ın seküler milliyetçiliği:
    1- faydacıdır
    2- sekülerdir
    3- bilimseldir.
    4- uzlaşmacıdır.
    5- düşünme, ifade, mülkiyet, inanç ve rekabet hürriyetinden yanadır.
    6- maduna (eşcinsellere, kadınlara, diğer ırklara, dinlere, etnisitelere) "karşıt" değildir.
    7- adaletçidir. (orta sınıf vurgusu bağlamında bunu sosyal demokrasiye yakındır şeklinde de anlamak mümkün.)

    dinçaslan turancılık bölümüne çok geniş coğrafyaya yayılmış ural altay dillerini konuşan sapiens grupları bir millet midir diye sorarak başlar ve kızgın-üzgün bir tonda türkiye'nin kendi içinde bile bir ulus olmadığını söyleyerek bitirir. ancak bunun üstüne turancılık mümkün müdür dediğimizde "gayet temelli ve makul" olduğunu söyler.

    önce dinçaslan'ın turancılık tanımından başlayalım: "turancılık, türk milliyetinin tamamını kapsayan bir millet halini kazanmak ve bu birlik içindeki ulusların işbirliğinin temin etmek uğraşıdır."

    o halde öncelikle turancılığın bir işbirliği gayreti olduğunu anlıyoruz. dinçaslan türkçü olduğunu iddia edip turancı olmadığını iddia edenlere gayet yerinde bir soru sorarak akıl yürütmesini başlatıyor: "ığdırlı bir türk ile aranda bağ varsa neden ığdır'ın az ilerisindeki ile bir bağlantın olmasın?" bir ığdırlı olarak buna bir destek çıkayım. ben ığdırlı bir türk olarak -ki kendime azeri derim- ve adı turan olan bir babanın evladı olarak düğünlerimizde hala iran'ın maku şehrinden akrabalarımızı ağırlarız. maku şehrinin yerine bakarsanız tık! durumu daha iyi anlayabilirsiniz. türkçe konuşan kabilelerin yayılması maalesef türk milliyetinin pek çok suni sınırlar tarafından bölünmesini kolaylaştırdı. aynı şeyi türkiye'deki kürtler ve araplar için de söylemek mümkün bu arada. bu sebeple türkçü olmak turancı olmaktan bağımsız düşünülemez diyerek bu bahsi burada kapatalım.

    dinçaslan turancılık meselesini şu argümanlarla ele alıyor:

    1- turan sadece türkiyeye değil, tüm türk milliyetine fayda sağlayacaktır. zira sadece türkiye değil, tüm türk milliyeti dünya arenasında yalnızdır.
    2- turan mutlaka tek devlet çatısı altında birleşmek değildir.
    3-turan hayaldir mantığı a- türk devletinin kuruluşundaki temkinlilikten b- turandan çekinen ülkelerin (rusya, iran, çin) espiyonaj faaliyetleri sebebiyle türkiye'de popüler olabilmiştir. esasında turan düşmanı ülkelerin politikalarında turancılık gerçek bir tehdittir ve buna karşı önlemler almaktan asla geri durmamaktadırlar.

    bu üç argümanda da bir sorun göremiyorum. 1. argüman kesinlikle haklı, turancılığın yaratacağı doğu-batı eksenli bir güç odağı olmayacaksa buradaki devletler ya batı bloğuna girecek ya da rusya, iran, çin, ve hindistan etki alanları içinde kalacaklardır ki ne biz ne de orta asya'da yerleşmiş milletler bunu istemez.
    2. argüman daha ziyade bir yaklaşımı gösteriyor. sadece aynı milliyetten olanlar arasında değil tüm insanalar arasında kültürel ve ekonomik faaliyetler geliştirilmelidir ve gelişmektedir. en yakın olanlarla başlamakta herhangi bir mahzur yok. 3. argüman ise bence "turan demek iran, çin ve rusyayı yenebilmek demektir. türkiye bunu yapamaz." şeklinde özetlenebilir. bu açıdan doğrudur türkiye'nin önce ermenistan, sonra iran'ı savaşta yenerek turancılığa girişmesi beklenir. öte yandan, ermenistan'ı azerbaycan aradan çıkarmıştır ve iran batı'nın hedefindedir. rusya ukrayna'da yıkılmış- gününün gelmesini beklemektedir. bu şartlar altında turancılık hayaldir demek biraz sert bir yaklaşım olabilir.

    benim esas söylemek istediğim ise turancılığı büyütmek mümkün mü meselesi? yani turancılığa globalleşme, türkçüye de kozmopolit insan dersek tüm turancılık argümanları aslında tüm insanlar için geçerli değil mi? elbette aynı dili konuşan, aynı kültürel kodlara sahip olan insanlar daha kolay uzlaşacaktır ancak bu şartlar sapiense hala bir milletlerden müteşekkil olarak bakmanın yanılgısı değil midir? daha geniş bir perspektiften tüm insanlar tüm canlılar arasında çok daha birbirine yakın değil midir? böyle bir durumda aslında dayanışma ve birlikte ilerleme fikrini sapiensi dahi aşarak neden "canlılık" olarak düşünüp örgütlemeyelim ki? turancılık tanımına geri dönersek:

    turancılık, türk milliyetinin tamamını kapsayan bir millet halini kazanmak ve bu birlik içindeki ulusların işbirliğinin temin etmek uğraşıdır.

    demek yerine

    globalleşmecilik, insan türünün tamamını kapsayan bir aidiyet halini kazanmak ve bu birlik içindeki bireylerin işbirliğini temin etmek uğraşıdır.

    demiyoruz?