• (bkz: fatmagül berktay kimdir?)

    berktay'ın 19. yüzyıldan 20. yüzyıla modern siyasal ideolojiler kitabındaki liberalizm çalışmasını çok değerli bulduğum için burada okumasını yapıp sizlerinde yararlanmasını sağlamak istiyorum.

    berktay, maurice merleau-ponty'den bir alıntı ile başlıyor liberalizm bölümüne "gerçek özgürlük, başkalarını oldukları gibi kabul eder, kendi inkarıymış gibi görünen öğretileri bile anlamaya çalışır ve hiçbir zaman önce anlamadan yargılamaz."

    berktay'a göre liberalizmi tanımlamak zordur. ancak "bir bütün olarak liberalizmi batı kültüründen bağım­sız tanımlamak pek olanaklı değildir."(1) genel bir tanımı olarak da "aydınlanma geleneğine dayanan ve siya­sal iktidarı sınırlandırarak bireysel hak ve özgürlükleri tanımlayıp sa­vunmaya yönelen siyasal ve ekonomik felsefe." burada liberalizmin bir felsefe olarak tanımlandığına dikkat çekmek istiyorum. bir ideoloji derekesine indirilemeyecek epistemolojik ve etik bir anlayışı olan bir düşünce olarak bu derinliğinin türkiye'de idrakını zorlaştırdığını söylemek mümkün maalesef. bir tanım da max lerner'den gelsin: "liberalizm, bir yönetim meto­du ve siyasası olarak, toplumu örgütleyen bir ilke ve birey ile topluluk için bir hayat tarzı olarak özgürlüğü savunan inanç, felsefe ve hareket­tir."(2) burada da bir hareket oluşu eklenmiş ki liberalizm tarihinden öğrendiğimiz şekilde(3) türkiye'deki alımlanmasının aksine liberalizm diğer fikirlere eklenmeye çalışan ürkek bir fikir olmaktan ziyade kralları öldüren (fransız ihtilali), bağımsızlıklar ilan eden (abd'nin bağımsızlığı) ve devrimler yapan(1830-48 ihtilalleri) bir "hareket"tir. türkiye'ye maalesef anti-kemalizm üzerinden giriş yaptığı ve islamcı sünepelerin elinde uzunca kaldığı için bu karakterini ortaya koyamamıştır.

    bir diğer tanım ise irene collins'ten : "insanlığı nihai mü­kemmelliğe götürecek olan ilerlemenin, özgür kurumlar aracılığıyla gerçekleşebileceğine duyulan inanç"(4) yani felsefedir, harekettir ve inançtır. yukarıdaki gerekçeyle yine türkiye'de bir ruh olarak anlaşılmasının önüne geçilmiştir. oysa thomas paineve thomas jefferson gibi fikir adamlarının metinlerine bakıldığında hürriyet şuurunun ne denli güçlü bir inanç ile birlikte var olabildiği kolaylıkla anlaşılabilir.

    liberalizm özellikle 19. yüzyılda aydınlanmanın mirasçısı, statüko karşıtı ve muhafazakarlığın birinci hedefiydi. monarşi, kilise, aristokrasi gibi kurumların karşısında bireyin yanındaydı. mill'in dediği gibi: " iyi amaçlar için bile olsa, itaatkâr araçlar haline getirmek amacıyla bireyi cüceleştiren her toplumsal dü­zen, küçük adamlarla büyük bir başarı elde edilemeyeceğini öğren­mek"(5) zorunda kalır.

    liberalizm john locke'tan da her insanın özgürlük eşitlik ve mülkiyet gibi doğal haklarının olduğu inancı ve hükümetin kaynağı olarak toplum sözleşmesini almıştır. liberalizm insanın rasyonel bir canlı olduğunu, toplumdaki ayrıcalıkların ortadan kaldırılarak fırsat eşitliğinin sağlanmasını ve insanların "ahlaki eşitliğini" savunur. buradaki eşitlikten sosyalizm benzeri bir eşitlik anlaşılmamalı elbette, liberal eşitlik sonuçta herkesin eşit olacağı bir dünya değil herkesin olabildiğince eşit başlayıp adilane bir şekilde kendini var edeceği bir toplumun hayalini kurar. bu noktada bir tanım da fernand braudel'den "liberalizm, düşünce özgürlüğünü yücelten ve dinsel birliğin; toplum­sal ya da ulusal birliğin olmazsa olmazı olmadığını savunan bir felse­fedir. bu ise, zorunlu olarak, tolerans fikrine ve eski homo homini res sacra (insan insan için kutsaldır) deyişinde dile geldiği gibi başkaları­na ve insan bireyine saygı gösterilmesi demektir".(6) liberaller için bu toplumu kurmanın yegane yolu da hukukun üstünlüğüne dayanan vatandaşına karşı nötr bir devletle mümkündür. zira bireyi toplumdan ve devletten koruyacak olan şey temelinde hukuktur.

    liberalizmin tarihini berktay kısaca özetlemiş olsa da kişisel olarak bunu daha büyük bir başlık altında ele alacağım için şimdilik geçiyorum ama yine de fikir vermesi için kısaca değinelim. liberalizm elbette bir siyasal ideoloji olarak değil ancak bir özgürlük felsefesi olarak pre-sokratik filozoflardan başlar, roma'yı kateder ve siyasal zemine burnunu ilk defa magna carta ile sokar. patristik ve skolastik baskı dönemlerinde tiran katline ferman veren (bkz: salisburyli john - john of salisbury) ile ölmediğini hatırlatır. rönesans ve reform ile girişinde devasa "libertas" yazan venedik'ten tekrar uyanır. din savaşları, modern bilimin yükselişi, aydınlanmanın etkileri ve feodalizmin zayıflaması ile tekrar bir ivme yakalar. ingiltere'de 1688 görkemli devrimi ile "kralına" anayasacılık, dinsel hoşgörü ve serbest piyasa dayatır. iner hollanda'ya yerleşir. amerikan bağımsızlık bildirgesi'nde doğal hukuk teorisi olarak ortaya çıkar. oradan avupa'ya geri döner ve fransa'da ihtilal ile kral kellesi alıp aristokrasiye liyakatı dayatır. aynı dönemde ingiltere'de bill of rights ile bireyin kişiliğini ve haklarını berkitir. macaristan'da kossuth, italya'da mazzini, hollanda'da thorbecke, güney amerika'da bolivar olur devlet kurar, millet yaratır, medeniyet inşa eder isyan eder. liberalizm tarihi mücadelenin, inisiyatif almanın, onurlu bir yaşamı kendin kadar tüm insanlık için istemenin tarihidir.

    klasik - ya da ilk- liberaller kendi fikir sistemlerini ekonomi-politik olarak adlandırırlardı. bu sebeple liberalizmi anlamak için onun ekonomik fikirlerini bilmek zorundayız. berktay hocamızı takip edere kısa bir özetle toplamayı uygun buluyorum bu noktada.

    liberal ekonominin temeli bireyin "homo economicus" olarak varsayılmasıdır. homo economicus kendi çıkarlarının ve çevresinin farkında olan, kendi kaynak ve imkanlarını bu farkındalık dahilinde kendi çıkarını maksimize etmek için kullanan insanı tanımlar. homo economicusların hür takasları da neyin ne kadar üretileceği ve nasıl dağıtılacağı - ki berktay bu iki meselenin her ekonomik sistemin ilgilenmek zorunda olduğu temel konular olduğunu söyler- hususunu tüm topluma fayda sağlayacak bir şekilde çözer. zira toplumun refahını artırmanın yolu tek bireylerin refahını artırmaktan geçer ve kişiler kendi refahlarının nasıl artacağını en iyi kendileri bilirler. üstelik bu sistem liyakatı da öne çıkararak toplumdaki yetenekli kişilerin de öne çıkmasını sağlar.

    bu mantıksal süreç içerisinde de devlete düşen doğal olarak "gece bekçiliği"dir. yani piyasanın ve aktörlerin güvenliğinden emin olmak, ona teleolojik bir yol göstermeye çalışmamak ve mümkünse çok da gölge etmemektir.

    liberalizmin devletle olan ilişkisi de meşhurdur. her ne kadar devletin bizim toplumumuzda anlamı "baba" olsa da liberallerin bunu kabul etmeleri mümkün değildir. liberaller yukarıda da değindiğimiz üzere devlete zorunlu bir kötülük olarak bakarlar. thomas jefferson'un "en iyi yönetim, en az yönetimdir" veczini ciddiye alırlar. devletin tamamen ortadan kaldırılması kimi liberter yaklaşımlara göre peşinden koşulması gereken bir şey olsa da adam smith'in devlete verdiği görevler bence hala devlet dışında bir organizasyon tarafından yapılamayacak görevlerdir. smith devletin sadece şu 3 işi yapması gerektiğini söyler: 1-topluluğu dışardan gelebilecek saldırılara karşı korumak 2- toplumun üyelerini ken yurttaşlarının baskı ve sömürülerinden korumak 3- toplumun geneli için faydalı olacak ancak yatırımcılar için faydalı olmayacak altyapı faaliyetlerini yürütmek. bu listeye belki ülkenin dış temsili sağlamak, makro politikalar hakkındaki nihai kararları vermek, bağımsız kurumların kurulması denetle(n)mesi, yargı süreçlerinin tarafsızlığının sağlanması (güvenlikle bağlantılı olduğu içim smith değinmiş sayılır ancak yine de isminin geçmesinde fayda görüyorum) ve afet durumlarında acil hareket koordinasyonu gibi ek vazifeler de eklenebilir. liberalizmin temel ilkelerinden olan "bireyin yapabildiği hiçbir şeyi devletin yapmaması" kuralı bugün de aynı şekilde geçerlidir ve uygulanmalıdır ancak ülkemiz için maalesef epey zaman alacak gibi görünmektedir bu geçiş.

    liberalizmin politik ayağı özellikle demokrasi hususunda her zaman iki temel sebeple eleştiriye tabi tutulmuştur. birincisi oy hakkının hemen tüm millete verilmemiş olmasıdır. liberallerin genel oy hakkını en başından beri savunmamış olmalarının eleştirisini biraz anakronik bulduğumu itiraf etmeliyim. orta çağ zihniyetinden yeni çıkan bir toplum geçiş sürecini hak eder. ancak esas nokta burası değil. esas nokta o dönem insanlarının devleti yönetmek derken bugün anladığımız pek çok katmandan oluşan ve sadece oy vererek en başındaki kişiyi seçtiğimiz bir süreç değildir. dünyayı çok daha doğrudan anlayan dönem insanları için devlet yönetmek kişisel ve aktif bir eylemdir. zira kendilerinden önce devleti yöneten aristokratlar meseleyi bu şekilde anlıyorlardı. yeni gelen liberal jenerasyon da yönetmeyi soylu sınıfın anladığı şekilde anlamak zorundaydı zira onlardan devralmaya çalışıyorlardı. haliyle yasaları yapacak insanların bir şekilde birbirlerini tanımaları, aralarında ilişkilerin olmasını ve yüz yüze bir şekilde, sorumlu tutabilecekleri kişinin adını ve soyunu bilmek gibi devralınmış düşünceleri de vardı. üstelik oy hakkının birazının bile özellikle jakobenler elinde nasıl bir şiddet dalgası yarattığını görmüşlerdi. bu sebeple ben liberal düşün dünyasındaki oy verecek kişinin mülk sahibi beyaz erkek olarak genişletilmesini eleştirilecek değil, sonraki güzel gelişmelere yol açmış kıymeti bilinecek bir şey olarak değerlendirmek taraftarıyım. ikinci mesele ise kadınların oy hakkı meselesidir. her ne kadar adam smith gibi kimi düşünürler kadınların oy vermelerini savunmuş olsalar dahi yine günün koşullarında bunun zaten mümkün olabilecek bir şey olmadığını yine kadın hareketlerinden anlıyoruz. kadınlar oy verebilecekleri bir zemin olduğunu sezdikleri anda zaten öne çıkarak haklarını sonuna kadar istemeyi ve er ya da geç almayı bilmişlerdir. bu sebeple 19. yüzyıl başlarında kadınların oy vermesi meselesinin ana mesele olarak düşünülmemiş olması o dönem madenlerde çalıştırılan çocuklar, hayvanlara zulüm, mahalle baskısı, 2slgbtqıa+ hakları, akran zorbalığı vs. meseleleri kadar gerçekten hayati, ancak ikinci plandadır.

    demokrasi tartışmaları ile ilgili olarak o dönem liberallerinin oy hakkının kısıtlanmasına yönelik direnişini/tereddütünü de o dönem seçmenlerinin de o dönem aristokratları kadar zorbalığa meyilli oluşuyla birlikte düşünmek gerekiyor. daha çok insanın oy hakkının doğrudan "çoğulcu" bir sistem yaratmayacağı zaten aşikar. nitekim fransa'da napolyon'un yeğeninin imparator olarak seçilmesi demokrasinin onun anlamını anlamayan bir popülasyoda beklenen pozitif sonuçları üretmediğini görmek zor değil.

    kıymetli fatmagül berktay hocamız bu. noktadan sonra liberalizm içindeki ayrımları tartıştığı/anlattığı için burada yer vermeyeceğim. ancak ilk paragrafta künyesi verilen kitaba yolu düşen her ilgilinin sonuna kadar okumasında faydalar görüyorum.


    kaynak
    1- john zvesper, "liberalizm", blackwell'in siyasal düşünce ansiklopedisi h, der. d. miller; ümit yayıncılık, 1995, s.54.
    2- encyclopaedia brittanica'nın 1960-73 yıllan arasındaki, max lerner imzalı "liberalism" mad­desi.
    3- rosenblatt, h. (2018). the lost history of liberalism: from ancient rome to the twenty-first century. princeton university press.
    4-irene collin.s, liberalism in nineteenth-century europe, historical association, londra, 1957, s.4.
    5-j.s. mili, on liberty, routledge & sons, 1910, s.172.
    6- fernand braudel. a history o f civilizations, penguin books, 1993, s.329-30.