son oylananları (32) - sayfa 2

başlık listesine taşı
  • kirazın tadı

    "bütün umutlarını mı kaybettin? sabah uyandığında, hiç gökyüzüne baktın mı? şafakta, güneşin doğuşunu görmek istemez misin? gün batımında, güneşin kırmızısını ve sarısını artık daha fazla görmek istemiyor musun?"

    kirazın tadı, orijinal adıyla ta'm e guilass, 1997 iran-fransa ortak yapımlı bir abbas kiyarüstemi filmidir. başrolde badii adıyla hamoyoun ershadi bulunmakta. yayınlandığı yıl cannes festivalinde palme d'or ödülü almıştır. ayrıca criterion collection'ın da bir parçasıdır.

    --spoiler--
    badii iranlı bir adamdır ve yakında intihar edecektir. ancak intihar ettikten sonra bir miktar para karşılığında üstüne toprak atması için birini aramaktadır. kendisi hali hazırda bir kiraz ağacının altına çukurunu açmıştır ve ertesi günün sabahına planladığı intiharı için arabasıyla gezmekte, yolda gördüğü insanları gözlemleyip planını anlatmaktadır. önce kürt bir asker, daha sonrasında afganlı bir ilahiyatçıya bu konuyu açar. fakat ikisi de bu durumu reddeder. en sonunda arabasına çocuğu hasta olan ve daha önce intihar girişiminde bulunmuş bir türk tahnitçiyi alır ve bu adam badii'nin istediğini kabul eder.

    filmin aslında doğru düzgün bir senaryosu yokmuş, doğaçlama üzerinden ilerlemesi istenmiş. zaten bu nedenle, film boyunca bulunduğunuz atmosfer öyle ki, bir günü badii'yle beraber, yanında, belki arka koltukta geçiriyormuşsunuz gibi hissettiriyor.

    badii'nin bu karardaki kesinliğinin yanısıra arabaya binen üç kişide de intihar sorgulaması yapıldığını görüyoruz. kürt askerin buna cesaret edememesi, afgan ilahiyatçının dine göre sorgulaması... bizzat seçtiği kişiler paraya ihtiyacı olan kişiler idiyse de hiçbiri buna cesaret edemez. hayatlarının zorluklarında badii'nin neden bunu istediğini anlayamazlar ve zor bir yaşam sürseler de onlar bir şekilde yaşıyordur.

    türk tahnitçide ise tecrübenin konuşmasını duyuyoruz. yaşama bağlanmayı, ufak şeylerin güzelliği, umut... badii, bana kalırsa bunlardan etkilense de bir şekilde bütün film boyunca kesinliğini korumakta. ve hiçbir şekilde intihar gerekçesini de öğrenemiyoruz.

    "duygularımı anlayıp paylaşabilirsiniz, bana merhamet gösterebilirsiniz ama acımı hissedebilir misiniz? hayır. acı çekersiniz ve ben de çekerim. sizi anlarım. acımı anlayabilirsiniz ama onu hissedemezsiniz."

    araba sahnelerinde badii ve yan koltukta oturan karakterleri aynı sahnede göremeyiz, çünkü sahnede kim varsa yan koltuğunda kiyarüstemi oturuyor. minimalist uzun çekimleriyle ve arada gösterilen çalışan insanlar, çocuklar, iş arayan insanlarla bir melankolide sarıyor etrafı. melankolinin yanında yaşamın canlılığı, insanların bir şeyler uğruna çaba sarfetmesi mesajı da var elbette. bir sahnede badii'nin arabası çukura saplanıyor ve bir grup işçi hemen yardımına koşuyor. metaforik de olsa bir yardımlaşma söz konusu. iran'ın yollarında badii'nin yaşam ikilemi var.

    --spoiler--
    ancak hep bu ikilem içerisindeyiz. badii'nin planını anlatırken kurduğu iki cümle var. ilaç ile intihar edeceği için çukura toprak atılmadan önce ölüp ölmediğinin kontrol edilmesini, ölü değilse uyandırılmasını istiyor. buradaki ikilem ise badii'nin aslında ölümümü yoksa bir umuda kendisini bırakması mı olduğu. veyahut türk tahnitçi, bakari bey'in badii'nin isteğini oğlu için mi yoksa başka bir sebepten ötürü mü kabul ettiği. her ne ise, filmdeki konuşması biz seyirciler için çarpıcı bir etki bırakıyor.

    ben bu soruların ikilemden ziyade cevap olduğunu da düşünüyorum. neticesinde bir şeyi eylemek için illa ki bir nedenimiz olması gerekmiyor, en azından geçerli bir neden olması. bakari bey hem çocuğu hem de geçmiş tecrübesi için kabul etmiş olabilir ya da hali hazırda badii hem ölümü dileyip hem de umut ışığı aramakta olabilir. belki de bu yüzden bir nevi kumara bırakmış da olabilir hayatını. okuduğum bir film analizine göre, filmde bir yaş sıralaması ve zıtlık görüyoruz. genç bir asker ancak korkak, erişkin bir ilahiyatçı ancak din bilgisi zayıf, yaşlı bir tahnitçi intiharı engellemeye çalışıyor ancak belki paraya ihtiyacı var. bu yaş sıralamasında hayatın aşamaları mesajı da mevcut gibi. genç, yetişkin, yaşlı ve doğum, yaşam, ölüm. filmin sonunda ne olduğunu bilmiyoruz, badii öldü mü, bakari bey sözünü tuttu mu... alper tunga öldü mü, ıssız acun kaldı mı...

    bilseydik bakış açımız tamamen değişirdi diye düşünüyorum. film bir yolculuk ve bize verdiği birçok ders... ölseydi umutsuz mu olurduk, ölmeseydi umutlu bilemiyorum. tek bildiğim bana verdiği dersin her anlamda yolculuğun ne kadar önemli olduğu ve yolculuğun yaşam olduğu fikriydi.

    eklemeden de geçemem, görüntü ve kadrajlar çok çok güzel idi. bir kum fırtınasında sakince savrulmak gibi, her sahnede estetik bir arayış ve şiirsellik yatıyordu. nedendir bilinmez son sahneleri her ne kadar filmin geneliyle karşılaştırılamayacak olsa bile görüntülerini daha çok seviyorum. bu sefer karmaşa son buluyor, şahit olduğumuz tüm tonlar kendini sarı ve turuncunun hakimiyetinden alıp karanlığa bırakıyor. ama bu ne karamsar bir his ne de üzücü. yağmur yağıyor ve badii kararlığıyla orada gökyüzünü seyrediyor.

    kaynakça: alıntılar '1000kitap'

  • tek plan filmler

    aynı sayılır mı bilmiyorum ama woody harrelson'ın lost in london(2017) filmi de buna örnek verilebilir. çekilirken simultane olarak sinemalarda canlı yayınlanan ilk film olma özelliğini taşıyor. çok emek isteyen ve sonucu da hoş olan bir film.

  • !günümüz türkiyesinde üniversite öğrencisi olmak

    merhabalar, öncelikle bu başlık online(!) ders dinlerken genel olarak yaşadığımız çağa ve sonrasında ülkemizdeki sisteme ani bir tak edişle açılmıştır. bu nesilde üniversite öğrencisi olmak, iletişimsizlik, soğutma politikaları, boktan bir eğitim sistemi ve organizasyonsuzlukla ilgilidir.

    ben üniversite öğrencisiyim ve bugün erasmus sınavına online girdim. 1500 kişi ingilizce sınavına girerken bundan yarısı kadarı diğer dillerin sınavlarına girdi. tek koşul cihazlarda herhangi bir sekme/uygulama bulunmamasıyken eminim ki birçok öğrenci, dili bileni de bilmeyeni de telefonlarından ya da sözlüklerinden yardım almıştır. biraz önce de çarşamba günü başlayacak olan vizelerime online kayıtlardan çalışıyordum. zorunluluğumuz yoktu ve
    derslere girmedik, part-time işlere girildi, hobilere sarınıldı. şimdi ise çoğumuz online kayıtları 2x'e alıp çalışıyoruz. öğretmenlerimiz muhteşem insanlar ve gerçekten birikimlerini bizlere aktarmak isteyen hevesli kişiler var içlerinde. ama bilin bakalım sorun ne?

    çok daha genelden başlayacağım, birincisi online olsa da olmasa da devlet üniversiteleri. kalabalık olduğundan öğrenci işlerinin sizinle ilgilenmesi diye bir durum maalesef söz konusu değil. sınav dönemi ölümden dönmüş olsan da bizzat hastayken getirmeni gerektiren raporlar mı desem, okulda olup biten hiçbir etkinlik ya da duyurunun yayılmaması mı desem ya da koskoca istanbul üniversitesinde mesela kalabalık denecek bir bölümden sadece bir öğrenciye erasmus imkanı verilmesi mi yoksa kendi içerisinde öğrenci kavgası olduğunda rektörlüğün içeriye polis sokması mı? (son kısma ilişkin bilgim az olsa dahi ilerleyen partlarda değineceğim, anladığınız üzere kendi deneyimim olan istanbul üniversitesi üzerinden konuşacağım. keza bu okul ülkenin en köklü okullarından biri, değil mi?) bir de erasmus konusunda hala avrupa birliğiyle anlaşma imzalanmamış olması var o bir kişi parasal durumundan elenebilir, ki bir de vizesi var ki bunun çıkar mı çıkmaz mı vize ofisinin insiyatifinde.

    ikinicisi öğrencinin bireysel ihtiyaçları. bakınız, yeme içme ya da okumayı da geçerek kyk yurtlarından yaka paça atılan, en önemlisi barınma haklarından olan öğrencilere dikkat çekmek istiyorum. ya da verilen kyk bursu; devlet üniversitesinin yemekhanesinde 2021 yılında 3.5 lira olan bir öğün yemeğin şimdi 6 lira ve özel üniversitelerde öğrenci menüsü 30'dan başlayıp öğrenci menüsü alınmazsa 50-60 lira olan bu menülere, her gün üç öğün oradan yemek zorunda olan öğrencinin ne sayfa başı 1 lira (belki şu an daha fazla) olan fotokopisine, ne kitaplarına ne de kantinde satılan yerine göre 10 liradan fazla olan karton bardaktaki kahveye yetişebilir. anadolu yakasından geçmek zorunda olan, 4 defa toplu taşıma değiştirip okula giden ya da her halükarda kullanmak zorunda olan öğrencinin iett kartının aylık 140 lira olması. 10 liralık minibüs var bir de ve hele de üniversite öğrencilerinin öğrenci parası verememe gibi bir şeyi var ki beni çok güldürür (!). ya da okul kantinindeki sandviçin 30 lira olması. finansal kısmı da böyle. çoğu öğrenciler part-time işlerde çalışıyor çünkü günlük harçlıklar yeri geldiğinde yol parasına bile yetmiyor. başka şehirde olup ailesinden ayrı yaşayan öğrenciler, eve çıkmış olanlar ya da ailesi olmadan geçinmeye çalışan öğrenciler de var. onların durumunu deneyimlemiyorum ve durup ah canım'lık yapmayacağım.
    ah canım'lık artık hiçbir boku düzeltmiyor, dişini tırnağına takıp çalışan o insanlar duyulmayı hak ediyor.

    (düzenlendi)
    bunun yanı sıra belirtmek isterim, deneyimlemediğim için tam bilemesem de özel üniversitede burslu/tam burslu olmak ayrı bir konudur. üstte verdiğim örnekteki fiyatlarla beraber özel üniversite öğrencileri de kyk almakta ve benzer sorunları yaşamaktadır. hatta burslu olsun ya da olmasın devlet üniversitesinde 6 liraya yiyebilecekken neden daha iyi şartlarda eğitim verdikleri savunulan özel üniversitelerde bu fiyat 30 ve üzeridir, her öğrencinin eşit ve makul fiyatta beslenme hakkı vardır.

    bu yazıda dediğim çoğu şey onlar için de geçerlidir. bir örnekten öğrendiğim kadarıyla ismini vermeyeceğim bir üniversitede yemek bursları verilmektedir ve yalnız belli bir sıralamaya girenler almaktadır. bu burstaki eşitsizlik de, beslenme hakkını geçerek söylüyorum, lisedeki alanlarla alakalı olup sayısallar ve sözeller daha geniş bir sıralamada yemek bursunu alabilirken dil öğrencileri için çok daha yüksek bir sıralama gerekmektedir. fiyat farkları, özel üniversitede okumaları ve burslu olmaları onların yaşadıkları eşitsizliği önemsiz kılmaz, bunlar da göz önünde bulunulmalıdır.

    pratik eğitim alması gereken öğrenciler ne laboratuvarlarda doğru düzgün çalışıyor ne stüdyolarda. bir teorik eğitim almış arkadaş ortalığı, 4 yıl boyunca son iki neslin eğitimi öyle geçiyor. sonra okuyanı değil de ortalıkta sahtekar kendine mühendis, müteahhit ve mimar diyenler dolaşıyor, biz de işte böyle krizlerde batıyoruz.

    edebiyat okuyan ben öğretmenlerime isteseler bile essay yazmakla sorumlu değilim, derse katılmak zorunda değilim. derste bana soru sorulmuyor, sorulsa da cevap veremeyecek kadar çekingen herkes ya da ödev yapmamız gerekmiyor. şiir yazmaya teşvik edilmiyorum ne de yazdığım şeyleri sunacağım bir topluluk var. en azınlıklı kalan dillerin bölüm olarak okutulduğu bu güzel üniversitede edebiyat okumama rağmen ikinci dil dersim bile yok. okula gitmeye teşvik yok, uluslararası eğitim ya da herhangi bir iletişim yok. bölümümle alakalı bir uluslararası taban da yok. ben şahsen bu bölümü severek okuyorum ve cidden bunun zorundalığında olmak isterdim eğer çözümü buysa. ilgimi kullanabileceğim bir teşvik ve imkan yok. buradan sonra yok elin adamları bunu yapıyora çok rahat girebilirim ama o noktaya gelmemize bile çok var.

    öğretmenler öğrencilerle iletişime geçmek istiyor. düşünsenize 3 saat mavi ekrana konuşuyorsun ve karşılık yok. yüz yüze olmuş sınıfa gidiyorsun 60 kişilik sınıf 10 kişi çünkü devamlılık hakkı diye bir şey yok çünkü çalışanı var, üşengeci var. bir de okula giderse bir şekilde dışarıda yemek içmek masraf olduğundan tabii evde kalmak daha ekonomik değil mi zorunda değilsek? kim yol parasına bile isteye haftanın üç günü 60 lira vermek ister örnek olarak, üstüne üstelik 2 saatlik yol gidiyorsun? arkadaşınla buluşurken bile hesap makinesi telefonda açılan ilk uygulama. evlerinde oturmaktan pandemi dönemini anımasayan gençler üstüne üstelik depremden sonra stresi 3x daha artmış durumda. mental sağlık desen herkeste bin parça.

    bölümler hiç ilgisi olmayan kişilerle dolu. kimseyi yargılamak için söylemiyorum bunu. vakti zamanında kendi istediğine göre yönlendirilmesi gerekilen gençlerin hepsi ya sayısal ya da eşit ağırlıktan yönlendiriliyor. anadolu lisesinde okudum, bilmem kaç sınıftan 2 eşit ağırlık vardı. bir dil sınıfı 10 kişi toplayıp zor açıldı ve sözel yoktu. çünkü herkes mühendis, mimar ve doktor olacak ya ondan ama bir bakıyorsun bir yıl sınavı zor yapıyorlar kimse giremiyor ve istediği bölümü kazanamıyor. bir bakıyorsun bir yıl aşırı kolay yapılmış bölümler dolup taşmış. dil okumak isteyen bir öğrencinin ailesi falan karşı çıkıyor, neymiş kasiyer mi olacakmış. hala bu devirde bölümler üzerinden saçma sapan önyargılar var. komik olan dil okuyanların sayısalcılardan daha iyi yere girmesiydi falan. üniversite dışında ilkokula ortaokula giden çocukların hiçbir şekilde üniversite ya da kayda değer herhangi bir eğitim almamış olması, ailelerinin beslenme koyarken zorlanması, üniversiteye hazırlanan gençlerin test kitaplarına yüksek miktarda para ödemek zorunda olması, online olduğu takdirde herkesin uçmuş fiyatlara sahip tablet, telefon ve bilgisayar alması gerekmesi var bir de değil mi? onları atlamayaraktan şu anda üniversiteye odaklandığımı da belirtmek isterim.

    bunun yanında şu an olağandışı bir durum söz konusu. online olmasının nedeni deprem. ailesi etkilenmişler var, teknolojik aletleri olmayanlar var, bakınız kyk yurtlarından olmuş insanların çoğu muhtemelen evlerine geri döndüler. bunun için pekala bir alternatif yaratılabilecekken ne yapıldı? hadi toptan eğitim sistemini herkes için duraklatalım. sadece online olma imkanı olanlar için online yapılabilirdi. farklı dönemlere ayrılıp düzenlenebilirdi. iki ay eğitim bu şekilde online iken henüz vize haftasından önce hibrite geçildi. vize haftasında oturacak yer bulamadığımız ana bahçe ve kütüphane bomboştu bu hafta okula gittiğimde.

    kıssadan hisse entellektüel anlamda doğru düzgün beslenemiyoruz, beslenmemize izin verilmiyor. e haliyle türkçe kitaplar 50 liranın üzerindeyken ingilizce kitapların 200/400 üzerinde olması gibi bir sorun da var. bu nedenle soluk her zaman pdf'lerde alınıyor.

    küfür ederek doldurmak istedim bazı cümleleri, gerçekten içten kalpten yapmak istedim bunu. üniversite 20'li yaşlarının başında olan gençlerin sosyal yaşamını kurduğu ufkunu geliştirdiği ve hayattaki rolünü keşfetmesine ev olmalı. zorla okuduğu bir bölüm değil, okumak isteyip de gidemediği bir yer değil. aç kaldığı bir yer hiç değil. açıklaması yüksek level eğitim ve akademik araştırmaların yapıldığı enstitü değil mi? neyin nasıl yapılması gerektiği belli bir şey olduğundan şu anlık oraya girmeyeceğim. yeterince değindim.

    en üstte bahsettiğim olay da şöyle;

    ders çıkışında koridorda yürürken kendi bölümümden iki kişi durdurdu bizi. o gün twitter'da da gördüğüm bir olay hakkında imza toplamak istiyorlardı. iletişim fakültesinin kantininde hem okuldan hem dışarıdan bir grup sanırım sadece kadınların bulunduğu bir gruba saldırıp darp etmiş. aralarından biri de yanılmıyorsam öğrenci kurulu başkanıydı bu darp edenlerin.

    anlatılana göre bu karışık grup okuldan birkaç öğrenciyi gözlerine kestirip uzun zamandır sözleriyle ve eylemleriyle taciz ediyorlarmış. nedeni de sadece lgbtq olmaları, kadın olmaları, spesifik olarak kürt ya da başka bir halktan ya da ırk/etnik kökene sahip olmalarından dediler.

    o gün bu şiddete maruz kalmış kişiler fen fakültesine giriyor ve peşlerinden bu grup da okula giriyor ve darp ediyorlar. arkalarından da polis girip şiddet gören tarafın etrafını sarıyor (muhtemelen olumsuz bir şekilde). bize imza için gelen kişiler darp raporu almak üzere hastaneye gitmiş bu arkadaşları için rektörlüğe gidecekti. yalnız bana şurası saçma geldi, birincisi rektörlüğün izni olmadan ne polis ne de o grup okula girebilir. böyle bir durumda rektöre imza götürmek daha ötesinde mimlenme dışında bir işe yaramayacaktır. ne arkadaşlarını ne de saldıran grubu tanımasam da durum bariz ve bunu atlamış olacaklarını düşünerekten onlara da söyledim. ama yapılacak şey olağanca mevzuyu duyurup imza toplamaktı muhtemelen o an.

    konu ne olursa olsun şiddet ve siyasi görüşlerin yarattığı bir tehlike mevcut bir de. anlattıklarım üzerinden epeyi geçti ve bir şeyleri atlamış olabilirim. sadece söylemeye çalıştığım kendi içimizde bile güvende olmadığımız. oradaki öğrencilerden birinin dediği cümle şuydu 'yolda yürürken saçınız renkli olduğu ya da kadın olduğunuz için de şiddete maruz kalabilirsiniz' dile getirince kulağa saçma gelen bu cümlenin doğruluğuna inanın ben de inanmak istemiyorum.

    çok şükür ki bizzat deneyimlemedim ama bu konuşmadığımız sürece bir potansiyeli/ihtimali ortadan kaldırmıyor. o meşhur z kuşağından biri olarak inanın bazen bizden öncekilere olan gücenmeyle daha bir kırık ve öfkeli oluyorum. bunun bu hale gelmesine izin verdiklerinden. ama gücenmek bir yere kadar tabii. geçmişi geri alamayacaksak hem izin verenlere göstermek hem de bir şeyleri değiştirmek adına iş başa düştü dememiz yersiz olmaz herhalde. bu bazılarına mızmızlanma olarak geldiyse de bunun için üzgün değilim. mesela orta yaşlı insanların gözünden bu konuların kaçtığını çok gördüm, sizden artık geçtiğini düşünüyorsanız da üzgün değilim. ne yapmalı ne yapmalı, bir şey yapılmalı.

  • the power of the dog

    (bkz: rudyard kipling)'in bir köpeğin hem dünya üzerindeki en büyük neşeyi bize getirebileceği hem de bir gün bu kalbi müthiş bir şekilde alıp götüreceği, yok edebileceği hakkındaki şiiri. hayatını kaybetmiş tüm köpeciklerimiz huzur içerisinde uyusun.
    özellikle geçen yıl kalbimizi kendisiyle götürmüş şebek arkadaşıma.

    bir de bir köpeğin gözünden yazılmış bir şiir için (bkz: dog)

    ''there is sorrow enough in the natural way
    from men and women to fill our day;
    and when we are certain of sorrow in store,
    why do we always arrange for more?
    brothers and sisters, i bid you beware
    of giving your heart to a dog to tear.

    buy a pup and your money will buy
    love unflinching that cannot lie—
    perfect passion and worship fed
    by a kick in the ribs or a pat on the head.
    nevertheless it is hardly fair
    to risk your heart for a dog to tear.

    when the fourteen years which nature permits
    are closing in asthma, or tumour, or fits,
    and the vet's unspoken prescription runs
    to lethal chambers or loaded guns,
    then you will find—it's your own affair—
    but… you've given your heart to a dog to tear.

    when the body that lived at your single will,
    with its whimper of welcome, is stilled (how still!).
    when the spirit that answered your every mood
    is gone—wherever it goes—for good,
    you will discover how much you care,
    and will give your heart to a dog to tear.

    we've sorrow enough in the natural way,
    when it comes to burying christian clay.
    our loves are not given, but only lent,
    at compound interest of cent per cent.
    though it is not always the case, i believe,
    that the longer we've kept 'em, the more do we grieve:
    for, when debts are payable, right or wrong,
    a short-time loan is as bad as a long—
    so why in—heaven (before we are there)
    should we give our hearts to a dog to tear?''

  • dog

    lawrence ferlinghetti'nin bir köpeğin gözüyle insan yaşamını gözlemlediği şiiri.

    ''the dog trots freely in the street
    and sees reality
    and the things he sees
    are bigger than himself
    and the things he sees
    are his reality
    drunks in doorways
    moons on trees
    the dog trots freely thru the street
    and the things he sees
    are smaller than himself
    fish on newsprint
    ants in holes
    chickens in chinatown windows
    their heads a block away
    the dog trots freely in the street
    and the things he smells
    smell something like himself
    the dog trots freely in the street
    past puddles and babies
    cats and cigars
    poolrooms and policemen
    he doesn't hate cops
    he merely has no use for them
    and he goes past them
    and past the dead cows hung up whole
    in front of the san francisco meat market
    he would rather eat a tender cow
    than a tough policeman
    though either might do
    and he goes past the romeo ravioli factory
    and past coit's tower
    and past congressman doyle
    he's afraid of coit's tower
    but he's not afraid of congressman doyle
    although what he hears is very discouraging
    very depressing
    very absurd
    to a sad young dog like himself
    to a serious dog like himself
    but he has his own free world to live in
    his own fleas to eat
    he will not be muzzled
    congressman doyle is just another
    fire hydrant
    to him
    the dog trots freely in the street
    and has his own dog's life to live
    and to think about
    and to reflect upon
    touching and tasting and testing everything
    investigating everything
    without benefit of perjury
    a real realist
    with a real tale to tell
    and a real tail to tell it with
    a real live
    barking
    democratic dog
    engaged in real
    free enterprise
    with something to say
    about ontology
    something to say
    about reality
    and how to see it
    and how to hear it
    with his head cocked sideways
    at streetcorners
    as if he is just about to have
    his picture taken
    for victor records
    listening for
    his master's voice
    and looking
    like a living questionmark
    into the
    great gramaphone
    of puzzling existence
    with its wondrous hollow horn
    which always seems
    just about to spout forth
    some victorious answer
    to everything''

    kaynak: poetry foundaiton, "dog" from a coney ısland of the mind: poem, 1958

  • if

    henüz biraz önce okuduğum/keşfettiğim rudyard kipling'in hoş bir şiiri. şahsen çocuğum/torunum olsa düzenli olarak ateş başında bir bilge kadın edasıyla okurdum. şuranın dosyalar kısmından orijinal gazete küpürüne bakabilirsiniz. bülent ecevit çevirisiyle:

    ''gün ışığında

    adam olmak

    çevrende herkes kendini kaybeder
    bunun da suçunu sana yüklerken
    sen kendine hâkim olursan eğer,
    bütün âlem senden şüphe ederken
    hem yer bırakır o şüphelere
    hem kendine inanabilirsen;
    bekliyebilirsen usanmadan,
    yalanla karşılamazsan yalanları,
    kendini evliya sanmadan
    affedebilirsen kin tutanları;

    hayale kapılmadan hayal kurabilir,
    kendini aldatmadan düşünebilirsen eğer;
    zafer ve bozgun, bu iki yalancı,
    ikisi de gözünde bulmazsa değer;
    sözlerini evirip çevirenler
    sana tuzak kurarken aklınca
    gülüp geçebilirsen bunlara sen;
    ömür verdiğin işler yıkılınca
    işlere yeniden koyulabilirsen;

    döküp ortaya varını yoğunu
    bir yazı-turada kaybetsen bile,
    kayıplarını dolamaksızın dile
    baştan tutabilirsen yolunu;
    yüreğine 'dayan' diyecek
    azimden başka şeyin olmasa da sen
    takıp dişini tırnağına
    sonuna kadar dayanabilirsen;

    halkla kaynaşıp asil kalabilir,
    kırallarla dolaşıp alçak gönüllü olabilirsen;
    ne düşman ne dost incitemezse seni,
    ne küçümser ne büyültürsen hemcinsini;
    ve bilirsen her dakkanın değeri
    ne kadar yol, ne kadar emektir,
    senindir bütün dünya ve nimetleri,
    üstelik, oğlum, adam oldun demektir.''

    kaynak: "adam olmak ," bülent ecevit yazıları 1950-1961, 9 nisan 2023

  • !yazarlardan güzel şarkı önerileri

  • !yazarlardan güzel şarkı önerileri

  • tool band

    dünya üzerinde gelmiş geçmiş en iyi aktif progresif metal grubudur, muhteşemin ötesinde 'i am the beyonder' diye bağırmaktadır. amerika los angeles kökenlidirler ve 1990 yılında kurulmuştur. solistleri maynard james keenan, gitaristleri adam jones, bateristleri danny carey ve yakın dönemde dahil olmuş eski basçıları paul d'amour'ın yerine geçen justin chancellor'dan oluşmaktadırlar. 4 grammy ödülü kazanmışlardır ve bugün hala zirvelerde gezmektedirler.

    kişisel yorumum, müzik türleri öyledir ki kendinizden geçersiniz. bu nedenle bazen psychedelic rock, progresif rock ve art rock'la iç içe girmektedir. müzik videoları bir ayrı kafa yapan bu grubu anında sevmek biraz zordur. uçmaktadırlar, frekanslarına girmeniz gerekir. ben henüz orta okuldayken schism şarkısıyla tanımıştım ve her yaşımda bir tık daha alıştım. bir nevi kanına karışıyor insanın, parmak uçlarınızda hissediyorsunuz notaları. ruhunuzun yükseleceği garantisini vermek isterim. meditasyonu fiziki bir pozisyonda yapmasanız da tool size meditasyonun yoğun bir halini sağlayacaktır ve yeri geldiğinde öfkenizi ortaya çıkaracaktır. zaten tonlarına geçmeden sözleri ve albüm kapaklarından neyin ne olduğunu anlarsınız, size göreyse çoktan o freakansın çemberi içindesinizdir. etnik ve spiritüel elementler akmaktadır, bundan ötürü açıkçası tool'u pek bir türe kendim sığdıramıyorum.

    müzik videolarını da meşhur birkaç filmin special effect'lerinde bulunmuş gitaristleri adam jones yapmaktadır.

    her üyenin spiritüel meselelerle alakası tartışılamaz. özellikle maynard abimiz bambaşkadır. kendisinin sesini a perfect circle ya da puscifer grubundan hatırlayabilirsiniz. özellikle perfect circle'ın the beatles - imagine cover'ıyla. bir de rage agaisnt the machine - know your enemy'nin arasında bir partı bulunmaktadır.

    ilginç olan konserlerinde mynard yüzünü göstermez ve yanılmıyorsam hiçbir şekilde kayıt alınmamalıdır. maynard'a girmeyeyim şimdi ona ayrı bir başlık açmak şart. (bkz: maynard james keenan) fu dalu'nun onlar hakkında daha bilgili olduğuna inanarak sahneyi ona bırakmak istiyorum.

    toplam 5 stüdyo albümleri bulunuyor ve her bir şarkı ne kadar uzun olursa olsun inanın değecektir. bas genellikle öndedir, bu yüzden sanırım bir iç titreşime de sebep olabilir. kafanızı düz tutamazsınız çünkü düzenli olarak eşlik etmekle meşguldür. amanın çok seviyorum.

    diskografi:
    undertow 1993
    aenima 1996
    lateralus 2001
    10.000 days 2006
    fear inoculum 2019

    yerimde duramıyorum ki dinlerken albüm çıkarsınlar ama fear inoculum'dan sonra en son geçen yıl opiate1'in devamı olan opiate2 şarkısını single olarak çıkardılar. olsun olsun o da yeter şu anlık. şarkının kendisi zaten resmen bir albüm niteliğinde olduğundan pek de albüm aramıyorsunuz.

    not: metal tişörtlerimi eleyeli çok olsa da tool tişörtümü hala gururla giymekteyim ve hayatımda bir kez tool konserine gitmek ölmeden önce yapılacaklar listemde ilk 5'tedir.

  • a sick rose

    william blake'in şiiridir. illüstre edilmiş kitabı ''songs of innocence and of experience'' (1789) 36. resimli sayfasında daha sonra şiirin birinci dizesi olacak giriş cümlesi, ilk defa ön söz olarak yayınlanmıştır. 1789'dan bir süre sonra yazılmış bu şiir, aynı kitaba yeni şiirler eklenip 1794'te yayınlanan 'songs of innocence and of experience shewing the two contrary states of the human soul' kitabının bir parçasıdır.

    ''o rose thou art sick.
    the invisible worm,
    that flies in the night
    ın the howling storm:

    has found out thy bed
    of crimson joy:
    and his dark secret love
    does thy life destroy.''

    bolca alegori kullanılan bu şiirde cinsel özgürlük, karanlık bir arzu ve bir kadının bekaretini kaybetmesi gibi temalar mevcuttur. bir nevi bilmece gibidir. şöyle 1826'dan bir el-yapımı illüstrasyonu

    not: türkçe çevirisini internette pek beğenmediğim için daha sonrasında bir yayın evinden koyarım diyerekten geçiyorum. eğer ki varsa hoş bulduğunuz çevirisi, paylaşınız.

    görsel kaynak: hand-coloured print, issued c.1826. a copy held by the fitzwilliam museum, cambridge

  • persona non grata

    2011 cannes festivali'nin organizatörleri tarafından ''siyasi doğruluk tartışmayı öldürür'' diyen lars von trier hakkında kullanılmıştır. bir daha 7 yıl sonra festivale katılmıştır. şu röportajda söylediklerinden ötürüdür.

    sonrasında yaptığı bir açıklama

  • rose is a rose is a rose is a rose

    gertrude stein tarafından yazılmış bir dize. dikkat çekici bir şekilde tekrarlanma kullanır. 1913'te yazdığı sacred emily şiirinin bir parçasıdır.

    ''rose is a rose is a rose is a rose
    loveliness extreme.
    extra gaiters,
    loveliness extreme.
    sweetest ice-cream.
    pages ages page ages page ages.''

    kendisine ne anlam ifade ettiği sorulduğunda, homeros ve chaucer zamanında ''şair bir şeyin ismini kullanırdı ve o şey gerçekten oradaydı.'' diyerek zamanla belleklerde bu 'şeylerin' kimliğini kaybettiğini düşünen stein, bu ifade ediş şeklini geri getirmek istemiş. ''bence o dizede yüzyılda ilk kez ingiliz şiirinde gül kırmızıdır.'' demiştir. ben şahsen cesur bir hareket olduğunu düşünüyorum çünkü tekrarlama başlı başına okuyucuya efor sarfettiren bir stildir. bir yandan da stein'in kullanımıyla basitleştirmek, ki burada kastım ne ise o olduğunu vermek, ve güçlüce vurgulanmak için kullanıldığından dönemine epeyce uygun bir hareket olduğunu da düşündüğümü belirtmek isterim.

    kendi hocamın eklemesiyle bu ayrıca bir aforizmadır ve sonrasında çokça kullanılan bir alıntı haline gelmiştir. gertrude stein'in kendisi bu dizeyi mektup başlığı olarak kullanmıştır. romantiklere dikkat çeker, bu akıma bir cevaptır ve robert burns'ün bir şiirine referansı vardır. aşkın kırmızı bir gülle ilişkilendirilmesi üzerine. bu şiir de çok büyük ihtimalle ''a red, red rose'' idir. ilk kıtası şöyle başlar:

    ''o my luve is like a red, red rose
    that's newly sprung in june;
    o my luve is like the melody
    that's sweetly played in tune.''

    aklıma da william blake'in ''a sick rose'' şiirini getirir. bilindiği üzere romantikler sembollere/alegorilere ve metaforlara çokça düşkündürler. ''a sick rose'' şiirinde de cinsel bir tema mevcuttur ve bir kadının bekaretini kaybetmesini, kadın/erkek dengesiyle tutkunun karanlığı anlatılır.

    gertrude stein sonrasında gül tekrarlamasını çokça kullanmıştır. bir alıntıyla* göre bunlar şöyledir:

    - do we suppose that all she knows is that a rose is a rose is a rose is a rose. (operas and plays)
    - ... she would carve on the tree rose is a rose is a rose is a rose is a rose until it went all the way around. (the world is round)
    - a rose tree may be a rose tree may be a rosy rose tree if watered. (alphabets and birthdays)
    - ındeed a rose is a rose makes a pretty plate. (stanzas in meditation)

    ikinci alıntıya göre sheakspeare'in literatüründe juliet romeo'ya "what's in a name? that which we call a rose / by any other name would smell as sweet…" der. sonrasında halk hafızasında yanlış bir alıntı olarak "a rose by any other name would smell as sweet." kalır. burada da juliet, isim isimdir ve arkasında hiçbir anlamı olmayan bir gelenek olduğunu söyler. aşkını itiraf edip ona, kendi ismini ve ailesinin ismini değil ''montague'' adını taşıyan/arkasındaki kişiyi sevdiğini anlatmaktadır.

    gertrude stein'in açıklamasıyla farklı olsa da burada anlatılmaya çalışan şey de benzer bir mizaca sahipitir.

    mektup başlığının resmi de şöyledir

    kaynakça:
    *the phrase finder, uk, gary martin
    what's in a name? - door sheakspeare
    studysmart - a red, red rose by robert burns
    profflowers - rose is a rose is a rose is a poem - flowers in poetry

  • !eşcinsel olmayanların gözünde eşcinsellik

    gözlemimce fantezilerin ve eşcinsel olmayan insanların deneyimlemeyeceğini düşündüğü bir tecrübe olduğundan bir merak ve espiri konusu olur. şaşırtıcı değildir çünkü heteroseksüel örneklerin kalıplarıyla iç içe yaşıyoruz. peşinden absürd ya da arkasında merak bulunduğunu düşündüğüm yargılar getirir.

    genellikle erkeklerin lezbiyen ilişkilerde bir tarafın muhakkak maskülen rolü üstleneceği gibi bir algısı bulunur. bu tarz ilişki örneklerinde, cinsel yöneliminden ziyade maskülen rolü biçilen bireyin cinsiyetiyle ilişkisinden kaynaklıdır. bir de hemcinslerinin eşcinselliği gurur meselesidir. bir karşılaştırma yapılması dokunur. bazıları tarafından çoğu zaman eşcinseller 'erkek' olarak görülmezler.

    hatta çoğu kişi panseksüellerle, biseksüellerle ya da gender-fluid insanlarla karşılaştığında afallarlar çünkü tahmin etmekte zorlanırlar. biseksüel erkekler gay değildir ya da biseksüel kadınlar heteroseksüeldir gibi yanılgılar da izler bunu.

    bir de daha da cinsel yaşama girildiğinde kimin dominant olduğu ya da maskülen olanın kesin dominant bir karakter olduğuyla ilgili varsayımlarda bulunulur, muhabbetler edilir. halbuki bu varsayım çoğunlukla heteroseksüel ilişkilerde yapılmaz ve erkeğin dominant ve yönlendirici karaktere sahip olduğu düşünülür. bunun da ötesinde, lezbiyenlerin aslında heteroseksüel olduğu, doğru kişiyle tanışmadığından 'düzeltilebilecek' olduklarını düşünen insanlar da (ben mankafa demeyi kişisel olarak tercih ediyorum) mevcuttur.

    son örnekten bağımsız olarak, erkeklerde bu durum fanteziyi erotik videolarla tamamlar, en sondaki açıklamamla da aydınlanır diye düşünüyorum.

    kadınlarda ise bu durum eşcinsel bir erkekle karşılaştıklarında hemen stereotipik yakın arkadaş edineceği düşüncesiyle gerçekleşir. özellikle de erkeklerin maskülen taraf aramasıyla aynı şekilde gerçekleşmese de gerçekten feminen davrandıklarını düşündükleri bireyler üzerinden bu böyledir. daha sosyal başlar bu süreç.

    maskülen olduklarını düşündükleri kişiler gay değildir gözlerde, şaşırma konusudur. ve evet, kadınlarda da bu bir fantezi şeklinde gerçekleşebilir.

    detaylı bir konu olsa da japonya'da çıkmış yaoi/shounen ai adında bir manga türü vardır ki sadece 'genellikle' erkek erkeğe ilişkilerin anlatıldığı mangalardır ve en büyük okuyucu kitlesi kadınlardır. bu tür 80'lerden beri vardır. bir başka versiyonu da yine 'genellikle' kadınların ilişkisini anlatan yuri/shojo ai mangalardır.
    (genellikle dememin nedeni bazen bu cinsiyetlerin değişmesinden ve çoğalmasındandır)

    okuduğum bir makaleye göre kadınların yaoi okumalarının nedeni gündelik hayatlarındaki 'kadınlık' görevlerini ve benliklerini bir süreliğine kenara ayırıp erkeklerin gözünden başka bir dünyada zaman geçirmeleriyle alakalıydı. çünkü bu mangalarda da çoğunlukla iki taraftan biri muhakkak daha feminen çizilir ve daha duygusaldır. en azından geleneksel eski mangalar için bu söylenebilir.

    erkekler, kadınların gözlerinde idealize edilmiş versiyonları şeklinde yer alır. bu aynı 'kadınlar tarafından yazılmış' erkek roman karakterleriyle eştir. bu da kadınların kendilerine bu dinamikte bir yer bulmaları için imkan sunar.

    peki burada aynı sorgulamayı erkekler için de yapmalıyım. lezbiyen ilişkilerde maskülen bir rol aramaları süregelmiş heteroseksüel dinamiğin iziyle kendilerine bir yer aramak mıdır? farklı olduğunu düşünmüyorum.

    aynı zamanda kafalarda bir erkek ve kadının arkadaş olamayacağı o kadar kesindir ki (bunun için artı bir tartışmayı başka görüşleri duymak adına açmayı çok isterim) (bkz: !kadın ve erkek arkadaş olabilir mi?) bir kadının kendinden hoşlanmayacağını öğrendiği bir erkeği hemen yakın arkadaş edinmesi ya da bir erkeğin ondan hoşlanmayacağını bildiği bir kadınla yine arkadaş olması kaçınılmaz gözükmektedir.

    ayrıca biz insanların insan ilişkilerine burnumuzu sokup cinsel ilişkilerdeki dinamiklerine kadar inmemizden kaynaklanan bir hatadır eşcinsel olmayanların gözünde canlanan eşcinsellik portresi.

    kalıplaştırmak cinsel keşifteki insanların, çoğunlukla ergenlerin yolculuğunu ve deneyimlerini kötü etkiler, üstüne üstelik bu kalıplarla yaşadığımız toplumda kimliklerine bir de biz sorgu damgası vurmuş oluruz.

    not: son dönemde kavramların türeyişi/esneyişinden ve ifade etmenin yaygınlığından çoğu kişi bahsettiğim mangaları bilmekte ve muhakkak haberdar olmaktadır. her ne kadar porno edüstrisindeki ya da 'hentai' manga/animeler gibi off-limit konular içeren, kalıplaştıran mangalar bulunsa da ayrıyeten cinsiyet biçilmemiş roller de mevcut olup biçilse bile aynı heteroseksüel ilişkinin olduğu bir romanın mangalaştırılması gibi çokça kaliteli yerlerde mangalar bulunmaktadır.
    ben şahsen bunların yaygınlaştırılması ve desteklenmesi taraftarıyım. (ama netflix ya da spor ayakkabı markaları gibi onur ayında bunu reklamlaştırmak ya da queer-baiting aşk hikayeleri yaratıp desteklediğini söyleyerek ya da sadece eşcinsel olmayıp okuyan kesime hitaben değil.)

    güzel olduğunu düşündüğüm bir örnek: güney kore'de manga, manhwa'dır ve kendilerine özgü manga panellerinden daha farklı webtoon adlı eserleri bulunmaktadır. aynı zamanda uygulamasından da ismini alan bu manhwaların, yayınlandıkları webtoon gibi site ve uygulamalarda çokça lgbtq+ içeriği bulundurmaktadır. okuyucuları da bu bağlamda çokça çeşitlidir. (bkz: digital art'ın yükselişi) ile birlikte de muhteşem bir sanat ağına dönüşür. çünkü orijinal webtoonların dışında okuyucular da yapabiliyorsa kendi eserlerini yükleyebilmektedirler.

    not: sunulan eleştirilerin hiçbiri 'tüm' eşcinsel olmayan erkek ve kadınlar için değildir. spesifik olarak heteroseksüellik üzerinden incelenmiştir. herhangi bir kelime karışıklığı yaşandıysa lütfen uyarın.

  • !sanat hakkında bir takım cevaplar

    (bkz: !mabonwaltz adlı yazara sorular) üzerine ayrı bir başlıkta toplayayım dedim.

    bir insan hangi noktada kendini tanımlaması istendiğinde "sanatçı" der?

    bana kalırsa kendine sanatçı demek, en azından henüz üretimde bulunan biri için epeyce alçakgönüllü şekilde söylenen bir başlıktır. bu yüzden bu soruların şu anda öyle birinin gözünden cevaplandığını ve epeyce de kişisel olduğunu belirtmek isterim.

    kendini sunmak istediğinde, eğer ki bir iş yapılacaksa gelen bir özgüvenle kullanılır. onun dışında uzunca bir sorgulama ve onaylanma talep eder bu cümleyi kurmak. en azından benim gibiler için. ne meslek yapıyorsun gibi de değildir bu soru. sohbet arasında çok rahat söylense de ''sanatçıyım abi ben'' iş gerçekten sanatçı olup olmadığına geldiğinde kendi işini ne kadar onayladığınla alakalıdır zanımca. bu cümleyi o anda bile biraz çekimser kurar, kendi inanmıyordur çünkü yeterli olduğuna.

    bu onaylama da keza çoğu zaman sanatçılarda gerçekleşmez. aksi takdirde bir sonraki eseri için gelen ilhamı ortaya koyma alanı zor yakalanır. onun için bir tutam tatminiyetsizliğe ihtiyaç duyar. tamamlanmayan bir yoldur onun yolu. bundan ötürü kendi gözünde belki hiçbir zaman yüzde yüz sanatçı olmayacaktır. çoğu zaman bence bu tanım dışarıdan verilen bir başlıktır. sorsanız size 'artist' ya da 'sanatçı' kelimelerini kullanmadan yaptığı sanatı binlerce kelimeyle ve saatlerce anlatır.

    bir sanatçı, tümel bir kavram olarak, ne yapar? onu hangi "eylem"inden tanırız?

    dünyayı hepimiz görüyoruz (ya da bazen tecrübe edilen farklı dünyalar). zibilyonlarca şekilden. üstüne üstlük bir sürü eylemle. bunlar ibadetle ya da sırf uyuyarak da olabilir. sanatçının yaptığı kendininkini somuta dökmektir, öğretmektir, göstermektir ve fark ettirmektir. evet, kesinlikle fark ettirmektir.

    kaşıyamadığınız bir nokta hayal edin bedeninizde, durup durmadık anlarda ziyaret eden kronik bir kaşıntı. sanatçı onu hisseden kişidir. ihtiyaçtır onu kaşımak. ve kaşıntı ona haz verir, kaşımak istese de gitmesinden korkar garip bir şekilde. onun için gecelerce kaşıntıyı giderecek bir kür hazırlar. bu kürleri kendisine hiç kullanmamıştır ama onu yaratmış olması delicesine bir ekstazi halidir. kendi yarasını iyileştireceğini bildiği bir kür elindedir ve yanı sıra fark ettiği şeylerle dolucasına bir bilgi birikimine sahiptir. kullanmadan geçip gider çünkü her yarattığı başka bir kaşınan noktayı getirir, yayılır da yayılır. başka insanlar ondan çok güzel yararlanır.

    bu yüzden sanat tehlikelidir de. bir başkasının yaptığı, kendi sevgisini, acılarını ve fikirlerini kattığı bir şeyi kendinize uygularsınız. yan etki edeceği ya da iyi geleceği bilinmez. ama teninizden girmiştir. yan etkiden kastım da genellikle kürün etkisinden değil sizin derinizdendir. iyi geldiğini düşünseniz bile siz başkasınızdır. hiçbir zaman o kür sizin için değildir; size bir kür olduğunu söyler, yapımını anlatır, sorunu açıklar ve çözümü gösterir. siz de bir sanatçı iseniz oluşan yan etkinin hissiyle yeni bir kür oluşturacaksınızdır; size uyacak ve hiçbir zaman kullanmayacağınız yeni bir kür. birikimdir bu.

    sanatçı, bu kaşıntıyı başka bir sanatçıya ya da halka gösterendir. sanatçı olan da olmayan da bu hiç gitmeyen kaşıntının bir sürü sanatçı üzerinden varlığını, çözümlerini ve sorunlarını görür. ve bu açılar yeni kürler doğurtur, yeni umutlar ve yaklaşımlar. bazen zehirler doğurur istemeden bazen de kaybolmuş yollar getirir. atom bombasına da sanat diyen vardır ya da tanrının yarattıklarına da. bu bitmeyen noktalar ve kürlerin fark edişlerinden ötürü sanat toplum içindir ya. sanatçı toplumda tanrılardan farksızdır; yaratır, bozar ve yok eder. belki de öyledir ki, tanrı ya da evren, bir yaratıcının ya da oluşumun eserine özenirler onlar da. onun/onların kürüne :) buradan da üçüncü soruya cevap vermiş bulunuyorum.

    sanat sanat için mi, toplum için midir?

    her ne kadar sanatçı aşırı bireysel bir şey üzerinden sanatını gerçekleştiriyor olsa bile dünyanın öteki tarafında tamamen başka bir deneyim yaşayan biri empati kurabilir değil mi? ve her şeyden; atılan herhangi bir damla boya, bir nota ya da nokta duygusuz ya da düşüncesiz atılamaz. sanat eğer insansa ve canlıysa bu denli, yapılan iş sanat içindir. bu nedenle hem de toplum içindir diyerek anlatabiliriz.

    (bunları tüm hayvanlar alemini dışarıda tutarak söyledim. sanatın zanaat ile buluştuğu yerdeler diyerekten yaptıkları işler)

    sanatçı'yı geri kalan her şeyden ayıran şey nedir?) birden çok ise listeler misiniz?

    aşırı duygu patlamaları, durduralamaz hayal gücü (tamamen asla olumlu gerçekleşmez bu özellik), genellikle depresyonla gelen herhangi bir mental hastalık. bu kulağa çok acımasız gelebilir ama öyle. müthiş bir gözlem ve empati yeteneği. üstüne üstelik aşkı romantik aşktan ayıran gündelik detaylar ile kötüyü evrensel kötüden ayıran basit gündelik detayların çatışması. kalp sızısını damarlarında hissedip bunu birinin suratına bağırma isteği ama bunu gayet naif ya da aşırı kaotik şekilde sanatıyla yapması başlıca örneklerden olabilir.

    kendi içimde hala herkesin sanatçı olup olamayacağını düşünüyorum. eğer sanatçılık bu denli üretim isteyen bir şeyse başlık herkese verilemez, lakin sadece düşünce ve duygularıyla herkes potansiyel bir sanatçı denilebilir mi? kafamızda deli sorular…

    ''sanatçı nedir?'' böyle bir soruya son dönemde okuduğum kitaptan bir cevap vermem de hoş olabilir. güzel denk geldi;

    ''thomas mann'in dediği gibi, sanatçı gözü yaşamı mitosumsu gören bir bakışa sahiptir.'' – joseph campbell.

    sanat öldüyse, bo burnham ne? sanatçı ne?

    sanat ölmez ki :d çok yakın bir zamanda bir ressamla bu konuyu tartıştım. hatta bu başlığı burada da açıp insanların görüşlerini duymayı çok isterim. yapay zekanın gelişiminin sanatçıyı nasıl etkileyeceğini sordum ve korkup korkmadığını.

    ben distopik düşünmeye itilen bir karakter olduğumdan biraz orwell ya da huxley derecesinde senaryolarla savaşıyordum soruyu sorarken. o ise çok basit bir şekilde insan oldukça duyguların da olacağı ve yapay zekanın bunu ele geçiremeyeceğini; bu nedenle yapılan sanatın da ölmeyeceğini söyledi. bir de birikimden beslendiği kısmı var.

    neden bilmiyorum o an çok şaşırmıştım. bir endişe kırıntısı görmeyi bekliyordum ancak o çok daha soğukkanlı, hatta gayet rahat bir tavırla yanıtladı sorumu. bu nedenle diyorum ki, gelecek sorunlarla da başa çıkabilecek kadar güçlü ve olgun ama olmadığını düşünüp delirme raddesine gelen ve gününün sorunlarıyla daha çok baş etmeye yönelik hareket etmek isteyen, böyle bir soruya gülebilen insanlardır. varlığını hissettiren insanlardır, fiziksel olarak değil ruhuyla ve zaten fiziksel olarak olmadığından yansıttığı işleriyle. onu orada görürsünüz, yüzünde değil. kamerasının arkasında, fırçanın ucunda ya da tuvalin tırtıklı yüzeyinde ya da bilgisayarın başında yazısının her noktasında. (bu nedenle de edebi olmaktan kaçınmıyorum)

    6- (bkz: hürriyet nedir?)

  • mabonwaltz

    ilk açıldığında beni hem şaşırtmış hem de günümü güzelleştirmiş ve her yorumuyla içimi sımsıcacık edip yanaklarımı kıpkırmızı eden başlık. son yorumla biraz gözlerim de yaşardı. fu dalu fu dalu olalı böyle romantizm görmedi. teşekkür ederim, böyle güzel anlaşılmak/anlatılmak mutlu etti :3

    --spoiler--
    ben iyiyim, biraz ısırılıp geleceğim^^
    --spoiler--

« / 3 »