1 entry daha
  • ben çocukkene aktif bir şekilde icra edilen, ama bugünlerde rastladığımızda "aaa bi de bu iş vardı di mi?" diye bizi düşündüren meslekler var.
    kalaycılık misal. ya da kunduracılık. veyahut yorgancılık. terzilik... ciltçilik... vs. vs.

    sokaktan kalaycı geçtiğinde bütün evlerden çocukların eline tavalar, taslar, tencereler tutuşturulur, kalaycıya gönderilirdi. anneannem de beni bu brokerlik pozisyonunda işlevsel görürdü rahmetli. daha kafamın paraya pula basmadığı zamanlardı. işin tarifesi neydi, kadınlar çocukların eline kaç parça eşya, kaç adet atatürk resmi tutuşturacaklarını nerden bilirlerdi, hatırlamıyorum. ama sorunsuz, tıkır tıkır işleyen bir süreçti. kadın camdan kalaycıya bağırırdı. kalaycı 'tamam abla' gibi bir şeyler der, sırtında taşıdığı ekipmanı indirirdi kaldırımın geniş bir yerine. sonra da kadın evdeki oğlanlardan angaryayı kabul edecek kadar küçük, ama bir yandan da becerebilecek kadar büyük yaşta olan bir tanesinin eline tutuştururdu ne kadar kap kacak varsa. ben merdivenleri inip dış kapıdan geçene kadar da kalaycı mucizevi bir biçimde ateşini yakmış olurdu. 3-5 dakka içinde o ateşte erimeye başlayan kalayı bakır kapların orasına burasına güzelce yedirirdi. zaten kalayladığı 7 milyonuncu tencere olduğu için gözü kapalı bile yapabilirdi muhtemelen, ama o mevzuda iddialaşmadım hiç kendisiyle. iş bitip tencere soğuyunca da al mektuplarını, ver mektuplarımı kısmını hallederdik faaliyetin. daha doğrusu adam hallederdi de, ben de hesaptan kitaptan anlıyomuş gibi orda bakarak olurdum. bi nevi türkiye'deki inşaatları denetleyen tipler gibiydim yani.
    hala bazen şişli'deki sokağımızda gördüğüm oluyor. ama ben çocukken gençten sayılabilecek kalaycı adamlar artık 60'larında açık net. artık malzemeyi sırtlarında taşımıyorlar da her yeri pastan dökülen bir kartal ya da torosla gezdiriyorlar. bir de kömürlü bir ufak ocak yerine artık tüplü bir şeylerle yapıyorlar, ama bizim bildiğimiz küçük tüplerle alakası yok. yalnız bir ortak noktaları var ben çocukkenki kalaycılarla şimdikilerin. konuşmayı pek sevmiyolar. çocukluğumun kalaycıları 9 yaşındaki veletle muhatap olmaya erindiği için konuşmazdı sanırım. şimdikiler de mesleklerinin son günlerini saymanın hüznünden galiba. ama bir şey çok açık: 10 sene sonra atıyorum dünyaya saldıran uzaylılara karşı elimizde işleyen tek silahın kalay lazeri olduğunu fark etsek bile numunelik bi tane kalaycı bulamayacağız şifa niyetine. trend net.

    ilkmektep 2'de miydim, 3'te miydim, hatırlamıyorum. doktorun biri "sizin oğlan yampirik basıyo, gidin kunduracıya söyleyin tahta potin yapsın" mealinde bişeyler dediydi benim rahmetlilere. bizimkiler de aldılar beni, götürdüler kunduracılar çarşısına. orda babamın tanıdığı birine gittik.
    babam da babaydı be. hani o yaşlarda dünyanın en önemli adamıymış gibi gelir ya size. benimki de memlekette herkesi tanırdı. ya da ben öyle sanırdım. camcı mı lazım? bizim halil'i çağır gelsin. anahtarcı? necmi vardı ya, babamın tanıdığı, ona giderdik. elektrikçi lazım diyosun? hemen fehmi ustaya yollanırdım. pide döktürecek olurduk, apo'ya gönderirdi. tabi apo'yu öyle anarşik gomunik filan düşünmeyin, sıradan bir pideciydi kendisi. işini iyi mi yapardı, kötü mü, bilmirem. ama babam onu tanıdığı için ona gönderirdi bizi.
    velhasıl, kunduracı abdül'ün tükkana gittik. abdül'ün gerisi nedir, kayıtlarımda mevcut bir bilgi değil. siz deyin abdüllatif, ben deyim abdülrezzak. neyse, abdül çıkarttırdı benim yan basmaktan yamulmuş ayakkabıları. mezurasını çıkardı, oradan çekti, buradan sardı. 3-5 ölçü aldı. ondan sonra da ayağımdan çıktıklarına benim mi daha çok sevindiğim, kendilerinin mi daha çok sevindikleri belli olmayan eski ayakkabılarıma baktı. babama göstererek "abi bak işte bunları kösele diye satıyorlar ama uyduruk malzeme. bundan kemer yapmam ben, adam ayakkabıya koymuş. haliyle eğiliyor, bükülüyor. olan da bu sabinin ayağına oluyor" dedi. neyse, bizi gönderdi, haftaya gelmemizi tembihleyerek. o arada da tahta ayakkabıları yaptı ölçüsüne göre. hani öyle tahta diyince heidi'nin ayakkabıları gibi bişey gelmesin aklınıza. dışarıdan bakınca deri ayakkabı modeldi, ama içeriden epey sertti. o kısmını bir ben bilirim zaten. 5-6 ay giydim onları, ayağım içine sığmaz, sığmadığını da tarafıma bağıra çağıra bildirmekten çekinmez hale gelene kadar. lakin ne olduysa o dönemde, sonraki ayakkabılarımın hiç öyle tek bir tarafı yamulmadı, ezilmedi. artık ben mi düz basmayı öğrendim, yoksa sonraki ayakkabılarımda malzeme kalitesini mi artırdılar (ki kinetix bile giydim vaktinde hani orta anadolu ergenleri arasında onun moda olduğu zamanlar) tam bir şey söyleyemeyeceğim.
    bu kunduracı milleti sıfırdan potin yapmanın yanında mevcut potinleri de tamir ederlerdi. tabii o zaman tamir edilable ayakkabılar vardı. bugünkü gibi artık vietnam bile pahalı geldiğinden kamboçya'da yapılan naylon torbadan hallice şeyler değildi o zamankiler. ve evde ayakkabı dolabı olmazdı. zira herkesin bir çift ayakkabısı olduğundan, dolap dolduracakları aklımıza gelmezdi. benim hanım bugün 20 çift (abartmıyorum, ki zaten abartı mevzuu bir rakam olmadığını siz de kendi deneyiminizden biliyorsunuzdur) ayakkabı türevine bakıp "giyecek hiç ayakkabım yok" diyebiliyor. o zamanlarda tahayyül edilebilecek bir durum değildi bu. bayramda bir çift ayakkabı alınırdı. o benim ayağıma olmaz hale gelene kadar giyerdim. bi yeri sökülmüş, açılmışsa kunduracı abdül'e gider düzeltilirdi. o yolculuk da yaz mevsimine geldiyse ayağımda terlikle şahsım tarafından, kış mevsimine geldiyse muhterem pederim tarafından gerçekleştirilirdi. takip eden yılda da benim ufak biraderin demirbaşına kaydedilirdi. ve bu süreç tekrarlar giderdi.
    geçenlerde baktım kunduracılar çarşısına da, evet hala kunduracı mekanın sahipleri. ama mahiyeti değişmiş ticaretin. artık imalat ya da tamirat değil, istanbul'dan gelen malı memleketin ilçelerinden gelen müşterilere "kaktırma" aktivitesi var mekânda sadece. müşteri kitlesi içinde de bırak medreseyi, dar-ül fünun'u, mekteb-i salis (yani lise) bitirmiş kimse de yok gibi. değişen devranın, eriyen kitlelerinin hala ucundan sarıldığı bir adetin çökmekte olan tezahürü artık oradaki.

    bizim sokakta, babamın yazaanenin karşısında bir 'matbaa' vardı. matbaa dedimse, gutenberg'inkinden çok da hallice değil. hala elle dizilen harfleri vardı. onlarla resmi evrak olmak üzere bir şeyler basarlardı. bir de ciltleme yaparlardı. eskiyen, dağılmaya çalışan kitapların elini yüzünü toplarlardı. babamın tuttuğu defterleri sağlamlarlardı. bir de, benim marifetmiş gibi biriktirdiğim bilim ve teknik dergilerini yıl yıl ciltlerlerdi. bugün çok komik geliyor ama o zaman o dergileri saklamam gerektiğini düşünürdüm niyeyse. saftirikliğimin bir bahanesi olarak daha google ile, hatta internet ile, hatta neredeyse bilgisayar ile tanışmamış olduğumuzu söyleyeyim.
    ben üniversite için memleketten gittikten sonra görmedim bir daha o matbaayı. tabi döndüğüm oldu memlekete ama, galiba artık yerinde yoktu o matbaa. tıpkı onun gibi başka matbaalar ve ciltçiler gibi. zaten bilim ve teknik de yalan oldu fetöcülerin elinde. ne yalan olmadı ki memlekette.

    neyse, demem odur ki, çok değil, 3-5 yıla bizim meslek, yani tercüme de bunlar gibi olacak. 3-5 yıl giderek daha ziyade kunduracılar çarşısındaki satıcılar gibi ekmek yemeye devam edeceğiz. paralı bir iş düşürdük mü oradan o ayın nafakasını da çıkardık diye halimize şükredeceğiz. istanbul'dan değilse de google'dan ya da chatgpt'den gelen uyduruk malzemelerin elini yüzünü toparlayarak gittikçe küçülen bir müşteri kitlesine satmaya devam edeceğiz.
    10 yıla da tercüman dediğin bizim sokağa hala yılda 2-3 kere uğrayan 60'lık emmi gibi olacak. zanaat icra ettiğini, ama artık o zanaate talep kalmadığını bilmenin depresyonuyla yorgun... kendisinden sonra kimsenin gelmeyeceğini bilmenin hüznüyle sıkkın... belki mesleğin demografisindeki daralma 3-5 sanatkar kitap çevirmeninin emekliliğe yetişmesini de kurtarır sonrasında ama... bunlar hep uzatmalar artık. ne kaldı ki şurada douglas adams'ın babelfish'ine?

1 entry daha