• zülfü livaneli'nin 2001 yılında yayınlanan kitabıdır. okurken bende derin üzüntülere ve öfkeye yol açmış bir kitaptır kendisi. okunmaya değer.

    aşağıda özetle kitabın hepsini anlattım. ( spoiler içerir hem de çok )

    hikayemiz 9 yıldır isveç'te politik mülteci olan sami ile başlar. başlarda neden isveç'te mülteci olduğu konusunda bir ipucu yoktur ama hikaye ilerledikçe olaylar zinciri çözülmeye başlar. içindeki karanlık onu boğmaya başladığında her zaman yaptığı gibi hurda denebilecek olan volvosunu alıp karanlık yollarda hız yapmaya başlar sami. ama bu sefer önünde bir çift parlak göz belirir ve ani bir hamle ile durmaya çalışır. ancak nafile anne geyik kanlar içinde yerde yatmaktadır ve yanı başındaki yavrusu sanki yalamasının sıcaklığıyla annesini uyandıracakmış gibi annesini yalamaktadır. sami bir süre bakıp anne geyiğin başını okşadıktan sonra hızlıca çekip gider ancak pişmanlık bastırmaktadır. ve geyiğin olduğu dönemece hızlıca geri döner ancak geyik orada değildir. arabada da hiçbir çarpma izi yoktur. sami bu sefer cidden hastaneye gitmesi gerektiğine karar verir ve o adamın da orada olduğunu daha sonra öğrenir.

    hikayemizin girişi sami'nin yazım sürecine karışması ile bir duraklamaya uğrar, aslında bunlara duraklama demek yanlıştır çünkü sami'nin anlatımı yazarın anlatımı ile uyumlu bir sırada gitmektedir. bu el yazılarından(sami'nin) sami'nin hayat hikayesini öğrenen bir( ne kadar öğrenebilirse ki zaten sami de el yazılarında şöyle diyor "konuşmak, canlı yaratıklar arasındaki en etkisiz iletişim aracı. dil yalan söylüyor, olanları çarpıtıyor, insanlığın hiç bıkıp usanmadığı klişeleri tekrarlıyor. bu yüzden, insanları dinlemek onları anlamak için yeterli değil.") arkadaşı yazarlığa soyunur ve sami'nin hayatını anlatmaya başlar. bu okuduklarımız da sami'nin hayatıdır biraz farklı biraz oynanmış. sami'nin hayatından kareler almaya başlarız. büyük bir film tutkunu olduğunu o dönemin (70'ler) aşırı politik ortamında apolitik kalmış bir tip olduğunu öğreniriz. sonrasında politik bir sürgün olmadığını öğreniriz ama bir şeyler vardır. "çünkü politikayla uğraşan ben değildim, oydu ve o, benim hayatımdı." der sami el yazılarının bir yerinde. ama hala onun kim olduğunu yönelik bir ipucu yoktur.

    psikiyatri koğuşunda bir süre yatan sami sonradan adının gunilla olduğunu öğreneceği hemşire, ona, hastanede bir türk daha olduğunu söyler ve odasını tarif eder. ancak bu verdiği haber çok önemli bir karşılaşmanın habercisidir.

    sami'nin yaşadığı yerleri, ilişkilerini pek tutarlı olmasa da yazardan öğreniriz ama sami'nin notları daha ilgi çekicidir çünkü onda derin bir karanlığa yol açan bir olaydan dem vurur. bir kişiden, kişilerden. örneğin burada olduğu gibi, "yazarın anlatmaya çalıştığı aşk acısı böyle bir şey değil. clara'nın güzel olduğunu kabul ediyorum; hem de çok güzel. gerçekten beğeniyordum onu, ama ona karasevdayla falan bağlanmış değildim. o benim uzun süren uyku dönemimi sona erdiren, yüreğime ilk yaşam kıpırtıları, küçük heyecan titreşimleri salan kişiydi. çünkü yıllar boyunca kablosu çekilmiş, ölü bir radyo gibi yaşamıştım. hayatın diğer alanları gibi kadınlar da ilgilendirmiyordu beni. ölü bir radyo havadaki frekansları algılayabilir mi hiç?

    o olaydan sonra hiçbir kadına değil el sürmek, bakmamıştım bile. kurumuştum, tükenmiştim, canım çekilmişti, değersiz bir tahta parçası kadar takır takırdım."

    yazar bir şeyler yazar ama gerçekler tam olarak da öyle değildir.

    605 numaralı odada yaşlı yüzü çökmüş bir adam yatıyordur. sami ilk görüşte tanıyamaz, belki tanır ama inanmak istemez. o odur. yıllarca nefret ettiği, çeşitli işkencelerle öldürmeyi planladığı kişi. zalim bir dönemin zalim bakanı. beyninde tümör vardır bakanın ve oldukça ilerlemiştir ölmesi yakındır, hatta bir sahnede isveççe ya da herhangi bir ecnebi dil bilmeyen bakanın ölüm fermanını yani hastalığının durumunun açıklanmasını sami büyük bir zevkle yapmıştır. artık elindedir, istediği zaman öldürebilirdi onu. intikamını alabilirdi. peki neyin intikamı?

    istanbul yıllarına tekrar döner sami el yazılarında ihtilal dönemlerden bahsetmeye başlar. bir rahatlama yaşamıştı nasıl olsa devlet şu anarşistlere izin vermezdi, her gün bir kahve taranıyor her gün bir üniversite baskını oluyordu. o da yaşasın ihtilal diyenlere katılmıştı.

    "işte filiz'i o günlerde tanıdım."

    bir gün sami üniversitenin halk oyunları kulübüne uğrar. elden düşme kamerası ile halk oyunlarını kaydeder. evde kasedi takıp izlemeye başladığında bir kız dikkatini çeker. ondan şöyle bahsediyor sami, "saf bir güzelliği vardı. küçücük bir kız gibi görünüyor, insanda sarılma, koruma, öpüp okşama isteği uyandırıyordu.". tekrar halk oyunları kulübüne döner ancak onu bulamaz ismini bile bilmemektedir ancak kasedi izleye izleye her hareketini yüzünün her bir bölümünü ezberlemiştir. halk oyunlarının haftada bir oynandığını öğrenir ve sonraki haftaya kadar beklemeye başlar. ve o gün filiz oradadır ve sami yine kamerası ile kaydetmeye başlar. "oyun bittiği halde çekmeyi sürdürdüm. sonra yanına gidip "merhaba!" dedim. büyük bir doğallıkla "merhaba!" diye yanıtladı beni. bu tanışıklık sonrasında oldukça ilerler birbirine büyük bir sevgi ile bağlı bir çift haline gelirler. o sıralarda tutuklamalar başlamıştır ve insanlar sabahları birden evlerinden alınıp götürülmektedirler. "tek sorunum, benim dışımda bir hayatı olmasıydı. genellikle solcuların bir araya geldiği üniversite toplantılarına gidiyor, onlara yakın duruyordu. ona bir şey olacak, diye aklımı kaçırıyordum. ".

    eski bakanla karşılaşan sami adil'i arar ve adil de öldürme planları yapar. adil de bir politik mültecidir. kibirlidir de ve bunla tarihe geçeceğini düşünmeye falan başlar ve işler iyice sarpa sarar. clara bunun farkına varıp bu işi biz halletmeliyiz der ve adili kuşun göçtüğünü yani bakanın gittiği yalanı ile kandırırlar. adil de zaten baştan beri böyle bir şey yapamayacağını bildiğinden talihsiz bir aksaklıkla bitmiş bir planın mimarı olarak kendini görür ve kibirlenmeye devam eder. peki clara niye bu kadar istemektedir birini öldürmeyi buna da sonra değineceğim.

    aileler tanışır ve evlilik hazırlıkları başlar sami ve filiz oldukça mutludur. bir gün arabayla ilerlerken… burayı ben anlatmayayım en iyisi sami'ye bırakmak

    "tam olarak ne olduğunu sorarsanız söyleyemem. sanki arabaya bir şey çarptı, bir değişiklik oldu. sarsıldık mı, durakladık mı bilemiyorum. zaten belleğim o anı reddediyor. duruyordum. sıkı sıkı direksiyona sarılmıştım ama araba gitmiyordu. yolun ortasında durmuştuk, ışıldaklı bir şey geliyordu üstümüze. cankurtaran mıydı, askeri bir araç mı, bir polis otomobili mi? yoksa bizimle hiç mi ilgisi yoktu bunun? bilemiyorum, inanın bilemiyorum. aradan çok geçmemiş olmalıydı çünkü radyoda hâlâ sealed with a kiss çalıyordu. derken benim tarafımdaki kapı açıldı. bağırışlar, haykırışlar duydum. biri başıma vurdu. o anda dönüp filiz'e baktım. niye daha önce o tarafa dönmedim bilmiyorum. belki de o kadar vakit geçmemişti. her şey birkaç saniye içinde olup bitmişti. dışarıdan vuran ışıldak filiz'in yüzünü bir an aydınlatıyor, sonra karanlık geri geliyordu. sonra bir daha aydınlık, bir daha karanlık, bir daha aydınlık, bir daha karanlık... filiz'in yüzünün yarısı yoktu. parçalanmış kafatasının da yarısı uçmuştu ve bir gözü incecik bir sinirin ucunda sallanıyordu. acaba haykırdım mı? filiz, diye bağırdım mı? ona dokunmaya mı çalıştım, yoksa hemen oracıkta bayıldım mı, korktum mu, bilemiyorum. beynimin o noktası karanlık. filiz'in yarısı parçalanmış yüzü dışında hiçbir görüntü yok belleğimde.
    son sözleri "can can!" olmuştu, sesinin olanca sıcaklığı ve sevecenliğiyle yüklü bir "can can!"
    bir daha hiç kimse bana öyle seslenmedi."

    sonrasında çeşitli işkencelerle sami'yi susturmak ve bu olayın üstüne kapatmak ister devlet. çünkü gazeteler yazmaya başlamıştır bile bu. "kısacası bu iş, memleketimiz aleyhine bir kampanyaya dönüşmek üzere. " der o zalim adam.

    hayır bu cinayet diye haykırır sami.

    hayır, hayır hayır!

    ve işkenceler devam eder. mahkeme takipsizlik alır. filiz hükümet tarafından iftaraya uğrar ve askere saldırırken etkisiz hale getirildiği yazılır.

    bu şekilde sami'nin stockholm'e uzanan yolculuğu başlar

    3 ocak günü öldüreceklerdir eski bakanı. clara ve sami hastaneden alırlar ve ortasında bir adacık bulunan küçük bir gölün yanına gelirler. yaşlı adama yürümesini orada bir evin bulunduğunu kendilerinin de geleceğini söylerler ve yaşlı adam da buzun kırılmasıyla boğularak ölür. kızın babası da işkence sırasında boğularak ölmüştür.

    aslında işin aslı bu değildir ve bunu da sami'den öğreniriz. saminin küçük evine giderler gölet yerine. orada sami kaseti açar ve tanıyor musun diye sorar bakana. "bu gördüğün yüz filiz adlı bir kıza aitti ve bir m1 piyade tüfeği mermisiyle parçalandı. şu gördüğün güzel göz, yuvasından çıktı, yüzünün yarısı uçtu. 19 yaşındaydı. şimdi anladın mı?""hatırlamıyor musun?" dedim. "bana işkence yaptığını, bu işi örtbas etmek için bağırtana kadar elektrik verdiğini unuttun mu?" . bakanın yüzü gerilir ve hayal meyal da olsa hatırladığını anlar". bakan sinirlenir ve inkara başlar."siz bu vatanı hiçbir zaman sevmediniz!" "biz sizi sevmedik!" dedim. "siz kendinizi vatan yerine koydunuz, biz de sizi sevmedik.

    bakan birden ağlamaya başlar ve lavaboya gider saminin bütün uyku ilaçlarını içer. affet beni evladım diye gelir. beni bağışla ve öldükten sonra allah rahmet eylesin, de arkamdan."

    "delikanlı fazla vakit kalmadı, kendi cezamı kendim vermek istiyorum."

    bu sözden sonra sami bakanın bir şeyler yaptığını anlar ve hızlıca kusturur.

    hastaneye yetiştirdikten sonra. clara ve sami yaşananları unutmak için içmeye başlarlar. sonunda kendilerinden geçip her şeyi unutuncaya kadar. o zamana kadar babasının sözünü tutan clara artık sözün sonuna gelmiştir. öç almak imkansızdır. bir şeyi değiştirememektedirler. ve unutmak isterler. sadece unutmak.

    (bkz: zülfü livaneli)

  • @simit dostumuzun bu detaylı tanıtım yazısı için teşekkür ederim. livaneli'ye mesafeli yaklaşan birisiydim.

    bu yazıdan sonra merakım arttı ve bu kitabını edindim. geniş özet fazlasıyla doyurucu olduğu için öykü hakkında daha fazla yazmayacağım ama kesinlikle okumaya değer bir öykü. livaneli anlatımıyla büyük yazarlarımızın ** dil gücüne yaklaşan ama yine de eksik kalan kuvvetli bir tarzı yakalayabilmiş.

    eksik olan şey de alaycılık bence. hicvi eksik metinler bende tuzsuz yemek etkisi yapıyor.