en beğenilenleri (51)

başlık listesine taşı
  • !günümüz türkiyesinde üniversite öğrencisi olmak

    merhabalar, öncelikle bu başlık online(!) ders dinlerken genel olarak yaşadığımız çağa ve sonrasında ülkemizdeki sisteme ani bir tak edişle açılmıştır. bu nesilde üniversite öğrencisi olmak, iletişimsizlik, soğutma politikaları, boktan bir eğitim sistemi ve organizasyonsuzlukla ilgilidir.

    ben üniversite öğrencisiyim ve bugün erasmus sınavına online girdim. 1500 kişi ingilizce sınavına girerken bundan yarısı kadarı diğer dillerin sınavlarına girdi. tek koşul cihazlarda herhangi bir sekme/uygulama bulunmamasıyken eminim ki birçok öğrenci, dili bileni de bilmeyeni de telefonlarından ya da sözlüklerinden yardım almıştır. biraz önce de çarşamba günü başlayacak olan vizelerime online kayıtlardan çalışıyordum. zorunluluğumuz yoktu ve
    derslere girmedik, part-time işlere girildi, hobilere sarınıldı. şimdi ise çoğumuz online kayıtları 2x'e alıp çalışıyoruz. öğretmenlerimiz muhteşem insanlar ve gerçekten birikimlerini bizlere aktarmak isteyen hevesli kişiler var içlerinde. ama bilin bakalım sorun ne?

    çok daha genelden başlayacağım, birincisi online olsa da olmasa da devlet üniversiteleri. kalabalık olduğundan öğrenci işlerinin sizinle ilgilenmesi diye bir durum maalesef söz konusu değil. sınav dönemi ölümden dönmüş olsan da bizzat hastayken getirmeni gerektiren raporlar mı desem, okulda olup biten hiçbir etkinlik ya da duyurunun yayılmaması mı desem ya da koskoca istanbul üniversitesinde mesela kalabalık denecek bir bölümden sadece bir öğrenciye erasmus imkanı verilmesi mi yoksa kendi içerisinde öğrenci kavgası olduğunda rektörlüğün içeriye polis sokması mı? (son kısma ilişkin bilgim az olsa dahi ilerleyen partlarda değineceğim, anladığınız üzere kendi deneyimim olan istanbul üniversitesi üzerinden konuşacağım. keza bu okul ülkenin en köklü okullarından biri, değil mi?) bir de erasmus konusunda hala avrupa birliğiyle anlaşma imzalanmamış olması var o bir kişi parasal durumundan elenebilir, ki bir de vizesi var ki bunun çıkar mı çıkmaz mı vize ofisinin insiyatifinde.

    ikinicisi öğrencinin bireysel ihtiyaçları. bakınız, yeme içme ya da okumayı da geçerek kyk yurtlarından yaka paça atılan, en önemlisi barınma haklarından olan öğrencilere dikkat çekmek istiyorum. ya da verilen kyk bursu; devlet üniversitesinin yemekhanesinde 2021 yılında 3.5 lira olan bir öğün yemeğin şimdi 6 lira ve özel üniversitelerde öğrenci menüsü 30'dan başlayıp öğrenci menüsü alınmazsa 50-60 lira olan bu menülere, her gün üç öğün oradan yemek zorunda olan öğrencinin ne sayfa başı 1 lira (belki şu an daha fazla) olan fotokopisine, ne kitaplarına ne de kantinde satılan yerine göre 10 liradan fazla olan karton bardaktaki kahveye yetişebilir. anadolu yakasından geçmek zorunda olan, 4 defa toplu taşıma değiştirip okula giden ya da her halükarda kullanmak zorunda olan öğrencinin iett kartının aylık 140 lira olması. 10 liralık minibüs var bir de ve hele de üniversite öğrencilerinin öğrenci parası verememe gibi bir şeyi var ki beni çok güldürür (!). ya da okul kantinindeki sandviçin 30 lira olması. finansal kısmı da böyle. çoğu öğrenciler part-time işlerde çalışıyor çünkü günlük harçlıklar yeri geldiğinde yol parasına bile yetmiyor. başka şehirde olup ailesinden ayrı yaşayan öğrenciler, eve çıkmış olanlar ya da ailesi olmadan geçinmeye çalışan öğrenciler de var. onların durumunu deneyimlemiyorum ve durup ah canım'lık yapmayacağım.
    ah canım'lık artık hiçbir boku düzeltmiyor, dişini tırnağına takıp çalışan o insanlar duyulmayı hak ediyor.

    (düzenlendi)
    bunun yanı sıra belirtmek isterim, deneyimlemediğim için tam bilemesem de özel üniversitede burslu/tam burslu olmak ayrı bir konudur. üstte verdiğim örnekteki fiyatlarla beraber özel üniversite öğrencileri de kyk almakta ve benzer sorunları yaşamaktadır. hatta burslu olsun ya da olmasın devlet üniversitesinde 6 liraya yiyebilecekken neden daha iyi şartlarda eğitim verdikleri savunulan özel üniversitelerde bu fiyat 30 ve üzeridir, her öğrencinin eşit ve makul fiyatta beslenme hakkı vardır.

    bu yazıda dediğim çoğu şey onlar için de geçerlidir. bir örnekten öğrendiğim kadarıyla ismini vermeyeceğim bir üniversitede yemek bursları verilmektedir ve yalnız belli bir sıralamaya girenler almaktadır. bu burstaki eşitsizlik de, beslenme hakkını geçerek söylüyorum, lisedeki alanlarla alakalı olup sayısallar ve sözeller daha geniş bir sıralamada yemek bursunu alabilirken dil öğrencileri için çok daha yüksek bir sıralama gerekmektedir. fiyat farkları, özel üniversitede okumaları ve burslu olmaları onların yaşadıkları eşitsizliği önemsiz kılmaz, bunlar da göz önünde bulunulmalıdır.

    pratik eğitim alması gereken öğrenciler ne laboratuvarlarda doğru düzgün çalışıyor ne stüdyolarda. bir teorik eğitim almış arkadaş ortalığı, 4 yıl boyunca son iki neslin eğitimi öyle geçiyor. sonra okuyanı değil de ortalıkta sahtekar kendine mühendis, müteahhit ve mimar diyenler dolaşıyor, biz de işte böyle krizlerde batıyoruz.

    edebiyat okuyan ben öğretmenlerime isteseler bile essay yazmakla sorumlu değilim, derse katılmak zorunda değilim. derste bana soru sorulmuyor, sorulsa da cevap veremeyecek kadar çekingen herkes ya da ödev yapmamız gerekmiyor. şiir yazmaya teşvik edilmiyorum ne de yazdığım şeyleri sunacağım bir topluluk var. en azınlıklı kalan dillerin bölüm olarak okutulduğu bu güzel üniversitede edebiyat okumama rağmen ikinci dil dersim bile yok. okula gitmeye teşvik yok, uluslararası eğitim ya da herhangi bir iletişim yok. bölümümle alakalı bir uluslararası taban da yok. ben şahsen bu bölümü severek okuyorum ve cidden bunun zorundalığında olmak isterdim eğer çözümü buysa. ilgimi kullanabileceğim bir teşvik ve imkan yok. buradan sonra yok elin adamları bunu yapıyora çok rahat girebilirim ama o noktaya gelmemize bile çok var.

    öğretmenler öğrencilerle iletişime geçmek istiyor. düşünsenize 3 saat mavi ekrana konuşuyorsun ve karşılık yok. yüz yüze olmuş sınıfa gidiyorsun 60 kişilik sınıf 10 kişi çünkü devamlılık hakkı diye bir şey yok çünkü çalışanı var, üşengeci var. bir de okula giderse bir şekilde dışarıda yemek içmek masraf olduğundan tabii evde kalmak daha ekonomik değil mi zorunda değilsek? kim yol parasına bile isteye haftanın üç günü 60 lira vermek ister örnek olarak, üstüne üstelik 2 saatlik yol gidiyorsun? arkadaşınla buluşurken bile hesap makinesi telefonda açılan ilk uygulama. evlerinde oturmaktan pandemi dönemini anımasayan gençler üstüne üstelik depremden sonra stresi 3x daha artmış durumda. mental sağlık desen herkeste bin parça.

    bölümler hiç ilgisi olmayan kişilerle dolu. kimseyi yargılamak için söylemiyorum bunu. vakti zamanında kendi istediğine göre yönlendirilmesi gerekilen gençlerin hepsi ya sayısal ya da eşit ağırlıktan yönlendiriliyor. anadolu lisesinde okudum, bilmem kaç sınıftan 2 eşit ağırlık vardı. bir dil sınıfı 10 kişi toplayıp zor açıldı ve sözel yoktu. çünkü herkes mühendis, mimar ve doktor olacak ya ondan ama bir bakıyorsun bir yıl sınavı zor yapıyorlar kimse giremiyor ve istediği bölümü kazanamıyor. bir bakıyorsun bir yıl aşırı kolay yapılmış bölümler dolup taşmış. dil okumak isteyen bir öğrencinin ailesi falan karşı çıkıyor, neymiş kasiyer mi olacakmış. hala bu devirde bölümler üzerinden saçma sapan önyargılar var. komik olan dil okuyanların sayısalcılardan daha iyi yere girmesiydi falan. üniversite dışında ilkokula ortaokula giden çocukların hiçbir şekilde üniversite ya da kayda değer herhangi bir eğitim almamış olması, ailelerinin beslenme koyarken zorlanması, üniversiteye hazırlanan gençlerin test kitaplarına yüksek miktarda para ödemek zorunda olması, online olduğu takdirde herkesin uçmuş fiyatlara sahip tablet, telefon ve bilgisayar alması gerekmesi var bir de değil mi? onları atlamayaraktan şu anda üniversiteye odaklandığımı da belirtmek isterim.

    bunun yanında şu an olağandışı bir durum söz konusu. online olmasının nedeni deprem. ailesi etkilenmişler var, teknolojik aletleri olmayanlar var, bakınız kyk yurtlarından olmuş insanların çoğu muhtemelen evlerine geri döndüler. bunun için pekala bir alternatif yaratılabilecekken ne yapıldı? hadi toptan eğitim sistemini herkes için duraklatalım. sadece online olma imkanı olanlar için online yapılabilirdi. farklı dönemlere ayrılıp düzenlenebilirdi. iki ay eğitim bu şekilde online iken henüz vize haftasından önce hibrite geçildi. vize haftasında oturacak yer bulamadığımız ana bahçe ve kütüphane bomboştu bu hafta okula gittiğimde.

    kıssadan hisse entellektüel anlamda doğru düzgün beslenemiyoruz, beslenmemize izin verilmiyor. e haliyle türkçe kitaplar 50 liranın üzerindeyken ingilizce kitapların 200/400 üzerinde olması gibi bir sorun da var. bu nedenle soluk her zaman pdf'lerde alınıyor.

    küfür ederek doldurmak istedim bazı cümleleri, gerçekten içten kalpten yapmak istedim bunu. üniversite 20'li yaşlarının başında olan gençlerin sosyal yaşamını kurduğu ufkunu geliştirdiği ve hayattaki rolünü keşfetmesine ev olmalı. zorla okuduğu bir bölüm değil, okumak isteyip de gidemediği bir yer değil. aç kaldığı bir yer hiç değil. açıklaması yüksek level eğitim ve akademik araştırmaların yapıldığı enstitü değil mi? neyin nasıl yapılması gerektiği belli bir şey olduğundan şu anlık oraya girmeyeceğim. yeterince değindim.

    en üstte bahsettiğim olay da şöyle;

    ders çıkışında koridorda yürürken kendi bölümümden iki kişi durdurdu bizi. o gün twitter'da da gördüğüm bir olay hakkında imza toplamak istiyorlardı. iletişim fakültesinin kantininde hem okuldan hem dışarıdan bir grup sanırım sadece kadınların bulunduğu bir gruba saldırıp darp etmiş. aralarından biri de yanılmıyorsam öğrenci kurulu başkanıydı bu darp edenlerin.

    anlatılana göre bu karışık grup okuldan birkaç öğrenciyi gözlerine kestirip uzun zamandır sözleriyle ve eylemleriyle taciz ediyorlarmış. nedeni de sadece lgbtq olmaları, kadın olmaları, spesifik olarak kürt ya da başka bir halktan ya da ırk/etnik kökene sahip olmalarından dediler.

    o gün bu şiddete maruz kalmış kişiler fen fakültesine giriyor ve peşlerinden bu grup da okula giriyor ve darp ediyorlar. arkalarından da polis girip şiddet gören tarafın etrafını sarıyor (muhtemelen olumsuz bir şekilde). bize imza için gelen kişiler darp raporu almak üzere hastaneye gitmiş bu arkadaşları için rektörlüğe gidecekti. yalnız bana şurası saçma geldi, birincisi rektörlüğün izni olmadan ne polis ne de o grup okula girebilir. böyle bir durumda rektöre imza götürmek daha ötesinde mimlenme dışında bir işe yaramayacaktır. ne arkadaşlarını ne de saldıran grubu tanımasam da durum bariz ve bunu atlamış olacaklarını düşünerekten onlara da söyledim. ama yapılacak şey olağanca mevzuyu duyurup imza toplamaktı muhtemelen o an.

    konu ne olursa olsun şiddet ve siyasi görüşlerin yarattığı bir tehlike mevcut bir de. anlattıklarım üzerinden epeyi geçti ve bir şeyleri atlamış olabilirim. sadece söylemeye çalıştığım kendi içimizde bile güvende olmadığımız. oradaki öğrencilerden birinin dediği cümle şuydu 'yolda yürürken saçınız renkli olduğu ya da kadın olduğunuz için de şiddete maruz kalabilirsiniz' dile getirince kulağa saçma gelen bu cümlenin doğruluğuna inanın ben de inanmak istemiyorum.

    çok şükür ki bizzat deneyimlemedim ama bu konuşmadığımız sürece bir potansiyeli/ihtimali ortadan kaldırmıyor. o meşhur z kuşağından biri olarak inanın bazen bizden öncekilere olan gücenmeyle daha bir kırık ve öfkeli oluyorum. bunun bu hale gelmesine izin verdiklerinden. ama gücenmek bir yere kadar tabii. geçmişi geri alamayacaksak hem izin verenlere göstermek hem de bir şeyleri değiştirmek adına iş başa düştü dememiz yersiz olmaz herhalde. bu bazılarına mızmızlanma olarak geldiyse de bunun için üzgün değilim. mesela orta yaşlı insanların gözünden bu konuların kaçtığını çok gördüm, sizden artık geçtiğini düşünüyorsanız da üzgün değilim. ne yapmalı ne yapmalı, bir şey yapılmalı.

  • hürriyet nedir?

    (temiz hissettiren..) rüzgar hürriyettir. gülmek hürriyettir. çıplak ayaklarının soğuk ve ıslak toprağa bastığında, olan tüm düşüncelerinin gittiği o kısacık saniye pür hürriyettir.

    müziğin vurduğu bam telin ruhunu arşa çıkardığı o bir anlık his hürriyettir. kanının sinirden kaynatıp gözlerinin değişim hissiyle kaynadığı an gerçekten hür olduğunu fark ettiğin andır.

    kısacası seni andan alıp 'o ana' fark ettiren her saniye hürriyettir. şarap içtiğinde ağzından kontrolsüz dökülen her kelime seni ona iter ve yaşadığın dalgınlıkla eğer o anın hiç bitmemesini istiyorsan bu da hürriyet özlemidir.

    bir kaynak yok, illa da olacaksa hür bir bireyin hür kaynağı.

  • ben erkek değilim

    beat kuşağı şairlerinden harold norse'un 1967 yılında san francisco'da yazdığı çağını tokatlayan bir şiirdir.

    ''ben erkek değilim.
    aile geçindiremem, yeni şeyler alamam onlara.
    sivilcelerim ve küçük bir de çüküm var.
    ben erkek değilim.
    futbolu, boksu ve arabaları sevmem.
    duygularımı ifade etmeyi severim.
    hatta kollarımı arkadaşımın boynuna dolamayı.
    ben erkek değilim.
    bana verilen rolü oynamayacağım - madison avenue, playboy' , hollywood ve oliver cromwell'in yarattığı o rolü.
    ben erkek değilim.
    bir sincabı öldürdüğüm gün bir daha öldürmeyeceğime yemin ettim.
    et yemeyi bıraktım.
    kan midemi bulandırır.
    çiçekleri severim.
    ben erkek değilim. askere alınmaya karşı çıktığımdan hapse düştüm.
    gerçek erkekler beni dövüp bana ibne dediklerinde kavgaya karışmam. şiddetten hoşlanmam.
    ben erkek değilim. bir kadına tecavüz etmedim hiç. siyahlardan nefret etmiyorum. bayrak dalgalandığında duygusallaşmıyorum. amerika'yı sevmem ya da terk etmem gerektiğini düşünmüyorum. bunun gülünç bir şey olduğunu düşünüyorum.
    ben erkek değilim. hiç frengi olmadım.
    ben erkek değilim. en sevdiğim dergi playboy değil.
    ben erkek değilim. mutsuz olduğum zaman ağlarım.
    ben erkek değilim. kendimi kadınlardan üstün görmem.
    ben erkek değilim. kasık-desteği giymiyorum.
    ben erkek değilim. şiir yazıyorum.
    ben erkek değilim. barış ve sevgi için meditasyon yapıyorum.
    ben erkek değilim. seni yok etmek istemiyorum.''

    cavit mukaddes'in çeviri ve yorumu olan ''homo'' kitabından bir alıntı.

    'bu şiir, harold norse'ın yaşama, dünyaya karşı manifestosudur adeta.
    sözünü, derdini, direkt söyledi, dile getirdi, örtülü veya yer yer soyut alana kayması bir sorun oluşturmaz. yunan lirik dönem şairlerinden anacreon hakkında ve onun dilinden yazdığı dizelerdeki gibi:

    ''sorulduğu zaman

    şiirleri neden her zaman genç erkeklerle ilgiliydi?
    ve tanrılar hakkında değil;
    ''çünkü genç erkekler bizim tanrılarımızdır.''

    o bir zevk seven, şarap severdi.
    erkek,
    seven,
    şair.''

    not: aynı zamanda kitabın girişinde ''güle güle allen ginsberg'' adında hüzünlendirici ve tatlı bir şiir bulunmaktadır. okumanızı tavsiye ederim.
    kaynak: harold norse, ''homo'', çeviren & hazırlayan cavit mukaddes, sub yayınları, istanbul 2018

  • !sanat hakkında bir takım cevaplar

    (bkz: !mabonwaltz adlı yazara sorular) üzerine ayrı bir başlıkta toplayayım dedim.

    bir insan hangi noktada kendini tanımlaması istendiğinde "sanatçı" der?

    bana kalırsa kendine sanatçı demek, en azından henüz üretimde bulunan biri için epeyce alçakgönüllü şekilde söylenen bir başlıktır. bu yüzden bu soruların şu anda öyle birinin gözünden cevaplandığını ve epeyce de kişisel olduğunu belirtmek isterim.

    kendini sunmak istediğinde, eğer ki bir iş yapılacaksa gelen bir özgüvenle kullanılır. onun dışında uzunca bir sorgulama ve onaylanma talep eder bu cümleyi kurmak. en azından benim gibiler için. ne meslek yapıyorsun gibi de değildir bu soru. sohbet arasında çok rahat söylense de ''sanatçıyım abi ben'' iş gerçekten sanatçı olup olmadığına geldiğinde kendi işini ne kadar onayladığınla alakalıdır zanımca. bu cümleyi o anda bile biraz çekimser kurar, kendi inanmıyordur çünkü yeterli olduğuna.

    bu onaylama da keza çoğu zaman sanatçılarda gerçekleşmez. aksi takdirde bir sonraki eseri için gelen ilhamı ortaya koyma alanı zor yakalanır. onun için bir tutam tatminiyetsizliğe ihtiyaç duyar. tamamlanmayan bir yoldur onun yolu. bundan ötürü kendi gözünde belki hiçbir zaman yüzde yüz sanatçı olmayacaktır. çoğu zaman bence bu tanım dışarıdan verilen bir başlıktır. sorsanız size 'artist' ya da 'sanatçı' kelimelerini kullanmadan yaptığı sanatı binlerce kelimeyle ve saatlerce anlatır.

    bir sanatçı, tümel bir kavram olarak, ne yapar? onu hangi "eylem"inden tanırız?

    dünyayı hepimiz görüyoruz (ya da bazen tecrübe edilen farklı dünyalar). zibilyonlarca şekilden. üstüne üstlük bir sürü eylemle. bunlar ibadetle ya da sırf uyuyarak da olabilir. sanatçının yaptığı kendininkini somuta dökmektir, öğretmektir, göstermektir ve fark ettirmektir. evet, kesinlikle fark ettirmektir.

    kaşıyamadığınız bir nokta hayal edin bedeninizde, durup durmadık anlarda ziyaret eden kronik bir kaşıntı. sanatçı onu hisseden kişidir. ihtiyaçtır onu kaşımak. ve kaşıntı ona haz verir, kaşımak istese de gitmesinden korkar garip bir şekilde. onun için gecelerce kaşıntıyı giderecek bir kür hazırlar. bu kürleri kendisine hiç kullanmamıştır ama onu yaratmış olması delicesine bir ekstazi halidir. kendi yarasını iyileştireceğini bildiği bir kür elindedir ve yanı sıra fark ettiği şeylerle dolucasına bir bilgi birikimine sahiptir. kullanmadan geçip gider çünkü her yarattığı başka bir kaşınan noktayı getirir, yayılır da yayılır. başka insanlar ondan çok güzel yararlanır.

    bu yüzden sanat tehlikelidir de. bir başkasının yaptığı, kendi sevgisini, acılarını ve fikirlerini kattığı bir şeyi kendinize uygularsınız. yan etki edeceği ya da iyi geleceği bilinmez. ama teninizden girmiştir. yan etkiden kastım da genellikle kürün etkisinden değil sizin derinizdendir. iyi geldiğini düşünseniz bile siz başkasınızdır. hiçbir zaman o kür sizin için değildir; size bir kür olduğunu söyler, yapımını anlatır, sorunu açıklar ve çözümü gösterir. siz de bir sanatçı iseniz oluşan yan etkinin hissiyle yeni bir kür oluşturacaksınızdır; size uyacak ve hiçbir zaman kullanmayacağınız yeni bir kür. birikimdir bu.

    sanatçı, bu kaşıntıyı başka bir sanatçıya ya da halka gösterendir. sanatçı olan da olmayan da bu hiç gitmeyen kaşıntının bir sürü sanatçı üzerinden varlığını, çözümlerini ve sorunlarını görür. ve bu açılar yeni kürler doğurtur, yeni umutlar ve yaklaşımlar. bazen zehirler doğurur istemeden bazen de kaybolmuş yollar getirir. atom bombasına da sanat diyen vardır ya da tanrının yarattıklarına da. bu bitmeyen noktalar ve kürlerin fark edişlerinden ötürü sanat toplum içindir ya. sanatçı toplumda tanrılardan farksızdır; yaratır, bozar ve yok eder. belki de öyledir ki, tanrı ya da evren, bir yaratıcının ya da oluşumun eserine özenirler onlar da. onun/onların kürüne :) buradan da üçüncü soruya cevap vermiş bulunuyorum.

    sanat sanat için mi, toplum için midir?

    her ne kadar sanatçı aşırı bireysel bir şey üzerinden sanatını gerçekleştiriyor olsa bile dünyanın öteki tarafında tamamen başka bir deneyim yaşayan biri empati kurabilir değil mi? ve her şeyden; atılan herhangi bir damla boya, bir nota ya da nokta duygusuz ya da düşüncesiz atılamaz. sanat eğer insansa ve canlıysa bu denli, yapılan iş sanat içindir. bu nedenle hem de toplum içindir diyerek anlatabiliriz.

    (bunları tüm hayvanlar alemini dışarıda tutarak söyledim. sanatın zanaat ile buluştuğu yerdeler diyerekten yaptıkları işler)

    sanatçı'yı geri kalan her şeyden ayıran şey nedir?) birden çok ise listeler misiniz?

    aşırı duygu patlamaları, durduralamaz hayal gücü (tamamen asla olumlu gerçekleşmez bu özellik), genellikle depresyonla gelen herhangi bir mental hastalık. bu kulağa çok acımasız gelebilir ama öyle. müthiş bir gözlem ve empati yeteneği. üstüne üstelik aşkı romantik aşktan ayıran gündelik detaylar ile kötüyü evrensel kötüden ayıran basit gündelik detayların çatışması. kalp sızısını damarlarında hissedip bunu birinin suratına bağırma isteği ama bunu gayet naif ya da aşırı kaotik şekilde sanatıyla yapması başlıca örneklerden olabilir.

    kendi içimde hala herkesin sanatçı olup olamayacağını düşünüyorum. eğer sanatçılık bu denli üretim isteyen bir şeyse başlık herkese verilemez, lakin sadece düşünce ve duygularıyla herkes potansiyel bir sanatçı denilebilir mi? kafamızda deli sorular…

    ''sanatçı nedir?'' böyle bir soruya son dönemde okuduğum kitaptan bir cevap vermem de hoş olabilir. güzel denk geldi;

    ''thomas mann'in dediği gibi, sanatçı gözü yaşamı mitosumsu gören bir bakışa sahiptir.'' – joseph campbell.

    sanat öldüyse, bo burnham ne? sanatçı ne?

    sanat ölmez ki :d çok yakın bir zamanda bir ressamla bu konuyu tartıştım. hatta bu başlığı burada da açıp insanların görüşlerini duymayı çok isterim. yapay zekanın gelişiminin sanatçıyı nasıl etkileyeceğini sordum ve korkup korkmadığını.

    ben distopik düşünmeye itilen bir karakter olduğumdan biraz orwell ya da huxley derecesinde senaryolarla savaşıyordum soruyu sorarken. o ise çok basit bir şekilde insan oldukça duyguların da olacağı ve yapay zekanın bunu ele geçiremeyeceğini; bu nedenle yapılan sanatın da ölmeyeceğini söyledi. bir de birikimden beslendiği kısmı var.

    neden bilmiyorum o an çok şaşırmıştım. bir endişe kırıntısı görmeyi bekliyordum ancak o çok daha soğukkanlı, hatta gayet rahat bir tavırla yanıtladı sorumu. bu nedenle diyorum ki, gelecek sorunlarla da başa çıkabilecek kadar güçlü ve olgun ama olmadığını düşünüp delirme raddesine gelen ve gününün sorunlarıyla daha çok baş etmeye yönelik hareket etmek isteyen, böyle bir soruya gülebilen insanlardır. varlığını hissettiren insanlardır, fiziksel olarak değil ruhuyla ve zaten fiziksel olarak olmadığından yansıttığı işleriyle. onu orada görürsünüz, yüzünde değil. kamerasının arkasında, fırçanın ucunda ya da tuvalin tırtıklı yüzeyinde ya da bilgisayarın başında yazısının her noktasında. (bu nedenle de edebi olmaktan kaçınmıyorum)

    6- (bkz: hürriyet nedir?)

  • innuendo

    ima, kinaye, dokundurma, olumsuz ya da cinsel bir şey önererek imada bulunmak anlamında kullanılan telafuzunu ve yazımını hoş bulduğum ingilizce sözcük.

    ''-e doğru'' anlamına gelen klasik latince ''in'' ve ''kafa sallamak (işaret)'' anlamına gelen ''nuere'' kelimesinin birleşimi olan ''işaret ederek çağırmak, kafa sallamak'' anlamlı ''innuere'' kelimesinden gelmektedir. ortaçağ latincesinde ''ip ucu vermek, üstü kapalı söylemek'' anlamında kullanılmış ve ortaçağ resmi evraklarında ''demek ki, yani, bir başka deyişle/ifadeyle'' kelime anlamı kazandırılmış ve kullanılmıştır. 17. yüzyılda aynı kullanımla sadece daha dolaylı olarak ingilizceye geçmiştir. sonrasında da aşağılayıcı ve olumsuz anlamda kullanımı baskın gelmiştir.

    kaynak: cambridge, oxford, mirriam webster

  • rose is a rose is a rose is a rose

    gertrude stein tarafından yazılmış bir dize. dikkat çekici bir şekilde tekrarlanma kullanır. 1913'te yazdığı sacred emily şiirinin bir parçasıdır.

    ''rose is a rose is a rose is a rose
    loveliness extreme.
    extra gaiters,
    loveliness extreme.
    sweetest ice-cream.
    pages ages page ages page ages.''

    kendisine ne anlam ifade ettiği sorulduğunda, homeros ve chaucer zamanında ''şair bir şeyin ismini kullanırdı ve o şey gerçekten oradaydı.'' diyerek zamanla belleklerde bu 'şeylerin' kimliğini kaybettiğini düşünen stein, bu ifade ediş şeklini geri getirmek istemiş. ''bence o dizede yüzyılda ilk kez ingiliz şiirinde gül kırmızıdır.'' demiştir. ben şahsen cesur bir hareket olduğunu düşünüyorum çünkü tekrarlama başlı başına okuyucuya efor sarfettiren bir stildir. bir yandan da stein'in kullanımıyla basitleştirmek, ki burada kastım ne ise o olduğunu vermek, ve güçlüce vurgulanmak için kullanıldığından dönemine epeyce uygun bir hareket olduğunu da düşündüğümü belirtmek isterim.

    kendi hocamın eklemesiyle bu ayrıca bir aforizmadır ve sonrasında çokça kullanılan bir alıntı haline gelmiştir. gertrude stein'in kendisi bu dizeyi mektup başlığı olarak kullanmıştır. romantiklere dikkat çeker, bu akıma bir cevaptır ve robert burns'ün bir şiirine referansı vardır. aşkın kırmızı bir gülle ilişkilendirilmesi üzerine. bu şiir de çok büyük ihtimalle ''a red, red rose'' idir. ilk kıtası şöyle başlar:

    ''o my luve is like a red, red rose
    that's newly sprung in june;
    o my luve is like the melody
    that's sweetly played in tune.''

    aklıma da william blake'in ''a sick rose'' şiirini getirir. bilindiği üzere romantikler sembollere/alegorilere ve metaforlara çokça düşkündürler. ''a sick rose'' şiirinde de cinsel bir tema mevcuttur ve bir kadının bekaretini kaybetmesini, kadın/erkek dengesiyle tutkunun karanlığı anlatılır.

    gertrude stein sonrasında gül tekrarlamasını çokça kullanmıştır. bir alıntıyla* göre bunlar şöyledir:

    - do we suppose that all she knows is that a rose is a rose is a rose is a rose. (operas and plays)
    - ... she would carve on the tree rose is a rose is a rose is a rose is a rose until it went all the way around. (the world is round)
    - a rose tree may be a rose tree may be a rosy rose tree if watered. (alphabets and birthdays)
    - ındeed a rose is a rose makes a pretty plate. (stanzas in meditation)

    ikinci alıntıya göre sheakspeare'in literatüründe juliet romeo'ya "what's in a name? that which we call a rose / by any other name would smell as sweet…" der. sonrasında halk hafızasında yanlış bir alıntı olarak "a rose by any other name would smell as sweet." kalır. burada da juliet, isim isimdir ve arkasında hiçbir anlamı olmayan bir gelenek olduğunu söyler. aşkını itiraf edip ona, kendi ismini ve ailesinin ismini değil ''montague'' adını taşıyan/arkasındaki kişiyi sevdiğini anlatmaktadır.

    gertrude stein'in açıklamasıyla farklı olsa da burada anlatılmaya çalışan şey de benzer bir mizaca sahipitir.

    mektup başlığının resmi de şöyledir

    kaynakça:
    *the phrase finder, uk, gary martin
    what's in a name? - door sheakspeare
    studysmart - a red, red rose by robert burns
    profflowers - rose is a rose is a rose is a poem - flowers in poetry

  • the power of the dog

    (bkz: rudyard kipling)'in bir köpeğin hem dünya üzerindeki en büyük neşeyi bize getirebileceği hem de bir gün bu kalbi müthiş bir şekilde alıp götüreceği, yok edebileceği hakkındaki şiiri. hayatını kaybetmiş tüm köpeciklerimiz huzur içerisinde uyusun.
    özellikle geçen yıl kalbimizi kendisiyle götürmüş şebek arkadaşıma.

    bir de bir köpeğin gözünden yazılmış bir şiir için (bkz: dog)

    ''there is sorrow enough in the natural way
    from men and women to fill our day;
    and when we are certain of sorrow in store,
    why do we always arrange for more?
    brothers and sisters, i bid you beware
    of giving your heart to a dog to tear.

    buy a pup and your money will buy
    love unflinching that cannot lie—
    perfect passion and worship fed
    by a kick in the ribs or a pat on the head.
    nevertheless it is hardly fair
    to risk your heart for a dog to tear.

    when the fourteen years which nature permits
    are closing in asthma, or tumour, or fits,
    and the vet's unspoken prescription runs
    to lethal chambers or loaded guns,
    then you will find—it's your own affair—
    but… you've given your heart to a dog to tear.

    when the body that lived at your single will,
    with its whimper of welcome, is stilled (how still!).
    when the spirit that answered your every mood
    is gone—wherever it goes—for good,
    you will discover how much you care,
    and will give your heart to a dog to tear.

    we've sorrow enough in the natural way,
    when it comes to burying christian clay.
    our loves are not given, but only lent,
    at compound interest of cent per cent.
    though it is not always the case, i believe,
    that the longer we've kept 'em, the more do we grieve:
    for, when debts are payable, right or wrong,
    a short-time loan is as bad as a long—
    so why in—heaven (before we are there)
    should we give our hearts to a dog to tear?''

  • kirazın tadı

    "bütün umutlarını mı kaybettin? sabah uyandığında, hiç gökyüzüne baktın mı? şafakta, güneşin doğuşunu görmek istemez misin? gün batımında, güneşin kırmızısını ve sarısını artık daha fazla görmek istemiyor musun?"

    kirazın tadı, orijinal adıyla ta'm e guilass, 1997 iran-fransa ortak yapımlı bir abbas kiyarüstemi filmidir. başrolde badii adıyla hamoyoun ershadi bulunmakta. yayınlandığı yıl cannes festivalinde palme d'or ödülü almıştır. ayrıca criterion collection'ın da bir parçasıdır.

    --spoiler--
    badii iranlı bir adamdır ve yakında intihar edecektir. ancak intihar ettikten sonra bir miktar para karşılığında üstüne toprak atması için birini aramaktadır. kendisi hali hazırda bir kiraz ağacının altına çukurunu açmıştır ve ertesi günün sabahına planladığı intiharı için arabasıyla gezmekte, yolda gördüğü insanları gözlemleyip planını anlatmaktadır. önce kürt bir asker, daha sonrasında afganlı bir ilahiyatçıya bu konuyu açar. fakat ikisi de bu durumu reddeder. en sonunda arabasına çocuğu hasta olan ve daha önce intihar girişiminde bulunmuş bir türk tahnitçiyi alır ve bu adam badii'nin istediğini kabul eder.

    filmin aslında doğru düzgün bir senaryosu yokmuş, doğaçlama üzerinden ilerlemesi istenmiş. zaten bu nedenle, film boyunca bulunduğunuz atmosfer öyle ki, bir günü badii'yle beraber, yanında, belki arka koltukta geçiriyormuşsunuz gibi hissettiriyor.

    badii'nin bu karardaki kesinliğinin yanısıra arabaya binen üç kişide de intihar sorgulaması yapıldığını görüyoruz. kürt askerin buna cesaret edememesi, afgan ilahiyatçının dine göre sorgulaması... bizzat seçtiği kişiler paraya ihtiyacı olan kişiler idiyse de hiçbiri buna cesaret edemez. hayatlarının zorluklarında badii'nin neden bunu istediğini anlayamazlar ve zor bir yaşam sürseler de onlar bir şekilde yaşıyordur.

    türk tahnitçide ise tecrübenin konuşmasını duyuyoruz. yaşama bağlanmayı, ufak şeylerin güzelliği, umut... badii, bana kalırsa bunlardan etkilense de bir şekilde bütün film boyunca kesinliğini korumakta. ve hiçbir şekilde intihar gerekçesini de öğrenemiyoruz.

    "duygularımı anlayıp paylaşabilirsiniz, bana merhamet gösterebilirsiniz ama acımı hissedebilir misiniz? hayır. acı çekersiniz ve ben de çekerim. sizi anlarım. acımı anlayabilirsiniz ama onu hissedemezsiniz."

    araba sahnelerinde badii ve yan koltukta oturan karakterleri aynı sahnede göremeyiz, çünkü sahnede kim varsa yan koltuğunda kiyarüstemi oturuyor. minimalist uzun çekimleriyle ve arada gösterilen çalışan insanlar, çocuklar, iş arayan insanlarla bir melankolide sarıyor etrafı. melankolinin yanında yaşamın canlılığı, insanların bir şeyler uğruna çaba sarfetmesi mesajı da var elbette. bir sahnede badii'nin arabası çukura saplanıyor ve bir grup işçi hemen yardımına koşuyor. metaforik de olsa bir yardımlaşma söz konusu. iran'ın yollarında badii'nin yaşam ikilemi var.

    --spoiler--
    ancak hep bu ikilem içerisindeyiz. badii'nin planını anlatırken kurduğu iki cümle var. ilaç ile intihar edeceği için çukura toprak atılmadan önce ölüp ölmediğinin kontrol edilmesini, ölü değilse uyandırılmasını istiyor. buradaki ikilem ise badii'nin aslında ölümümü yoksa bir umuda kendisini bırakması mı olduğu. veyahut türk tahnitçi, bakari bey'in badii'nin isteğini oğlu için mi yoksa başka bir sebepten ötürü mü kabul ettiği. her ne ise, filmdeki konuşması biz seyirciler için çarpıcı bir etki bırakıyor.

    ben bu soruların ikilemden ziyade cevap olduğunu da düşünüyorum. neticesinde bir şeyi eylemek için illa ki bir nedenimiz olması gerekmiyor, en azından geçerli bir neden olması. bakari bey hem çocuğu hem de geçmiş tecrübesi için kabul etmiş olabilir ya da hali hazırda badii hem ölümü dileyip hem de umut ışığı aramakta olabilir. belki de bu yüzden bir nevi kumara bırakmış da olabilir hayatını. okuduğum bir film analizine göre, filmde bir yaş sıralaması ve zıtlık görüyoruz. genç bir asker ancak korkak, erişkin bir ilahiyatçı ancak din bilgisi zayıf, yaşlı bir tahnitçi intiharı engellemeye çalışıyor ancak belki paraya ihtiyacı var. bu yaş sıralamasında hayatın aşamaları mesajı da mevcut gibi. genç, yetişkin, yaşlı ve doğum, yaşam, ölüm. filmin sonunda ne olduğunu bilmiyoruz, badii öldü mü, bakari bey sözünü tuttu mu... alper tunga öldü mü, ıssız acun kaldı mı...

    bilseydik bakış açımız tamamen değişirdi diye düşünüyorum. film bir yolculuk ve bize verdiği birçok ders... ölseydi umutsuz mu olurduk, ölmeseydi umutlu bilemiyorum. tek bildiğim bana verdiği dersin her anlamda yolculuğun ne kadar önemli olduğu ve yolculuğun yaşam olduğu fikriydi.

    eklemeden de geçemem, görüntü ve kadrajlar çok çok güzel idi. bir kum fırtınasında sakince savrulmak gibi, her sahnede estetik bir arayış ve şiirsellik yatıyordu. nedendir bilinmez son sahneleri her ne kadar filmin geneliyle karşılaştırılamayacak olsa bile görüntülerini daha çok seviyorum. bu sefer karmaşa son buluyor, şahit olduğumuz tüm tonlar kendini sarı ve turuncunun hakimiyetinden alıp karanlığa bırakıyor. ama bu ne karamsar bir his ne de üzücü. yağmur yağıyor ve badii kararlığıyla orada gökyüzünü seyrediyor.

    kaynakça: alıntılar '1000kitap'

  • tanka nedir?

    genellikle 5 satırdan ve 31 ya da daha az heceden oluşan kısa 1200 yıldan fazla bir tarihe sahip klasik japon lirik nazım türüdür.

    "the hot water in
    the abandoned kettle
    slowly cools
    still carrying the resentment
    of colder water"

    -tada chimako

    ilk çıkışı 8. yy'da man'yoshu'nun zamanında uzun şiirleri kısa şiirlerden ayırmak için kullanılmasıyla başlamış ve bunlara 'waka' denmiş. ancak 'kokinshu' adlı waka şiirlerin bulunduğu derelemeden sonra japon edebiyatında bu şiirler popülerleşmiş ve 9.yy/10.yy arasında, başta gelen formlardan biri olmuş. aynı zamanda modern haiku'nun gelişiminde önemli bir yere sahip olan masaoka shiki, 12.yy başlarında waka'nın yenilenip modernleşmesini öne sürerek 'tanka' terimini getirmiş.

    5,7,5,7,7 veziniyle yazılan tanka'lar bazı yerlere göre ritmik bazı yerlere göre ritmik olmayan şekilde yazılıyor. bu şiirlerin başlıkları yoktur ve konuya odaklanır. bir sürü dönemde şekli ve içeriği değişmişse de hep duyguların şiiri olmuştur. haiku'ya kıyasla daha eski olan bu form, haiku'nun tersine metafor kullanır ve bir alıntıya göre doğa ile alakalı yazılan tanka'lar uzun haiku'lara benzese bile tanka'nın konusu çoğunlukla insan ilişkileri ve şairin duygu durumuyla ilgilidir. aynı yere göre en iyi tanka, yazarın duygusal hayatını dış elementlerle yansıtmasıyla oluşur.

    ''sahnenin arkasında şairin otobiyografik anı var'' - sanford goldstein

    kısa olması ve gündelik şeylerden bahsiyle yeterince duyguları benimsemediği sanılsa da bir anlığına tüm duyguları ve deneyimi içinde barındırabilir türden şiirler bunlar. karmaşıklığı şiirin ortasında, ikinci veya üçüncü satırlarda, gizli bir değişim ya da beklenmedik bağımsız olaylardan bahsetmesidir. bazen uyumu burada yakalayan tanka'lar bir arada duramayan satırlar gibi de görünse de bu analitikten ziyade sezgisel bir tür olmasındandır.

    antik dönemde waka olarak anılan tanka, iki kişinin düz yazı yerine bu formda mektuplaşmasıyla yaygındı. bu yüzden de aşıkların kullandığı bir nazım türüydü. yukarıda bahsettiğim kokinshu, kokin wakashu'nun kısaltmasıdır. bu derlemedeki 20 bölümden 5'i de aşk hakkındaki waka'ların derlemesidir. murasaki shikibu'nun the tale of genji kitabı gibi yerlerde de bu konuya değinilmiştir, lakin aristokratlar üzerinden örneği görülür (bazı yerlerde ilk roman olarak sunulur) daha sonrasında aristokratlar tarafından epey benimsenmiş olan waka, belli olaylarda insanların üstü kapalı ve imalı şekilde uygun wakaları ezbere okuması gibi bir geleneğe dönüşmüş. bir de seremoni gibi, beste ve sunumun önemli olduğu belirli durumlarda yapılan (occasional poetry) waka partileri var imiş. bir de yarışmalar. 800'lü yıllara dayanan bu yarışmalar ise ilk başta eğlence için başlamış olsa da zamanla bu şiir geleneği ciddileşerek estetik kaygısı güden derin yarışmalara dönüşmüş. ortaçağ japonya'sında da tanka bir nevi sınıf gözetmeksizin milletçe zaman geçirme aktivitesi haline bürünmüş.

    modern zamanda şairler toplanıp magazinlerde şiirlerini yayınlayıp tanka'yı canlandırana kadar, haiku'nun tarihine önemli bir bölüm olmuştur.

    meiji dönemi, 1800'lerde masaoka shiki, binlerce yıldır süre gelen kokin wakashu'nun tarzına feminen der ve man'yoshu'daki waka'ların daha erkeksi olduğunu savunarak antik şiirin belki en iyi waka ustası fujiwara no teika'dan eğitim almış olan minamoto no sanetomo adlı kamakura shogun yönetiminden üçüncü shogun'un tarzını takip eder. ve man'yoshu şeklinde waka yazar. o dönemin sonlarına doğru, yosano tekkan (mahlası yosano hiroshi) myojo adlı bir dergide birkaç şairle beraber yazar, ancak kısa ömürlü olmuştur. o zamanlar lise öğrencisi olan otoru yoi (daha sonrasında akiko yosano, aynı zamanda yosano tekkan'ın eşidir) ve ishikawa takuboku da bu dergide yazmışlardır.

    masaoka shiki'nin ölümünden sonra, taisho döneminde `mokichi saito `ve arkadaşları man'yoshu'yu metheden 1908 - 1997 yılları arasında aktif olmuş araragi adında bir edebiyat dergisi yayınlarlar. araragi modernleştirse de aynı zamanda sarayda waka gelenek olarak sürüyordu. imparator her yıl 1 ocak'ta yeni yıl ile utakai hajime adı verilen özel ya da halka açık utakai/waka okuma partileri düzenliyordu. halka açık okumalarda kendisi de bir waka yayınlıyordu.

    ikinci dünya savaşından sonra ününü yitirdi, ta ki 1980'lerde makato ooka gibi modern şairlerin bu formu canlandırıp zamanın okuyucusuna sununcaya kadar. 1987'de salad anniversary adlı en iyi satanlar koleksiyonunda şair makato ooka tanka'nın yeniden canlandırıcısı olarak isimlendirildi. bu şairin tanka'ları 20 yıldan fazla japonya'nın en ünlü dört gazetelerinden biri olan asashi shimbun'da haftanın yedi günü yayınlanmıştır.

    günümüzde hala tanka yazan şair toplulukları bulunmaktadır, hatta çoğu gazetede tanka köşesi bulunup amatör ya da profesyonel tanka şairlerinin eserleri paylaşılmaktadır. ve japon imparatorluk ailesi de her yeni yıl için tanka yazmaya devam etmektedir.

    şahsen başka işlerinden tanıdığım tereyama shuji, yukio mishima ve `chuuya nakahara `gibi yazarlar da tanka yazmışlardır. bu içerikte muhteşem bir film yönetmeni olan tereyama'dan bahsetmek gurur vericidir.

    kaynaklar:
    from the forest of eyes by tada chimako, translated by jeffrey angles.
    tanka society of america, what's tanka?
    keene, donald. a history of japanese literature: volume 1. ny: columbia university press
    beichman, janine (2002). masaoka shiki : his life and works
    sfetcu, nicolae (2014-05-12). poetry kaleidoscope
    mulhern, chieko ımrie (1994). japanese women writers: a bio-critical sourcebook
    tanka poetry defined: 3 examples of tanka poems

  • decision to leave

    ''beni sevdiğini söylediğin an, aşkın bitti. ve aşkının bittiği an, benimki başladı.''

    park chan-wook tarafından yönetilmiş, türkçesi 'ayrılma kararı' (korece: heeojil gyeolshim) olan ve 2022 yılında vizyona giren bir polisiye-dram filmidir.

    decision to leave, bir detektif ve bir cinayet dosyasındaki baş şüphelinin etrafında dönmekte. detektifimiz jang hae-joon (park hae-il) ve song seo-rae (tang wei)'nin yolları çinli göçmen olan seo-rae'nin güney koreli dağcı kocasının ölümüyle kesişir. araştırılan konu, kocasının bir cinayete mi, intihara mı yoksa kazaya mı kurban gittiğidir. tuhaf bir çekimle bu ikili beraber uzunca bir süre geçirirler, bu süreç onların karşıt konumlarına nazaran benzerliklerini ve birbirlerine bağlılıklarını ortaya çıkarır. biz de haliyle bu gidişata birinci elden şahit oluruz, çünkü filmin kullandığı dil de budur.

    yönetmenin adını intikam üçlemesi serisi sympathy for mr. vengeance (2002), old boy (2003) ve lady vengeance (2005)'dan ve sonrasında the handmaiden (2016) ya da thirst (2009) gibi filmlerden duymuş olmanız hayli yüksek. özellikle de old boy, 2004 yılında uluslararası kategoride cannes grand prix jüri ödülükü alırken; the handmaiden, 2018 yılında bafta yabancı dilde en iyi film ödülüne layık görüldü.

    park chanwook'un sadece old boy filmini izlemiş olamama rağmen takip ettiği rutin bir dil olduğu gözlemine kapıldım. sahnelerin ciddiliğinden ödün vermeksizin kullandığı absürtlük buna bir örnek olabilir. ayrıyeten hikaye için önem arz eden, bazen çok göz önünde bazense belli belirsiz detaylar. tüm hikaye boyunca birbiri içine geçen olaylar da old boy'da birbirini izliyordu, keza decision to leave'de de bu kaotik ama sakin örgüyü görmek mümkün. yanı sıra duygularla da harmanlanmış bu absürtlük, karakterlere spesifik bir rol biçiyor. aynı bir roman karakterinin ne yapacağını, kalıplaşmış düşünce yapısını ve kararlarını tahmin edebileceğiniz gibi olay örgüsü kuruldukça karakterlere dair beklentiniz artıyor. bu yüzden bu iki film, gerçeklikten uzak bir kurgu izlenimi veriyor fikrimce. e tabii hala alt tonlarındaki ufak eleştirileri atlamaksızın. misal, çinli bir kadının göçmenlik hikayesi, polislerin ve suçluların iç dünyası, aşkın değişkenliği gibi gibi birçok alt metin.

    en çok dikkatımı çeken şey ise özenle kurulmuş kadraj ve pov kullanımı oldu. bu yüzden hikayenin içinde olmanız pek de kaçılır bir şey değil. daha kişisel bir meseleye hitap eder gibi hissettirmesi çokça oldu. sahnelerde kullanılan duvar kağıdından müziğine kadar başroldeki ikilinin arasında geçen sessiz bir dile şahit oluyoruz; denize kavuşma heyecanı. bana natural born killers'ı hatırlattı, 'iki deli bir araya gelmemeliydi' filmi desem uygun olur ama her zaman biri birinden daha delidir.

    burada değinmek istediğim başka bir nokta da renk kullanımı. gerilim ve polisiye filmlerinden aşina olduğumuz turuncu ve mavi paleti hikayenin içine çok güzel yedirilmiş, istenilen okyanus havası direkt oradaydı. şahsen belli sahnelerde başka renk paletlerini de deneyimlemek isterdim. yine de başarılı.

    kurgusunda izlenen tempo, özellikle sahne geçişlerine verilen özen ile hikayeye akıcı bir dil kazandırılmış; seyirciyi anda tutan hızlı, birbirini tamamlayan ve özetleyen geçişlerden bahsediyorum. pov'nin teknoloji kısmında da yönetmen aslında dönem filmi yapıp mesajlaşmak yerine mektuplaşmalarını istemiş. daha sonrasında ise bu özel iletişimlerini birbirleriyle yüz yüzeymiş gibi bir hava yaratmak için çeviri ve smartwatch üzerinden yapmalarına karar vermiş, özellikle ses kayıtlarıyla…

    kan ve ölüm, cinayet sahneleri ve şiddeti göstermekten geri durmayan bu yönetmenimiz ahlak teması üzerinde epey duruyor. evlilik dışı aşklar, aile ilişkileri, insanın kendisiyle olan iç savaşı… burada da yaşanan bir trajedide asıl suçlu kim ya da suç işleyenin sebebinin arka planı vs. gibi pek çok soru sorduruyor.

    yönetmene bu filmde isveçli maj sjöwall ve per wahlöö çifti tarafından 1960 ve 1970'lerde yazılmış 'cop killer: the story of a crime' polisiye roman serisi ilham olmuş. seri bir polis detektifi martin beck ve ekipinin etrafında geçiyor ve sosyal eleştirisiyle biliniyor imiş. park chanwook ise bu fikre 'martin beck bir şüpheliye aşık olsaydı ne olurdu?'' sorusuyla takviyede bulunuyor. (ımdb trivia)

    kendisi hakkında daha detaylı bir bilgi vermek istesem de güney kore sineması adı altında başka bir başlıkla detaylıca anlatmayı yeğlerim. her zaman izleyiciyi sorgulatan yönetmenleri sevmişizdir, sanatçının huzur bozuculuğu sanattaki yegane iğnelerden biri değil de nedir, değil mi?

    bir de kore'nin bu yılki en iyi uluslararası uzun metraj oscar umudu idi, ancak aday seçilmedi. dünya çapındaki eleştirmenlerden önem görmesiyle beraber hayran kitlesi de bu duruma tepki gösterdi.

    filmi bu günlerde mubi'den seyredebilirsiniz, güzel seyirler dilerim.

    kaynakça: ımdb, mubi, entertainment weekly

  • landscape with the fall of icarus

    popüler kültürde epey karşımıza çıkan ''the tower of babel'' (1563), netherlandish proverbs (1559), children's games (1560), the hunters in the snow (1565) gibi resimlerin sahibi pieter breughel'in yaptığı bir resimdir ve aynı isimle w.c. williams'ın 1962'de 'pictures from brueghel and other poems' ile yayınlanan şiiridir.

    icarus'un hikayesine az biraz çoğumuz hakimizdir. esaretten kaçarken özgürlük zevkine kapılan ve kanatları yanıp düşen o çocuk. brueghel'in bu resmi, ovidius'un 'dönüşümler' kitabından esinlenerek yapılmıştır ve icarus'un düşüşündeki o manzara önde tutulmuştur. daha sonrasında da bu resimden etkilenerek w.c. williams aynı isimle şiir olarak canlandırmıştır. buna da ekfrastik şiir denmektedir.

    ekfrasis, gerçek ya da hayali, görsel bir sanat eserinin söz kullanımıyla betimlenmesi olarak açıklanır. bu anlamda yazılan iş ve betimleme şekli sanatçının insiyatifindedir, genellikle canlı ve dramatik bir anlatım kullanılır. kelime yunanca'dan gelmektedir ve 'açığa vurmak, cansız bir objeyi isimlendirmek' anlamına gelen bir fiilden gelmektedir.

    bu üç eserin karşılaştırılması yapılırsa ovidius'un yaptığı icarus'un düşüş anına yaklaşımından w.c. williams ve ekfrasis açısına ve bu konuda yazılan bir sürü şiire kadar değişik yaklaşımlar bulunmaktadır.



    eğer brueghel'in resmine dikkatli bakarsanız icarus ilk gördüğünüz şey değildir. tarla süren bir çiftçi, hayvanlarını otlatırken gökyüzüne bakan bir çoban, deniz üzerinde yelken açmış iki gemi bulunmaktadır ve ufukta ise parlayan bir güneş. hepsi tablonun soluna, doğu kısmına odaklıdır; ta ki tablonun sağ en alt köşesine gelirsiniz ve orada işte icarus'un boğulan figürü göze çarpar. devamında, öne doğru eğilmiş bir olta balıkçısı görürsünüz. bu kaos, tablonun yalnızca bir köşesinde bulunmaktadır ve geri kalan görsel, gündelik hayatın gidişatından bir kesittir. gemiler 16. yüzyıla aittir. böylelikle, icarus'un öyküsü brueghel'in dönemine taşınmıştır.

    tablonun ilham aldığı yere gelirsek ovidius bu anı şöyle anlatır;

    ''yavrularına uçmayı öğreten ana kuş da,
    gösterir onlara gelecek korkuları, alıştırır
    korkulu sanatlara… sallıyordu kanatlarını
    gözlüyordu bir yandan oğlunu da daedalus.
    titreyen oltasıyla balık tutan balıkçı,
    değneğe dayanan sığırtmaç, sapana yaslanan çiftçi
    görmüş daedalus ile oğlunu, şaşıp kalmışlar.
    tanrı saymışlar gökte uçan iki kişiyi,
    solda juno'nun sevdiği samos, delos, paros, sağda
    lebinthus, balları bol calymne görünüyordu.
    atak uçuşuyla sevince kapılan icarus,
    bıraktı kılavuzunu tutuştu gökleri aşmak
    daha yükselmek isteğiyle. güneş yumuşattı
    kanatların bağlarını, eridi mumlar,
    icarus salladı çıplak omuzlarını, onu tutan
    kanatlar yok, artık duramazdı havada daha,
    babasının adını çığırırken dolmuş ağzına
    mavi sular sürüklenmiş adıyla anılan yere.
    icarus! icarus! diye bağırdı babalık niteliğinden
    yoksun mutsuz baba. neredesin, hangi ülkedesin? dedi.
    icarus karşılık verirken gördü suyun üstünde
    kanatları babası, kargışladı sanatını, gömdü oğlundan
    kalan kanatları. onun adıyla anılır o yer şimdi.''



    her ne kadar örtüşen ve sadık kalınan şeyler olsa da resimle bu anlatım arasında dikkat çeken farklılıklar vardır. öncelikle resimde figürler ovidius'un anlatımındaki gibi var olmaktadır. ancak ovidius versiyonunda icarus'un düşüşünü fark ederler. icarus bu anlatımın ana noktasıdır ama brueghel'in resminde ince ve önemsiz bir detay olarak çizilmiştir; her figürün yaptığı iş, icarus'un varlığını fark etmek dışındadır. ayrıca eksik olan şey babası daedalus'tur, ovidius'un aksine resimde onun izini bulamayız. ve güneş ufuktadır, icarus'un kanatlarının yakamayacağı bir uzaklıktadır. ovidius'un dramatik anlatımı tabloda sakinliğe bürümüştür.

    buradan w.c. williams'ın ekfrastik şiirine geliriz;

    ''according to brueghel
    when icarus fell
    it was spring

    a farmer was ploughing
    his field
    the whole pageantry

    of the year was
    awake tingling
    near

    the edge of the sea
    concerned
    with itself

    sweating in the sun
    that melted
    the wings' wax

    unsignificantly
    off the coast
    there was

    a splash quite unnoticed
    this was
    icarus drowning''

    williams bu sefer odağı icarus'a getirerek brueghel'in resmini canlandırmıştır. giriş cümlesinde brueghel ve icarus kelimelerini kullanışı direkt tabloya dikkat çekmektedir. resmin tersine vurguladığı ilk şey icarus'tur. balıkçı dışında figürleri tablodaki gibi anlatır ve sona yaklaştıkça icarus'un önemsiz duran figürüne dikkat çeker, şiir bir trajedinin bahsiyle bitmektedir. ''a splash quite unnoticed/this was/icarus drowning'' kısa cümleleriyle icarus'un kaçınılmaz denize düşüşünü tasvir eder.

    resimde olduğu gibi ilk odağı çiftçidir, yumuşak bir geçişle güneşten bahseder ve başlıkta da ismi geçen icarus'un durumuna gelir. ulantı* ile asıl kaosa yönelmektedir. şiirin bu sayede formu aynı zamanda icarus'un düşüşüne benzemektedir.

    *(enjambment: şiirde bir satırın beklenilen gibi o satır da bitmeyip diğer satıra kayması ve bu yolla görsel bir form oluşturulması)

    bir makaleden eleştiri;
    ''williams, tuval üzerinde temsil edilen dünyada bir arada var olan iki düzlemin olasılığına doğrudan katılmaz - bu dönemde çok sayıda hollanda manzara resminde görülenden farklı olmayan günlük yaşamın tasviri, banalin bu temsili, mitolojik bir olayla üst üste bindirilir. bu demek oluyor ki williams, ortaya çıkan olayların eşzamanlılığının yalnızca resmin izleyicisine, onu bütünüyle görebilen kişiye açık olduğunun altını çizmiyor gibi görünüyor. resme bu şekilde bakmak, çevremizi ve tarihteki yerimizi anlamak için bir zemin görevi görecek şekilde bütünü yükseltme potansiyeline sahip olacaktır.''

    ikinci olarak williams özellikle balıkçıyı tasvir etmekten kaçınmış gibidir. bunun nedeni resme bakıldığında ve eninde sonunda icarus tespit edildiğinde, yanındaki figürün balıkçı olmasıdır. denize ne amaçla eğildiği bilinmemektedir, ağ atmaya mı eğilmiştir yoksa diğer figürlerin aksine gözü önünde gerçekleşen trajediye mi eğilmektedir? başka bir şiir iliştireceğim buraya. icarus'un bu düşüş manzarasını anlatan brueghel'in resmine daha birçok ekfrastik şiir yazılmıştır ve bunlardan biri 'beaux arts müzesi' w.h. auden'e aittir;

    ''acı çekmekte asla yanılmadılar
    eski ustalar, insan doğasını çok iyi anladılar
    birisi yerken veya pencereyi açarken veya yürürkenki hallerini
    ihtiyarlar saygıyla, tutkuyla beklerken
    mucizevî bir doğumu, her zaman bunun olmasını istemeyen
    ormanın ucundaki gölette paten kayan çocuklar vardı
    asla unutmazlardı
    korkunç şehitlik bile rotasında seyretmeliydi
    nasıl olsa bir köşede, dağınık bir yerde
    köpeklerin köpekçe yaşamlarına devam ettiği ve işkencecinin atının
    masum kıçını kaşıdığı ağaç.

    breughel'in ikarus'unda mesela, nasıl her şey
    bir felaketten yavaşça dönüşür, çiftçi fışırtıyı ve ıssız çığlığı duyabilir
    ama bu onun için önemli bir kusur değildir, güneş parlar
    beyaz bacakların üzerinde yeşile çevrilir
    su ve pahalı zarif gemi harikulade bir şey görmelidir
    bir yerlere gidecek ve sakince yelken açacak,
    gökyüzünden düşen bir çocuğu.''

    vurgulunan ve williams kısmında bahsedilen balıkçı meselesinde yaşadığımız toplumun benim yorumumca birbirine olan kayıtsız ya da habersizliğinin mi anlatımıdır, ki doğal olarak, ya da makalede bahsedildiği gibi geçmişte, gerçek ya da mitolojide yapılan fedakarlıkların farkında olunmamasından mıdır siz karar veriniz. en sonunda icarus'a dönen gözlerde balıkçının yaratması istenilen kurnaz bir gönderme ve oraya kadar takip eden gözlerin kavrayış ihtimali aynı makalede bahsedilmiştir. brueghel'in belki yapmak istediği ve bu iki şairin resimden ilham alıp betimlemeye çalıştığı da budur.

    william carlos williams, içinde bulunduğu akım objektivizm ile kübizm'den etkilenmiştir. kübizim'deki fragmantasyon farklı bir yolla bu tablonun şiirle canlandırılmasına yansımış gibi görünüyor. williams'ın odak noktası tuttuğu, diğer şiirlerindeki gibi gündelik hayatta insanların gözü önünde olan ancak hiç düşünmedikleri ve sembolik anlamlarından uzakta olan 'eşyası' bu sefer bir trajedi olmuştur.

    not: ders notlarını kafamda toparlarken düşündüğümden daha karışık anlatmış bulundum, kusura bakmayınız.

    kaynak:
    ovidius, dönüşümler, 8. kitap, 183-235, ıkaros'un kimsenin umursamadığı düşüşü, arkeogezi
    william carlos williams, landscape with the fall of icarus, poemanalysis
    beaux arts müzesi, w.h. auden, çeviri: mustafa burak sezer, ikindi yağmuru, nisan/temmuz '10
    ekphrastic reimaginings of landscape with the fall of icarus: revisiting butor through auden and williams by elizabeth geary keohane

  • the republic of enchanters (2016)

    ''denizci! ufku gören sen, söyle bana yarının neyden yapıldığını.''

    2016 yılında fanny liatard ve jeremy trouilh adlı yönetmenler tarafından yapılmış kısa film, fransa'nın nantes şehrindeki bir konutunda geçiyor. özgürlük, eşitlik, kardeşlik, şiirsellik ve nezaket gibi temalara odaklanıyor, bakınız 'liberte, egalite, fraternite' danslar, tatlı yalanlar, şarkılar... yazdıklarım arasında en sevdiklerimden biri, tesadüfen karşılaştığım ve yüzümde tebessüm bırakan türden bir film. çok tatlı ve büyüleyici buldum, eh adındaki gibi.

    filmin çekilmesi bir yapımcı şirketinin proje düzenlemesiyle başlıyor. 10 yönetmen fransa'nın 10 mahallesine gidecek ve iki hafta boyunca oranın yerlileriyle 3'er dakikalık 3 film çekecekler. bu filmi çekenler de kendilerini nantes'te dervallieres adlı bir mahallede buluyorlar. güney amerika büyülü gerçekçiliğinden, jodorowsky, kieslowski, carax gibi kişilerden etkilenen bu grup, kısıtlı bir zaman ve karşılarında hiçbir zaman rol yapmamış insanlar olmasına rağmen konutta yaşayan insanlarla olan karşılaşmalarından ve bizzat huzurlu bir ortam için uğraşan bu insanların atmosferlerinden kaynaklanan bir iyimserlik konu etmişler.

    yanı sıra 13 kasım paris saldırıları'ndan iki hafta sonra çekilmiş ve yönetmenler senaryo yazılırken yaşadıkları korkuya, özellikle mahallelilerin yaşadıkları, tepki olarak radikal anlamda optimist bir film yapmaya karar vermişler. yine de belki bundan ötürü ikinci planda bir kış havası ve melankoli de hakim. özellikle kieslowski'nin dekalog filmindeki polonya mahallesinin kış ortasındaki görüntülerinden etkilenmişler mahalleyi çekerken.

    üç bölümden oluşan filmde soundtrack önemli bir parça. özellikle giriş bölümlerinde kullanılan şarkılar, sloganlar ve danslarla bir hikaye anlatıcısının hikayeye başlamadan önce yaptığı tanıtım hissiyatı uyandırmak istemişler. bir de bunlardan bazılarının arapça ya da romence olmasında fransa'nın çok kültürlü yapısına da vurgu yapılmış.

    kıssadan hisse, mahalle sakinlerinin doğal ve rüya gibi hikayesi. ekledikleri düşsel ögeler beni mutlu etmeye yetti, umarım sizi de mutlu eder.

    not: filmdeki fairuz - we and the moon are neighbors şarkısını dinlemek isterseniz tıklayarak ulaşabilirsiniz.

    kaynak:
    clermont film fest, lunch with la republique des enchanteurs (the republic of enchanters)

  • three cheers for the whale (1972)

    ''balinalar, sizi seviyorum. gezegenimiz dünyaya benziyorsunuz, yuvarlak ve kuşlar tarafından çevrelenmiş.''

    ''three cheers for the whale'' orijinal ismiyle (vive la baleine) chris maker ve mario ruspoli yönetmenliğinde 1972 yılında çekilen belgesel ve kısa niteliğinde bir film. dünyanın en büyük memelisi balinaların insanoğluyla tarih sahnesindeki ilişkisine odaklanıyor. yüzyıllarca derileri, etleri, yağları ve daha nice üretim ve tüketim amaçlı kullanımlarda bu hayvanların endüstriyelleşmesini şiirsel bir anlatımla sunmuş. bu grafik anlatımda resimler, animasyon, videolar, film ve fotoğraflarla ve ayrıyeten seslendirmesiyle şiirsel hale getirilmiş.

    resmedilmiş örneklerle katliamın gerek bazı milletlerin gelenekleri olması, gerekse bazılarının balina avlamayı onur olarak görmesine kadar hem kültürde hem de sanayideki yerini izliyoruz. bazı yerlerde acı acı inlemelerini duymak yüzümde değişik ifadelere neden olmuştu ve tekrar tekrar balina olmasa dahi seri üretim ve tüketim de bunun bir parçası olduğumuzu bilmek yüreğime hala da oturur.

    tam da konu amerikan romanı sınavımda herman melville ''moby dick'' iken çalışmak yerine aklıma gelen bu kısa filmden bahsedeyim dedim. sonrasında elime uzun zaman önce bir blogta hakkında yazdığım üç adet daha kısa film geçti. izleyeli uzun zaman olmuş olsa da hali hazırda cebelitarık'ta daha önceki travmalarından ötürü intikam aldıkları düşünülen iki katil balina botları ve yatları batırıyor iken yerinde bir kısa film olur diye düşündüm.

    ben mubi'de izlemiştim, hala var ise izlemenizi tavsiye ederim.

  • !erdoğan'ın gençlere seslenişi

    twitter'da yaptığı ve pisleşmeden anlatamayacağım bu kısa metin bize, bizden öncekilere ve bugünü dahi görememiş gençlere karşı edilen alenen bir küfürden farksızdır. buyrunuz bir parçası;

    "biz her zaman sizin yanınızdayız.

    21 yıldır iktidardayız.

    bu 21 yıl boyunca hiçbir genç kardeşimin hayat tarzına müdahale etmediğimiz gibi, kimsenin bir başkasının kılık kıyafetine, düşünce tarzına, beklentilerine, beğenilerine karışmasına da izin vermedik.

    ülkemize kazandırdığımız nice eserin, yatırımın, projenin yanı sıra fikirlerinizi rahatça ifade edebilmeniz, gençliğinizi özgürce ve doyasıya yaşayabilmeniz için de var gücümüzle çalıştık.

    bugün her türden sanat etkinliğinin rahatça düzenlenebildiği, uluslararası organizasyonlara ev sahipliği yapan, sporun, müziğin, bilimin, teknolojinin hiç olmadığı kadar hayatımızın içinde yer aldığı bir türkiye'de yaşıyoruz."

  • as above, so below

    ''quod est superius est sicut quod inferius, et quod inferius est sicut quod est superius.''

    ''yukarıda olan, aşağıda olana benzer ve aşağıda olan, yukarıda olana benzer.'' ya da ''yukarıda olan, aşağıda olandandır ve aşağıda olan, yukarıda olandandır.'' anlamına gelen latince söz ve hermetik metin 'zümrüt levha'nın ikinci mısrasının yorumu.

    tarot destesinde 'büyücü' kartının bu konsepti sembolize ettiği düşünülür. okülistlerin çokça kullandığı bu söz, bu bağlamda hayat ve varlığın arasında her zaman bir harmoni ve karşılık/benzerlik olduğu anlamını verir. ve neticesinde de yaşamın en büyük yasalarıdan biridir.

    makrokozmos-mikrokozmos analojisinde (kozmos ve insanlığın benzerliği, kozmos'un anlaşılmasının insan ve doğa gibi daha küçük şeylerin anlaşılabileceği ya da tam tersinin düşüncesi) farklı düzlemlerde uyum/tekabüliyet/karşılık anlamına gelir. bu düşüncenin önde gelenlerinden helena p. blavatsky'nin 'ısis unveiled' kitabından bir alıntı;

    ''yukarıda olduğu gibi, aşağıda da öyle. olan, tekrar geri dönecektir. gökte olduğu gibi, yerde de." bunu tarihle günümüz arasındaki bağıntıyı vurguladıktan sonra söylemiştir.

    bu anlamın ötesinde de kendi yorumum, gardner wiccan anlayışındaki üç yasa kuralını hatırlatıyor 'iyi ya da kötü nasıl bir enerji verirse biri, üç katını alır' üç katı kısmını kötülüğün de iyiliğin de tesirinin yine üç katı hissedileceğini düşünerekten (eylemlerin önemi ve kelebek etkisi gibi) verilenin ya da alınanın aynı olduğu düşüncesi. ya da bir başka yorum olarak da, binary opposition, ikili karşıtlık, altın karşılığı üsttür. son olarak da, yapılan eylemlerin arkasındaki anlam olarak da kafamda ilişkileniyor. yüzeyde görünenin bir o kadarının yerde bulunması. bakınız, somut olarak ağaçlar ve kökleri muhteşem bir örnek.

    kaynakça:
    steele, robert; singer, dorothea waley (1928). "the emerald table"
    prophet, erin (2018). "hermetic ınfluences on the evolutionary system of helena blavatsky's theosophy". gnosis: journal of gnostic studies
    blavatsky, helena p. (1877). ısis unveiled: a master-key to the mysteries of ancient and modern science and theology.

/ 4 »