entry'ler (26) - sayfa 2

başlık listesine taşı
  • yağmacılara işkence yapmak normal midir?

    yaşadığımız ağır depremden sonra, her depremde olduğu gibi, yağmacılar ortaya çıktı. 99'da da varlardı hala varlar. toplumun en çaresiz ve yoksul kısmının en ahlaksız olanları ölmüş insanların eşyalarını çalmakta bir beis görmüyorlar. çökmüş binalara giriyorlar, hasar görmemiş ve sahipsiz kalmış malları alıyorlar, bazen kadınların kollarındaki bilezikleri almak için kollarını, parmaklarındaki yüzüğü almak için parmaklarını kesiyorlar.

    bakabildiğim en objektif noktadan baktığımda ortaya çıkan etki ve tepki davranışını şu şekilde görüyorum: etki davranışı olan "yağmacılık" meselesi, ölmüş birinin malını almak ahlaki midir? sorusu ile kilitleniyor. tepki davranışı da yağma yapan insana karşı verilecek tepki nedir? sorusu ile.

    birinci sorudan başlayalım. objektif şartlar altında düşündüğümüzde artık hayatta olmayan birinin ne yüzüğe ne de herhangi bir öteki mala ihtiyacı yoktur. mülkiyet hakkı hukuki olarak onun hayatta olması muhtemel varislerine geçmiştir. fakat kimse bu varislerin var olup olmadığını bilmemektedir, üstüne eğer kimse yoksa dahi bu mülkler devlet organları dışında kimse tarafından devralınamaz. o halde sahipliği konusunda soru işaretleri olan malların mülkiyeti devlettedir diyebiliriz(1). o halde türkiye cumhuriyeti yasalarına göre ölen bir kişinin malını çalmak a)devletten çalmak demektir. b) türk ceza kanununun 149'uncu maddelesinin e başlığına göre (beden veya ruh bakımından kendisini savunamayacak durumda bulunan kişiye karşı) nitelikli yağma demektir(2).

    elbette ölmek üzere olan bir insan hayatta kalmak için, değil diğer insanın mülkiyet hakkını, bedensel bütünlüğünü bile tanımayabilir. dağ başına düşen bir uçakta insanların ölmüş türdaşlarını yediğini biliyoruz. kimse de bu meseleyi yağmacılık ya da kötü niyetlilik olarak yorumlamadı. bugün içinde bulunduğumuz duruma baktığımızda ise kesinlikle bu kadar acil bir hayatta kalma ihtiyacı görmüyoruz. devlet de özel sektör de elinden geldiğince bölgeye yardımlar gönderiyor ve gördüğümüz kadarıyla bölge insanları en azından temel ihtiyaçları (gıda, su, barınma ve ısınma)konusunda doygunluğa ulaşmak üzereler. o halde yağmacıların yağma eylemini meşru bir sebebe dayanarak değil, tamamen ekonomik sebeplerle gerçekleştirdiklerini söyleyebiliriz. bu kişiler alenen suç işlemişlerdir ve bu noktada itiraz edilecek bir şey yoktur. ancak yağmaya karşı tepkileri anlayabilmek ve yorumlayabilmek için durumun ahlaki boyutunu biraz daha deşmemiz gerekiyor.

    bir düşünce deneyi yapalım: iki arkadaş çölün ortasında ilerliyorsunuz. kimse yok sizden başka ve en yakın yerleşim yeri yüz km ötede. arkadaşınız sıcaktan dolayı ani bir kalp krizi geçirdi ve vefat etti. yanında da kendisi için hazırladığı bir termos ve içinde de serin su var. size yüz km için ucu ucuna yetecek kadar ılımış suyunuz var. arkadaşınızın suyu ile ne yapardınız? hemen her normal insan arkadaşını geleneklere ve kendisi yaşasaydı nasıl gömülmek istediğine göre defnettikten sonra işe yarayacak mallarını alıp yola devam eder. bu devletin malını çalma ya da yağma mıdır? doğal olarak hayır. arkadaşı ölen insan devlet otoriteleri tarafından devletin suyunu çalıp insan yağmalama suçundan yargılanır ve ceza alırsa bu adil midir? hayır. peki bunun depremde canını kaybetmiş insanın malını almakla tam olarak ne farkı var? neden bir tanesini hepimiz yaparız ve adil olarak görürüz de diğerini yapanlara "insan değil!" gözüyle bakıyoruz?

    bence temel fark şurada. olay(deprem) kişisel değil, toplumsal. doğal olarak iki insan arasındaki hakkaniyet ahlakının değil, türkiye kültürünü sahiplenmiş tüm aktörleri ilgilendiren nesnel ahlakın konusu. burada insanları çileden çıkaran şey ölü bir insanın malının alınması değil, toplumsal bir kabulün, nesnel ahlak kurallarının -maalesef, genellikle yabancılar tarafından, çiğnenmesi. bu da bizi (bkz: ahlak nedir?) sorusuna geri getiriyor. yazıyı okumaya üşenenler için ahlak; annenin evladını sevmesiyle başlayan, sonra da hayatta kalmak için işbirliği yapan akraba olmayan insanlar arasındaki kurallar ile genişleyen sonra da o kuralları ilk koyanların temelini attığını toplumun zamanla geliştirdiği kültürün içine doğan ya da içinde yaşamak isteyen herkesi bağlayan normlardır.

    o halde birinci sorunun cevabını verebiliriz. evet, ölünün mülke ihtiyacı yoktur. ancak;
    1- ölüm, türkiye kültürü içerisinde saygı gösterilmesi gereken bir durumdur ve ölüye saygı göstermeyenler biz oluşun koşullarına(türkiye'nin nesnel ahlakına) saldırmaktadırlar.
    2- ölü olmak mülkiyet haklarından ve mülkiyet haklarını koruyan hukuk sisteminden tamamen bağımsız olmak anlamına gelmez. bir cinayeti aydınlatmak için ceset üzerinde rızası dışında otopsi gerçekleştirilebilir, fransa da görülebileceği üzere(3) eğer ölmeden önce yazılı olarak beyan etmediyseniz devlet tarafından alınır ve ihtiyacı olanlara verilir. aynı şekilde de merhumun mülkiyet hakları hukuku devleti tarafından güvence altındadır ve yasal mirasçıları yahut devlet dışında dokunulamaz.

    o halde yağmacı-hırsızların objektif olarak cezayı ya da rehabiliyasyonu hakettiklerini savunabiliriz.

    şimdi gelelim ikinci duruma. yağmacıları yakalarsak ne yapacağız? bu meseleye de önce hukuki sonra ahlaki gözle bakmaya çalışalım.

    yağmacılara karşı biz toplum olarak işkenceyi seçtik ve görünen odur ki büyük bir kısmımız da bu insanlara karşı işkenceyi destekliyor, gerekli buluyor. ibret-i alem için daha çok işkence yapılmasını istiyor. fakat bu duruma eğilmeden, işkenceyi önce bir tanımlayalım.işkence, ister fiziksel olsun ister ruhsal, bir göz korkutma, caydırma, intikam alma, cezalandırma veya bilgi toplama amacı olarak bilinçli şekilde insanlara ağır acı çektirmekte kullanılan her türden faaliyetlerdir(4). türk ceza kanunu ise işkenceyi :"bir kişiye karşı insan onuruyla bağdaşmayan ve bedensel veya ruhsal yönden acı çekmesine, algılama veya irade yeteneğinin etkilenmesine, aşağılanmasına yol açacak davranışlar" olarak tanımlıyor(5).

    peki yağmacıyı gördükten sonra onu dövmek işkence midir? kanunun c başlığına göre "yüzünde sabit ize" sebebiyet vermek "ağırlaşmış işkence"'dir. yani bir insanı tutup suratına attığınız bir yumruk ile gözünü morartırsanız işkence değil, ağırlaşmış işkence eylemi gerçekleştirmiş olursunuz. ve yine kanuna göre işkence insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur.(6)
    tabii. peki bu insanların yanından geçip gidecek miyiz? göçük altındaki komşusunun kollarındaki bilezik için kolunun kesilmesi karşısında bakışlarımızı mı kaçıracağız? elbette hayır. ceza muhakemesi kanununun 90. maddesine göre suçüstü halinde herkes yakalama yetkisine sahiptir(7). ancak hemen arkasından kolluğa haber verilmelidir.

    buraya kadar vatandaşların mevzuatı izlediğini görüyoruz. ancak yağma halindeki birinin görüldüğü an teslim olması mümkün değildir. kuvvetle muhtemel kaçacak hatta yakalansa dahi kontrol altına alınana kadar direnecektir. böyle bir durumda vatandaşın yağmacıyı fiziksel şiddet kullanmadan kontrol altında tutması mümkün değildir. peki bu durumda vatandaşlar işkence yapmışlar mıdır? ben bu durumun işkence kapsamına girmeyeceğini düşünüyorum. ancak görülen odur ki kontrol altına alınana kadar geçen süreç dışında, eli kolu bağlı yağmacıları dövme, kameraya alıp teşhir etme, soğukta bekletme gibi uygulamalar gerçekleşmektedir. tartışma tam olarak bu noktada insanları ikiye ayıyor:

    a-)ortalama insanın mantığı şu şekilde çalışmaktadır. yağmacı insanlar hem suç işlemektedir hem de türkiye'nin nesnel ahlakına saldırmaktadır. yağmacılar insanın insan olduğu için sahip olduğu haklarını yağma yaparak kaybetmişlerdir. bölge insanının içinde bulunduğu durum sebebiyle öfkeli olduğu da bilinmektedir. o halde yağmacılığın asla tolere edilmeyeceğini ve eğer yağma yaparlarsa merhametsizce cezalandırılacaklarını bilmeleri bilmiyorlarsa da öğrenmeleri gerekir. yağmacı insanları soğukta bekletelim, kamuya teşhir edelim ki herkes bunları aşağılasın, arada bir yumruklayalım ve bu hadiseleri kameraya alıp yayalım ki herkesin haberi olsun ve kimse yağma yapmasın.

    b-)hürriyetçi mantık ise şöyle çalışır: yağmacılar suç işlemektedir ve vatandaş tarafından tutulmalıdır. vatandaş tarafından tutulurken şiddet meşrudur. ancak durum bir kez kontrol altına alındıktan sonra, lince meyilli kitle ruhu ve bu ruhun olası sonuçları dikkate alınarak, kolluk kuvvetleri olay yerine intikal edene kadar, tutulmuş kimselerin insani muamele görmeleri, yemeklerinin sularının verilmesi sıcakta tutulmaları ve her türlü şiddet ve aşağılamadan uzak tutulmaları gerekmektedir.

    yani tartışma yağmacılar kontrol altına alındıktan sonra başlamaktadır. bu noktayı iyice aydınlatmak gerekiyor. insanlara öfke duymak ve öfke duyduğumuz insanları ele geçirdikten sonra onları cezalandırmayı istemek son derece doğaldır. ancak doğal olan her zaman münasip olan değildir. insanların öfkeleri suç işlenmesine yönelik değil, bilakis ülkemize özel bir suça karşı duyarsızlık var. öfkenin sebebi ortak ahlakın çiğnenmesi ki hürriyetçiler olarak bu noktayı tutmak bizim sorumluluğumuz. eğer ortak ahlak olarak idrak edilen şey her çiğnendiğinde, onu çiğneyeni tutmak ve öfkenin gerektirdiklerini yapmak kural olacaksa, bu kuralın nerede bizim başımızı ağrıtacağını bilemeyiz.

    örnek verelim. bir ateist için oruç, islam-dinli insanların toplumsal dayanışmayı artırmak amacıyla bir ay boyunca kendilerini aç bırakmalarından ibarettir. ama toplumun büyük kısmı için ise dinin beş temelinden biri, ulusun birliğinin simgelerinden, hepimizin saygı göstermesi gereken bir gelenek. o halde ben toplumun büyük kısmının aksine düşünen ve ramazanda sokakta bir şeyler yiyip-içerek dolaşan bir insansam, bu da toplumun ortak ahlakına karşıt hareket etmek olacaktır. toplumun yine de bana öfkelenmeye ve müdahale etmeye hakkı var mıdır? ben böyle bir hakkın olmadığını, ramazan dayağının ve yağmacıya, teröriste işkencenin aynı akıl yürütmenin yanlış neticesi olduğunu düşünüyorum. örneklerin ciddiyeti elbette birbirinden farklı ancak toplumun ahlak ihlallerine tepkisi eğer her sınırı aştığında tartışılmaz ve hukuki sınırlar dahiline itilmezse adım adım büyüyecek ve uymayanların şiddetle cezalandırılacağı yeni kural haline gelecektir.

    sonuç olarak, yağmacılara karşı onları kontrol altında tutmak için gerekli olan şiddet meşrudur, kontrol altına alınan yağmacıya işkence insanlık suçudur, yağmacıya işkence yapılmasını onaylayan toplumsal algı ise eleştirilmelidir.

    çözüm olarak elbette polisin varlığını göstermesi, hızlı ve yerinde müdahalesi düşünülebilir. ancak kolluk kuvvetlerinin yeterli olmadığı ya da ne şekilde müdahale edeceğini bilmediği durumlarda, bir bireyin suçu ispatlanana kadar masum oluşu ilkesini canlı tutabilmek için bu tür linç girişimlerine ve işkence olaylarına karşı sesimizi yükseltmemiz gerektiğini düşünüyorum.

    kaynak
    1- medeni hukuk madde 501
    2- türk ceza kanunu madde 149
    3-fransa'da eğer özellikle belirtmezseniz öldükten sonra organlarınız devletçe bağışlanmış kabul edilir
    4- wikipedia: işkence
    5-türk ceza kanunu madde 94
    6- türk ceza kanunu madde 77
    7- ceza muhakemesi kanunu madde 90

  • 11.02.2023 deniz baykal'ın vefatı

    allah rahmet eylesin. türk siyasetindeki yeri uzun bir yazıyı haketmektedir. (bkz: deniz baykal kimdir?)

  • !yazarların kıza içilcek içki önerileri

    rakı. para yoksa bira. para ona da yoksa siktiret kızı zaten git iş bul önce.

  • !yazarların viski önerileri

    glenlivet türkiye'de içilecek yegane viskidir.

  • !yazarların kızla içilcek içki önerileri

    ne içileceği önemli değil kızın hangisini içtikten sonra seni yakışıklı göreceği önemli. kadınlar içtikçe erkeklerin yakışıklılaştığı içkiler başında ise tekila ve vodka gelir.

  • farklı kültürlerden atasözleri

    mieux vaut prévenir que guérir.

    engellemek düzeltmekten yeğdir.

    -fransa

  • ali babacan'ın siha açıklamaları

    ali babacan'ın siha ile ilgili açıklamaları gündemde haddinden fazla yer tuttu. ben de babacan'ın değerlendirmesine akılcı ve eleştirel bir bakışla yaklaşmak istedim.

    güncel dille: ali babacan'ın siha ilgili açıklamaları nedir ne değildir? bunu iyiden iyiye söküp eleştirmekte fayda var.

    öncelikle ali babacan'ın siha ile ilgili açıklamalarına bir bakalım.[https://twitter.com/...tecom/status/1614948395596013569]

    ali babacan sihalar hakkında basitçe " bu projeler bizim gururumuzdur, ihraç edilerek ülkeye büyük katkı sağlanmaktadır, gelişmeler de ümit vericidir" diyor.

    ancak bu projelerin yapımlarında ve ilerlemesinde daha iyi sonuçlar olması için daha fazla rekabetin ve daha fazla girişimcinin alana girmesi gerektiğini söylüyor. her zaman söylediği "rekabet olmazsa rehavet olur" lafının arkasında duruyor aslında.

    konuşmasının tamamını dinlediğimizde özellikle dışişleri bakanlığı yaptığı zamanlardan ülkemizin siha eksikliğinin operasyonları ne kadar zorlaştırdığını ve ülkemizde siha üretiminin teröre karşı mücadelede ülkemizin elinin ne kadar güçlendirdiği en iyi kendisinin bildiğininden bahsediyor -ki haklı.

    peki bu kadar basit ve ülkeye faydası olan açıklamalar neden gündem oluşturuyor? önce kimlerin bu açıklama sonrası ortalığı karıştırmaya başladığına bakalım.

    öncelikle baykar'ın açıklaması'na bakalım. selçuk bayraktar "baykar, birilerinin kirli siyasi ajandalarına malzeme olacak bir müessese değil. buna izin vermedik, vermeyeceğiz! iftiralara karşı hakkımızı sonuna kadar savunacağız" diyor. hangi iftira? baykar rekabet etsin sadece onların tasarımları değil diğer tasarımlar da gelişsin, ülke en ucuza en iyi dronu üretsin demek mi iftira? devletin kaynaklarının etkili ve verimli kullanılması yönündeki çıkış mı damat hazretlerini rahatsız ediyor? mamaların kesilmesi karşısında nasıl ki reza zarrab'a yaptıkları gibi bayraklara sarıp rüşveti, çürümeyi ve pişkinliği türk bayrağı ile aklamaya çalışıyorlarsa aynı şeyi şimdi de baykar şirketi üzerinden yapıyorlar.

    peki rahatsız olan başka kimler var? krizlerin ortağı elbette. durmuş saati koltuğunu koruma karşılığında tıkırdamaya başlayan, kendi gencinin cenazesine katılmayan, doğu perinçek'in fikir ortağından. cümlesi şu şekilde "kimler gocunuyorsa onlar küresel emperyalizme ruhlarını satan ilkesizlerdir." yani devlet, kaynaklarını daha verimli kullansın ve sanayide rekabet ile birlikte daha çok ve çeşitli ürünler üretilsin, savunma sanayimiz dünyayı domine etsin demek bahçeli'nin gözünde küresel emperyalizme teslim olmak anlamına geliyor öyle mi? ülkenin kaynaklarını üç beş yandaşa dağıtmak normal, devletin kadrolarını sırf tabana kadro yaratmak için "liyakatsiz bizden"lerle doldurmak vatana hizmet ama parayı çarçur etmeyelim deyince emperyalizme ruh satmak! bu ülkede idareciler hiç bu kadar yüzsüzleşmemişti!

    bir diğer eleştiri nereden geliyor? destici kardeşten. hani sadece fazladan ses olması gerektiği zaman kendisine laf düşen, yükselen et fiyatlarından kuzu keserek kaçan ve vasfı nedir tam olarak bilinmeyen bu arkadaştan. bu arada ekşici geleneği iqsözlük'te upgrade ediyorum ve şu şekilde güncelliyorum mustafa destici tam olarak kimdi? başlığa gitmenize gerek yok, bir diğer lüzumsuz diye bilseniz kafi. peki ne demiş bu lüzumsuz?

    "anlaşılıyor ki abd, emperyalistler, pkk, ermenistan ve yunanistan'la birlikte, 'bilderberg çocuğu' diyeceğim, bilderberg toplantılarından sadece etkilenmekle kalmamış onların aynı zamanda esiri olmuş ali babacan da rahatsız. istiyorlar ki türkiye kendi uçağını, bombasını, iha'sını, siha'sını üretmesin, emperyalistlere muhtaç kalsın. o günler geçti ali bey!" buradaki edepsizliğe mi yanalım, buradaki mantık hatalarının sefaletine mi yanalım, bu cümlelerdeki fanatik tarafgirliğe mi yanalım, yoksa ali babacan'ın siha açıklamalarının birilerinin mamasını fena keseceğinden korkan bu çürümüş kafanın siyasetteki gücüne mi yanalım? sayın destici'ye seslenmek istiyorum; eğer rekabete yandaş değilseniz sizin için sosyalist diyebilir miyiz mustafa bey? siyaset bilimi diye iktisat diye iki bilim yapmış gavurlar bir göz atmak ister misiniz yoksa beyninizi kullanırsanız sizi de "emperyalistlere sattı ülkeyi!" diyecekler diye mi korkuyorsunuz?

    geçelim. sırada kim var? hulusi. hulusi akar kim demeye gerek yok, hani biliyorsunuz emrindekilere esir düşen, kendi komutası altında darbe girişimi örgütlenirken ne yaptığı bilinmeyen, özgür özel'in hakkını aslan gibi verdiği şu "komutan". buradan efsaneyi hatırlayabiliriz. peki ne demiş bu silah arkadaşlarının hakkını helal etmediği komutanımız ve bakanımız? "anlamsız bahanelerle tsk'nın komuta kademesini hedef alanları, haksız ve ölçüsüz açıklamalarla kendi siyasi polemiklerine konu etmek isteyenleri, tsk'nın başarılarında büyük pay sahibi olan iha/siha'lar ile onları üretenlere çamur atanları kınıyoruz ve asil milletimizin takdirlerine havale ediyoruz.".

    nasıl bir çamur atılmış ondan bahsetmiyor. ali babacan'ın siha hakkındaki açıklamalarının anlamı üzerine konuşmuyor. ali babacan'ın hangi önerisinin türkiye'nin silah sanayiine zarar vereceğini açıklamıyor. ne yapıyor peki? aklının önüne yandaşlık, tarafgirlik koyuyor. ben de konuşmuş olayım haberlerde çıksın diyor. hazır bir manipülasyon fırsatı yakalamışken çorbada tuzum bulunsun diyor. sizi biz affedeceğiz sayın hulusi akar, ancak türk subaylık ruhu affetmeyecek.

    netice itibarıyla konunun kimler tarafından nasıl gündeme getirildiği bize ali babacan'ın siha açıklamalarını nasıl anlamamız gerektiği konusunda muhteşem ipuçları veriyor. öncelikle anlıyoruz ki yolsuzluklarının farkındalar ve aşırı derecede korkuyorlar. ikinci olarak koca koca adamların fanatiklikleri ve güçten düşmeme ihtirasları öyle bir seviyeye gelmiş ki son derece açık olan bir konuşmayı bile anlamayacak kadar idrakle mesafeli olmayı gururlarına yedirebiliyorlar. üçüncüsü memleketin yararına tek bir amaçları yok. rekabetin, denetimin, kaynakların tarafsız ve verimli kullanımının türk savunma sanayisini güçlendireceğini bildikleri halde ona karşı çıkıyorlar. dördüncüsü kurulmuş bebek gibiler. birileri bunların düğmesine basıyor ve hepsi mal bulmuş mağribi gibi konunun üzerine atlayarak dezenformasyona ve manipülasyona katkı veriyorlar.

    ama umutsuzluğa kapılmaya gerek yok arkadaşlar. bu sene bitmeden kabustan uyanacağız. antik çağlardan bize kalmış bilgeliği asla aklınızdan çıkarmayın "mutluluğun sırrı özgürlük, özgürlüğün sırrı cesaret!"

  • jose saramago kimdir ?

    jose saramago kimdir sorusu derinleştirmeye değer bir soru. en temelden bşalayalım; jose saramago ne zaman doğmuştur? 1922'nin 16 kasımında. (bkz: akrep burcu ünlüler) peki jose saramago nerelidir? ilk entry'de portekizli denmiş ancak jose saramago nerelidir daha detaylı bir yanıtı hakediyor: lizbon'un kuzeyinde küçük bir köy olan azinhaga'da dünyaya gelmiştir. yani bildiğimiz bir köy çocuğudur. eminim etrafında hiç azinhaga'dan adam mı çıkar jose'cim sen git mayışlı bir işe gir diyenler olmuştur. büyük olmakla küçük olmak arasındaki fark da zaten etrafımızdaki her konuşanı değil de akılla konuşanı dinlemekle alakalı değil mi zaten? (bkz: türkiye'de adam çıkan iller)

    jose saramago romanları -şanslıyız ki- türkçeye çevrilmiş durumda çevrilen eserleri ve eserlerin hangi yayınevlerinden ne zaman çıktığını girdinin sonundaki listeden detaylarıyla görebilirsiniz:

    ancak aynı teessüfle belirtmek gerekir ki jose saramago eserleri'nin tamamı türkçeye çevrilmiş değil, yedi oyununun hiçbiri türkçede yok. ancak durum hepten kötü de değil.5 oyunundan ikisi ve hikayeleri türkçeye çevrilmiş durumda. jose saramago şiirlerini de çevirecek bir babayiğit bulunamadığından olsa gerek 3 şiir kitabının hiçbiri türkçeye çevrilmiş durumda değil.

    ancak bana jose saramago kimdir diye sorarsanız bu verilerin dışında "anama babama kitap okutan adamdır!" derim. körlük romanını annem görünce "burada kesin kör bir kızın trajedisi anlatılıyordur!" diye düşünerek olsa gerek kitaba başladı. hayatında bir kitap okumamış kadın körlük romanını bitirene kadar elinden bırakmadı. sık sık da gelip bana anlatıyordu. özellikle kitabı okurken insanda oluşan empati hali, yani kendini roman boyunca kör düşünmek, okuyanı görebildiği için minnet duymaya yönlendiriyor. üstelik romanın derin üslubu ve betimlemelerdeki incelik bir girdap gibi okuyucuyu romana sürüklüyor. annemin kitaba ara verdikçe "olm kendimi kör gibi hissediyorum!" diye sitem edişini ancak hemen sonrasında yeniden kitaba dönüşünü unutamıyorum. daha güzeli bu kitap sayesinde annem saramago'nun görmek kitabına da girişti. kitaplarla arası hiç olmayan bir insanı bu şekilde kendi hayranı yapabilen saramango'ya saygılarımız şelale, aldığı nobel de anasının ak sütü gibi helal.

    biraz da kalitatif taraftan değerlendirelim. kitapları ortalama 300-450 sayfa bandında oluyor. körlük 352, görmek 324, ricardo reis'in öldüğü yıl 448, isa'ya göre incil 392 sayfadır. buradan hareketle belirli bir uzunlukta hikayelerini tamama erdirdiğini söyleyebiliriz. kitaplarla arası iyi olmayanlar için biraz fazla gibi görünebilir ancak romanların akıcılığı ve konuların çekiciliği düşünüldüğünde, kitapları bitirdiğinizde çok olduğu için üzüldüğünüz sayfa sayısı için "keşke daha uzun olsaydı!" diye düşüneceksiniz.

    kitapyurdu verilerine göre kitap 148.711 adet satmıştır. türkiye için şahane bir satış oranı. tutunamayanların 69.482, saatleri ayarlama enstitüsü'nün 81.163 adet sattığı ortamda bu satış oranının kıymeti ve türkiye okuyucusundan gördüğü takdir daha iyi anlaşılabilir.

    jose saramago kimdir, jose saramago nerelidir diye merak etmek normal olsa da daha iyi sorular da sorulabilir. örneğin jose saramago kitapları için eleştirmenler neler söylüyor? bir örneğini burada, özellikle körlük eseri için bir değerlendirmeyi burada ve burada bulabilirsiniz.

    yok illa ki türkçe olsun isterseniz buradan, buradan ve buradan ulaşabilirsiniz.



    manual de pintura e caligrafia (1977) / ressamın el kitabı (can yayınları, 1999)
    levantado do chao (1980) / umut tarlaları (can yayınları, 2003)
    memorial do convento (1982) / baltasar ve blimunda, (gendaş kültür, 2000)
    o ano da morte de ricardo reis (1984) / ricardo reis'in öldüğü yıl (can yayınları, 2003)
    a jangada de pedra (1986) / yitik adanın öyküsü, (merkez kitaplar, 2006)
    historia do cerco de lisboa (1989) / lizbon kuşatmasının tarihi, (türkiye iş bankası kültür yayınları, 2004)
    o evangelho segundo jesus cristo (1991) / isa'ya göre incil, (merkez kitaplar, 2006)
    ensaio sobre a cegueira (1995) / körlük (roman), (can yayınları, 1999)
    todos os nomes (1997) / bütün isimler, (gendaş kültür, 1999)
    o conto da ılha desconhecida (1997) / bilinmeyen adanın öyküsü, (türkiye iş bankası kültür yayınları, 2001)
    a caverna (2000) / mağara, (türkiye iş bankası kültür yayınları, 2005)
    o homem duplicado (2002) kopyalanmış adam, (türkiye iş bankası kültür yayınları, 2010)
    ensaio sobre a lucidez (2004) görmek, (can yayınları, 2008)
    as intermitencias da morte (2005) / ölüm bir varmış bir yokmuş, merkez kitaplar 2007
    as pequenas memorias / küçük anılar, (can yayınları, 2008)
    a viagem do elefante / filin yolculuğu, (turkuvaz yayınları, 2009)
    cain / kabil, (kırmızı kedi yayınları, 2011)

    kaynak
    https://tr.wikipedia.org/wiki/Jos%C3%A9_Saramago

  • erken seçim ne zaman olacak?

    krizlerin ortağı bahçeli'nin bu linkten tamamına ulaşabileceğimiz hilkat garibesi konuşmasında erken seçim için mayıs ayını işaret ettiğini görüyoruz.

    açıklamanın ilgili kısmı şu şekilde " merkez yönetim kurulu, disiplin kurulu ve vekillerimizin ortak katılımıyla kızılcahamam'da toplanıp iç ve dış gündem başlıklarıyla ilgili değerlendirmelerde bulunduk. mhp önümüzdeki bahar mevsiminde seçimlere tam olarak hazırdır ve başarıya inanmıştır. seçim tarihi tartışması son bulmalı. mevsim şartlarına ilişkin bir tarih beklentimizdir. bu erken seçim değil, tarihin güncellenmesidir. demokrasimiz rüştünü ispat etmelidir. sandıktan kaçmanın kimseye bir yararı bulunmayacaktır. mayıs ayı içerisinde bu işi bitirelim."

    bu açıklama bana erdoğan'ın mahallede bir olay çıkartmak istediği zaman önden çocuk gönderen mahalle abisi stratejisini benimsemiş olduğunu düşündürttü. önden minik ortağı salıyor, minik ortak bir gündem yaratıyor sonra da geri dönüşlere göre kendisi hareket edecek.

    ancak erken seçim ne zaman sorusu bu açıklamaya rağmen hala yanıtlanmamış olarak kalıyor. seçim için kullanılabilecek tarihler 7-14-21-28 mayıs tarihleri. anneler gününe denk getirirler mi bilmiyorum ancak seçim hazırlıkları, mitingler ve "diğer" seçim eylemlerinin tamamen hayata geçmesi için mayıs ayının biraz fazla yakın olduğunu düşünüyorum. bu sebeple ben 21 ya da 28 mayıs tarihlerinden birinin devlet bahçeli için erken seçim ne zaman olacak sorusunun yanıtı olduğunu düşünüyorum.

    peki erken seçim kime faydalı? an itibarıyla seçim ne kadar erken olursa cumhur ittifakına o kadar faydalı olacak gibi görünüyor ancak bir yandan da ekonomik krizin etkileri tüm hızıyla sürüyor, sorunlar dışsal değil hükümete içkin olduğu için açıklanan tüm müjdeler ya daha fazla şikayetin önünü açıyor ya da vatandaşta bir hayal kırıklığı yaratıyor. üstelik insanlar ekonomik darboğazın seçimden sonra doların fırlamayısla daha da alevleneceğini seziyor.

    ilgi çekici olan ise mhp'nin kimse tarafından ciddiye alınmaması. erken seçim bombasını patlatması bile artık mhp'ye hareket kazandırmıyor. üstelik diğer partiler ittifakın bu minik ortağının kendi başına bir şeye kalkışamayacağını, barajı geçemeyeceğini ve özellikle sinan ateş cinayeti sebebiyle seçimden sonra tamamen silineceğini biliyorlar. ülkücü hareketin tek adresinin iyi parti olacağını, seküler milliyetçiliğin ümit verici şekilde islami milliyetçilikten kendini arındıracağını görmek güzel. siyasi okuryazarlığı bir anasınıfı talebesi seviyesinde olan bahçeli'nin ise milliyetçilik tekelinin iyi partiye geçişini tersine döndürmek yahut geciktirmek için yapabileceği bir şey yok gibi. tabi kendisinin matematik konusundaki dehası su götürmez, her an yeni bir ebced hesabıyla bütün planları alt üst edebilir *

    tabi burada devlet bahçeli'nin hala ciddiye alınabilir bir insan gibi konuşmaya devam etmesinden daha komik olan bir şey var. o da bahçeli'nin bizi erken seçimi, seçimin erkene alınması olarak değil "seçim tarihinin güncellenmesi" olarak düşünmeye davet etmesi.

    biliyorsunuz kendisi daha önce de herkesi erdoğan'ın etrafında toplanmaya davet etmişti. ancak bu açıklamaları siyaset biliminin konusu olarak değil, nöroloji ve psikoloji bilimlerinin konusu olarak değerlendirmek gerekiyor. halkın bir çocuk gibi kandırılarak kendini soydurmaya devam edeceğini ummalarını anlıyoruz ancak bunu yapmak için özen dahi göstermemeleri bizim için bile şaşırtıcı. bir çocuğun elinden şekeri alırken bile ona biraz iyi davranılır. oysa bahçeli hem mhp'lilerden yüzer kişi bulmalarını, hem eski ülkü ocakları başkanın torbacılara vurdurulmasını yutmalarını, hem milliyetçiliği ayaklar altına alan erdoğan'a oy vermelerini hem de zafer partisi ve iyi parti gibi milliyetçi alternatifleri yok saymalarını istiyor. biraz da öne doğru eğilmelerini tabii *

    hasılı erken seçim tarihi henüz belli değil ancak bahçeli'den anladığımız kadarıyla cumhur ittifakının mayıs ayını yoklamaya niyeti var. zira seçim süreci ne kadar gecikirse krizin etkileri o denli yoğunlaşacak ve tencere seçmen kitlesi olarak tecessüm ederek 20 yıllık siyasi islam fiyaskosunu tamamen sonlandıracak. en azından ümidimiz o yönde.

  • bahçeli'nin 100 oy talebi

    bahçeli'nin meşhur 24 kişiyi mhp'li yapın hesabından sonra yeni gündeme getirdiği taleptir. konuşmasında cumhuriyetin 100. yılı için bu sefer de 100 kişi bulmakla görevlendirmiştir teşkilatları.

    24 hesabının aşırı başarısını * tekrar niyetinde anladığımız kadarıyla.

    bahçeli'ye kötü haberi buradan verelim. değil her ülkücünün sana ve o çürümüş partine 100 kişi bulması, memlekette sana oy verecek 100 tane bile gerçek ülkücü kalmadı moruk. en iyisi sen reis'inin kanatları altında siyaset yapıyormuş gibi yapmaya devam et, çok da sesini çıkarıp kendini daha fazla rezil etme.

  • saç

    sahip olanlara yük sahip olmayanlara hasrettir.

« / 2