• ayhan yalçınkaya hocamızın anlatışıyla; doğa felsefesinin zirve noktalarından birini temsil eden, materyalist düşünce denince akla gelen ilk isimlerden olan, platon'un bü­tün eserlerini toplayıp yakmak istediği, m.ö. 460-360 yılları arasında uzunca bir ömür yaşadığı tahmin edilen, evrenin ana ilkesinin atomlarla boşluk olduğunu ve bunun dışında hiçbir şey olmadığını iddia eden yunan düşünür.

    sayıca sonsuz çeşitlikte ve ağırlıkta olan atom­lar boşluk içinde ağırlıklarına göre, aşağı yukarı hareket eder, çarpışır, birleşir, ayrışır ve böylece şeyleri oluştururlar. atomların hareketi boşluk nedeniyle belli bir zorunluluğa tabidir. böylece demokritos, öncelikle atom ve boşluktan hareketle, evrende hiçbir şeyin vardan yok, yoktan da var olmaya­cağını bildiren ilk sistemli düşünür olarak sahneye çıkar. aynı zamanda, bu ha­reketi mekanik de olsa bir nedenselliğe bağlayarak önemli bir adım daha atmış olur.

    insan da, aynı şekilde, çeşitli atomların bileşiminden oluşan bir yapıdan ya da bir mikro kozmostan daha fazla bir şey değildir. insanın algıları, duyulan yoluyla elde ettiği bilgiler ya da ruhsal halleri, mutluluğu, mutsuzluğu gibi, hep atomların hareketleriyle ilgilidir. örneğin, mutluluk denilen şey insanın göğ­sündeki atom hareketlerinin dinginliğinden, tersi mutsuzluk ise bunların kızış­masından öte değildir. bu durumda, demek ki gerçekte yalnızca atomlar ve boş­luk varsa, bunun dışında duyumlarımızla algıladığımız şeyler, örneğin tat, ko­ku, renk gibi şeyler, atomların bileşiminden kaynaklanmaktadır; o halde bun­lar, atomların kendisine özgü değildir. bu bakımdan gerçek bilgiye temel teş­kil edemeyecektir. aynı şekilde, hissedilen mutluluk ya da mutsuzluk halleri de gerçek doğru davranışa kılavuzluk edemeyecektir. bunun açık anlamı gerçek­te hiçbir şeyin bilinemeyeceğidir; en azından deneysel olarak bilinemeyeceğidir.

    tam bu noktadan demokritos'un siyasal görüşlerine bir giriş yapılabilir. in­sanlar mutluluğun ve mutsuzluğun ne olduğunu bilmedikleri, ölçülü davrana­madıkları, arzularına gem vuramadıkları ölçüde, birbirlerine karşı hasetçe, düş­manca duygular geliştirirler. örneğin varlıklılar ölçüsüz bir zenginlik içinde ya­şamayı alışkanlık haline getirmese, ölçülü bir mal varlığıyla yetinebilse, yoksul­lara el uzatabilse, böylece bütün yurttaşlar arasında dostluk bağları gelişecek ve düşünsel bir birlik sağlanacaktır. oysa bu yapılamadığı içindir ki toplumsal ve siyasal bir düzenlemeye gerek duyulur ve bu da kendini yasalarda ve devletin varlığıyla gösterir.

    bu saptamadan çıkarılacak ilk sonuç, devletin ve yasala­rın hiç de savunulduğu gibi, doğal olmadığıdır. çünkü insanların kötülüğü do­ğal değildir; atomlar kötülük ya da iyilik bilmez. onlar bu açıdan "boş"tur; de­ğer yüklü değildir. kötülük doğrudan insanların kendisiyle ilgilidir; zorunlulu­ğun yasasından bihaber olduklarından, akıllarını kullanıp arzularını gemleye­memekten kaynaklanmaktadır. o halde devlet ve yasalar insan ürünüdür, tan­rısal değil. peki, insanlar niçin devlete ve yasalara gereksinim duyarlar? arzula­rına gem vuramayan insanların bir aradalığı ister istemez kötülüğü artıracaktır. kestirmeden söylenirse, kötülük kötülüğü çağırır. o halde, kendi kendini sınır­landıramayan insanları durduracak bir güce gereksinim duyulur ki o güç de ya­sanın gücüdür. yasa ve devlet, insanların dilediğince yaşamasını engellemek için, birbirle­rine zarar vermemesini sağlamak için; yani toplumsal yaşamın bütünü, ortak çıkarı için vardır. eğer insanlar kendiliğinden bunu sağlayabilseler ve bütün adımlarını birbirlerini gözeterek atabilseler, bunlara da gerek olmayabilirdi.

    in­sanlar "kaderlerinin ortak olduğunun" bilincine varabilseler ve "başkalarından asla kendinden korktuğundan çok çekinmeseler (. .. ) kimse öğrenmeyecek ol­sa da (. .. ) kötülük yapmasalar" yasa ve devlet gereksiz hale gelebilirdi. yasa ve devlet tam da bunları sağlamak için vardır. ama yasanın ve devletin bu işlevini yerine getirebilmesi de yine aslında insanların kendilerine, kaderlerinin ortaklı­ğına ilişkin bilince bağlıdır. o halde devlet yurttaşlarını yasaya gönüllü olarak uymaları için eğitmelidir. ancak böylece, gönüllü uymayla, yasa işlevini yerine getirebilir. bu eğitimin an­lamı nedir? demokritos, eğitimle doğanın benzerliğine vurgu yapar: eğitim, in­sanı bambaşka bir kılığa sokarak aslında yeni bir doğa yaratmaktadır. bu an­lamda, yasaya uymak, adeta doğal bir davranış olarak algılandığı sürece işlevsel sonuçlar yaratabilmektedir; bunun yolu ise kader ortaklığının bilincinden geç­mektedir. bu olmazsa ne olur; yani bir bölüm yurttaş bu ortaklığın farkında de­ğilse, ne olur? yasa, kuşkusuz onları zorlayarak durduracaktır. ama bu istenen bir şey değildir. çünkü bu, yurttaşlar arasındaki birliğin bozuk olduğu anlamı­na gelir ki "yurttaşların bozuşması her iki yan için de kötüdür; zira yenenlerin de yenilenlerin de başına aynı felaket gelir. yalnız düşünce birliğine dayanarak büyük işler ve kentler için savaşlar yapılabilir, başka türlü değil." o halde devletin temeli bu birliktir.

    devletin temel işlev ve amacı yurttaşların birliğini korumaksa, ancak bu birli­ği koruyabilen bir devlet iyi "güdülen" bir devletse ve devlet çöktüğü zaman her şey bozulup yıkılacaksa, o halde öncelikle yöneticiler ortak iyilik için yönetici ol­duklarını unutmamalıdır. "nasıl kendine emanet edileni geri vereni övmek ge­rekmez, geri vermeyenin kötülük işitmesi ve çekmesi gerekirse, hükmeden için de böyledir: o kötü işler için değil, iyi işler görmek için seçilmiştir." görüldüğü gibi, bir soydanlığa ya da kutsallığa dayalı olarak yönetim işini birilerinin hak­kı olarak görmemektedir demokritos; seçilmişliğe vurgu yapmaktadır. peki ama kimler seçilmelidir? elbette buna layık olanlar. buna layık olmanın biricik ölçüsü ise, "düşüncesiz olmamaktır." yani "hayatın bir zorunluluğa tabi olduğunu" bilmektir öncelikle. çünkü ancak bunu bilenler, "herkesin yararına aykırı olan kuvvetlilik taslamaya" yeltenmeyeceklerdir. bu anlamda, düşüncesizler yöneti­min başına geçerse, bunu hak etmeyenler, değersizler, "kendileri ne kadar de­ğersiz ise yaptıkları da o kadar değersiz olur, küstahlaşırlar, ne için seçildiklerini unuturlar ve bu unutuş ölçüsünde de küstahçasına kabarırlar." o halde siyasal yaşamda bile ölçülülükten ayrılmamak gerekir. "ölçü aşılırsa en hoş şey, en hoşa gitmeyen olabilir." belli bir alandaki ölçülülük ise, o alanın kendi zorunlu varlık nedeninden türemektedir. siyasal alan ortak çıkarı ifade ediyorsa, öyleyse ölçülülüğün biricik ölçüsü de sürekli ortak iyiliği gözetmektir. sonuç olarak, demokritos, devleti belirli bir işlevle donatıp yapaylaştırma­sıyla, varlığını ortak iyilikle temellendirmesiyle, yönetme hakkını belirli bir tanrısallığa ve soydanlığa özgülememesiyle, en temelde atomcu öğretisi nedeniyle insanlar arası doğal eşitsizlik yaklaşımına yüz vermemesiyle demokratik eğilim­ler sergilemektedir. ancak bu eğilimin belirli bir sınırda gelip durduğu gözden kaçırılmamalıdır. şöyle ki "kim yönetmeli ?" sorusuna verdiği yanıt itibariyle si­yaset işini "bilme, düşüncelilik" üzerinden bir tür "ehliyet" gerektiren bir iş ola­rak nitelemekte, bu da yönetme hakkını ancak belirli bir kesime tanımasıyla so­nuçlanmaktadır ki bu açıdan demokritos'un bir tür meritokrasi (liyakata daya­lı yönetim) savunusu yaptığı söylenebilir. bu yaklaşım, ileride daha özel olarak sokrates'te ve nihayet bilenin yönetimi anlamında philokrasiye dönüşerek pla­ton'da en uç sınırlarına vardırılacaktır. aynı şekilde, demokritos'un bir ikinci eşiği daha vardır; kadınlar. kadınlara karşı açıkça eşitsizlikçi bir yaklaşım için­ dedir demokritos. o'na göre "kadınlar, kötü düşünceler için erkekten çok daha ateşlidir." bu anlamda kadınlar az konuşmalıdır. çünkü "az konuşma kadının süsüdür." bununla bile yetinmez demokritos, "süsün sadeliği de güzeldir," diye devam ederek neredeyse kadınları sessizliğe mahkum eder. bu anlamda atomcu öğretinin cinsiyetsiz olarak insan türü söz konusu edildiğinde eşitlikçi eğilimle­re ev sahipliği yaparken, çözümlemeye cinsiyet karıştığı anda, tam tersine eşit­sizliği doğallaştıracak şekilde işletilebileceği de unutulmamalıdır. her ne olursa olsun, gerek siyasal, gerek felsefi görüşleriyle demokritos'un aydınlığı, hiç umursamadığı bilinen atina'da özellikle sofistler üzerinde ciddi bir etki bırakacaktır ama ne yazık ki sofist yaklaşım, platon ve aristoteles gibi en azılı düşmanlarının kaleminden öğrenilmek zorunda kalınacak ve aynı ölçü­ de de yavaşça soldurulacaktır.

    kaynak
    ağaoğulları, m. a., türk, d., yalçınkaya, a., yılmaz, z., & zabcı, f. (2012). sokrates'ten jakobenlere: batı'da siyasal düşünceler (3. bs). iletişim yayınları. sf.65-67.