entry'ler (17)

başlık listesine taşı
  • !kendime mektup

    aziz ve pek muhterem şahsım (o şahsım diil, hakkaten bilfiil kendim şahsım),

    olağanüstü bir şeyler olmazsa 4-4,5 sene sonra yine seçim sath-ı mailine girmiş olacağız. ve "muhalefet" denen bu kesim yine seçilemeyecek ve işlevi mevcut iktidarın devamını garantilemek olan bir adayı allayıp pullayıp aday diye sunacak. adamın veya kadının işe yarar tek olayı da seçim gazıyla asgari ücreti biraz daha az ölümcül bir seviyeye getirttirmek olacak.

    neyse, işin özüne gelelim. bak buraya yazıyorum. gelme bi daha aynı gazlara. bu günden kabaca 55 ay filan sonra birini çok matah bir demokrasi kahramanı gibi sunacaklar sana. hatta bugünden bir tahmin yürütmem gerekirse o da rte 2.0 karakterinde olan bir konstantiniyye şehremini olacak. o gün bir düşün. bu "muhalefet" tayfası türkiye'nin yaşadığı belki de en kritik seçimde, üstelik konjektüre bakarsak kaybedilmesi de bu kadar zor olan bir seçimde 1 yıl ayı oynattı altılı masa diye. doldurdu oraya gültekin gibi, küçük enişte gibi dayıoğlusundan bile oy alamayacağı belli olan adamları. bunu da sırf gılışdarın adaylığına meşruiyet sağlayabilmek için yaptı. en son da herkesin kafasında sadece deprem varken "adayımız gılışdardır" diye çıktı.

    sen kıllanıyordun bu gılışdarın sünni türkiye'de seçilemeyeceğinden ama gaza geldin. hayır, seni uyaranlar da oldu, "olm bu adam seçilemez" diyenler oldu ama, "yok canım, artık zamanlar o zamanlar değil" dedin. demokrat dede muhabbetleriyle filan içinde bir şeyler kıpraştı. twitter'da filan vidyo izleyip inandırdın kendini. kandırdın kendini.

    özgerzek turizm... bu adamların sana daha önce verdiği adayları görmedin mi? mhp mebusu olacak ekmek için ekmeleddin'i, ne olduğunu geçen ay iyice anlayabildiğin mince'yi unuttun mu? daha bunların dediğine ne inandın? niye kendini kandırdın?

    gaza gelip oy kullanmaya 12 saat otobüsle git, 12 saat dön yaptığını saymıyorum. 2+1 muhabbeti eski otobüsler kadar kötü olmuyor şimdi yalan yok. ama kendini kandırdığına kızıyorum. kandırılman bu kadar kolay mı?

    neyseki bir tesellin var, o da ikinci turda aynı salaklığı yapmamış olman... yüzde yarımbuçuk oy daha alsa seçimi kazanacak olan adaya karşı bir kez daha gaza gelmemiş olman... %85 küsür katılım oranlı seçimde "sandığa gitmemiş küskün seçmen oy kullanırsa kazanırız" diye gözünün içine baka baka fizik kanunlarına aykırı yalan söyleyen muhalefet yorumcularına içinden "sieee" diyebilmiş olman...

    ya bi de bazıları çıkıp "seçimlerde şaibe var, akp şu köyden tulum çıkarmış, bu köyde müşahitleri kovalamışlar" filan demiyo mu... olabilir, seçimdir bu. şaibe olur. türkiye'de böyle şeylerin olmadığını da iddia edecek değilim. 1946 seçimlerini biliyoruz. daha yakın dönemde, urfa'da aşiretlerin blok oy kullandığını biliyoruz. hatta 1980'e kadar o aşiretlerin blok oylarını genelde chp'ye verdiğini de bir parantez açıp kaydedelim. ama şaibeleri konuşacaksak kronolojik sırayla gidelim bence. altılı masada ne oldu? onu bi konuşalım. orada şaibeli bir işler dönmedi mi? gültekin kim, açık mert korkusuz? onun orada varlığı şaibe değil mi? türkiye'de yaptıklarını geçtim, suriye'nin yerle yeksan olmasında oynadığı rol malum olan küçük eniştenin orada işi ne? o şaibe değil mi? bu adamın bilmemkaç tane yardakçısını niye meclise soktu chp? o şaibe değil mi? kendi seçmenleri filan yok bunların. nitekim davudov'un büyük etkisiyle konya'da chp et al. oyunu %21'den devasa bir artışla %22'ye çıkarmış. hele gültekin, afyon'da %29'dan 31'e çekmiş. bunların bize adam diye pazarlanmasında şaibe yok, urfa'nın 500 seçmenli köyünde müşahiti kovalamışlar, orada şaibe var. yersen... ben artık yemeyeyim. sen artık yeme.

    neyse, uzatmayayım. aha buraya yazıyorum. bir daha bu adamlar allah bir dese inanma. 4 sene sonra birilerini yine parlatıp önüne koyma çalışmalarına girişecekler. nagehan'la takılan ekrem mi olur o, yoksa 130. seçimini de kaybetmeye ant içmiş baybaykemal mi olur, artık kim olur bilmiyorum bugün. ama google calendar'a hatırlatma kurucam birazdan. seçimden önceki sene her ay seni taciz edip bu yazıyı okumanı söyleyecek.

    ya adam kaçıncı seçimini kaybetti, hala istifa etmiyor. istifa etmesi için ne olması lazım? kaç seçim kaybetmesi lazım? neyse, demem odur ki, bu kafanın önüne koyduğu adaya bir kez daha rey atarsan git bir akıl hastanesine filan göster kendini. valla bak... mevlana'yı mezarından kaldırıp aday gösterseler yine de sen karışma o işe. en azından kendini salak hissetmezsin benim şu anki halet-i ruhiyemden farklı olarak.

    hadi sağlıcakla,

    4-5 yıl evvelki şahsın

  • !iqsözlük bira içmelik arkadaş veri tabanı

    temmuz 20'ye kadar datça, akabinde de şişli civarı varsa alırım bi dal ben de.

  • türkiye işçi partisi

    bazı partiler vardır, dediklerini yapma yoluna baş koyarlar.
    bazılarının da işlevleri biraz dolaylıdır. söylemleri bir şeye işaret ederken fiiliyattaki işlevleri biraz daha değişik tezahür eder.

    1961'de kurulan türkiye işçi partisi (tip) ilk gruptaki partilerdendir. sendika liderlerince kurulmuş, hakikaten işçi kökenli bir partidir. sendika lideri deyince, bugün olduğu gibi mafyatik kalantorlar düşünmeyin. 1980'den sonraki işçiden aidat toplayıp sefa süren, siyasi yapıya sorun yaşatmamayı görev bilen sendika yönetimlerinden bahsetmiyoruz 1961'de. bu adamlar (evet adamlardı, kadın sendika lideri yoktu o zaman. şimdi var mı, bilmiyorum, bakmadım) gerçekten işçilerin arasından çıkmış, biraz okumuş oldukları için de dünyada olan biteni görebilen, çalışanların birlik olmadıklarında ezilmeye mahkum olduğunun bilincinde kişilerdi. kemal türkler güzel bir örnek mesela bu gruba. belki biraz saf, ama dürüst insanlardı.

    1960 ihtilalinden sonra askerleri 1950'lerin otokrasisinin yerine demokratik bir türkiye gerektiğine ikna eden sıddık sami onar gibi ekollerin etkisiyle 1961 anayasası gerçekten de demokratik bir siyasi yapı öngörüyordu. netekim kenan evren ileride bu demokratik yapıya atıfla "bu anayasa bize bol geldi" diyecekti. böylesi bir demokratik sistemde işçi haklarını savunacak bir yer bulabileceklerini düşünen sendika liderleri 1961'de türkiye işçi partisini kurdular. amaçları işçilerin daha iyi bir yaşamının olmasıydı.

    o dönemde türkiye'de örgütlü işçi sayısının pek fazla olmadığı, sanayileşmenin daha ilk aşamalarının yaşandığı, nüfusun kentlerden ziyade köylerde yaşadığı bir ortamda işçi haklarını savunan bir partinin alabileceği oy ise belliydi. düşün şimdi, sen sivas'ın koyulhisar kazasında, yukarı memiçler köyünde yaşıyorsun. en yakın fabrika 250 km mesafede, sivas il merkezindeki demiryolu bilmemnesi. ömründe fabrika görmeyi, işçi görmeyi bırak, köylü dışında bir sıfata hamil tanıdığın yok. ki zaten 1950'lerde osman bölükbaşı liderliğindeki cumhuriyetçi köylü millet partisi işte bundan dolayı köylü vurgusu yapıyordu. nüfusun %70'inden fazlası küçük topraklı köylü, ve işçi ne demek bilmiyor. hani bugün astronot hakları partisi olsa, yüzde kaç alır seçimde? onun gibi bir tablo.

    bizim işçi liderleri de bakıyorlar bu demografide hızlı bir sonuç almak kabil değil, aydınları partiye çekerek daha çok ses çıkarabilmeyi umuyorlar. bu hamle ile parti liderliğini üstlenecek olan mehmet ali aybar, behice boran ve çetin altan gibi isimleri partiye alıyorlar ve direksiyonu da büyük ölçüde onlara bırakıyorlar. mantıklı da bu adım o dönemde. mehmet ali aybar temiz adam (valla, kinaye yapmıyorum, ki sonra zaten temiz adam olduğu için altını oyup yönetimden şutladılar adamı gerçek siyasetçi, gerçek komünistler). bir de "güler yüzlü sosyalizm" diye sempatik bir söylemle geliyor. çetin altan gibi ağzı çok çok çok iyi laf yapan, ikna kabiliyeti yüksek isimler de yanında. toplum da bugünkü kadar kutuplaşmamış. konuşarak karşındakini ikna edebildiğin bir ortam var. parti ufak ufak yükselişe geçiyor.

    partinin oyu %3'e, mebus sayısı 15+1'e gelince iktidar (read demirel ve askerler) "lamn memleket gomunist mi olacak" diye bunların önünü kesmenin yollarına bakıyor. 1960 ihtilalinden sonra küçük partilerin de meclise girebilmesini, ve böylelikle demokrat parti faciasının tekrarlanmamasını sağlamak için getirilmiş olan milli bakiye sistemi kaldırılıp yerine seçim barajları dikilmeye başlanıyor. gerekçe her zaman olduğu gibi "istikrar". tip mebuslarının dokunulmazlığını kaldırıp terör merörden içeri atma teşebbüslerinde de bulunuluyor da o zamanlar hala hukuk mukuk olan bir coğrafyada yaşadıkları için padişahın keyfi olsun diye 10 yıl hapse atılmaları mümkün olmuyor.

    partinin siyasi yükselişi ve artan popülaritesi ana akım partilerin de olaya uyanmasını sağlıyor ve partinin amaçlarına da dolaylı yoldan da olsa yaklaşılıyor ufak ufak. chp zongalık mebusu ve 1961-65 döneminde çalışma vekaleti görevindeki bülent ecevit bu alandaki taleplerin farkında ve toplu iş sözleşmesi, grev, lokavt, sosyal güvenlik gibi konularda kayda değer düzenlemelerin yasalaşmasını sağlıyor. bugün türkiye'de çalışan hakkı olarak geçen ne varsa o dönemde, büyük ölçüde tip'in yarattığı baskı ile çıkan şeyler. 1980'de epey traşlanmalarına rağmen bugün hala o dönemdeki çabalar sayesinde var bu hakların bir çoğu.

    yalnız hakiki komünistler bu gidişattan pek memnun değildi o zaman. zira sosyalist bir partinin moskova ya da pekin köpeği olması gerekirdi. aybar'ın ve sendikaların çabalarıyla bağımsız kalan bir sosyalist parti düşünülemezdi. ne yani, burası tito yugoslavya'sı gibi sosyalist ve mutlu insanların yaşadığı bir ülke mi olsundu? bu bağlamda partinin içinde kaynayan kazan 1968'de iyiden iyiye fokurdamaya başladı. varşova paktı kuvvetleri (ya da eğip bükmeye gerek yok, sovyet ordusu) çekoslovakya'nın moskova yörüngesinden uzaklaşmasına izin vermeyerek ülkeyi işgal ettiğinde aybar çok net bir tavırla bu müdahaleyi kınayacak ve karşı duruşunu belli edecekti. ama sosyalistten ziyade moskovist olan başka isimler yalancıktan bir kınama sonrasında aybar'ın altını oymaya başlayacaktı.

    bir yandan da "bize bol gelen" anayasa 12 mart 1971'deki ordu muhtırası sonrasında epey traşlanacak ve tip gibi oluşumlara siyasi düzlemde yer bırakılmayacaktı. bu dönemde mehmet ali aybar da devrilecek ve partiden ayrılmak zorunda bırakılacaktı. seçmen de güleryüzlü sosyalizmin yerini fraksiyon çatışmalarının aldığını görüp "hadi bana eyvallah" diyecekti. 1980'e gelindiğinde 1960'lardaki tip'ten geriye sadece bir tabela kalmıştı. kenan evren onun da hakkından geldi sağolsun.

    neyse, en başta demiştim, partiler ikiye ayrılır diye. bazıları dobra dobra, dediğini yapmaya çalışır, bazıları da dolaylı bir işlevle, ak deyip bok sonucunu sağlama derdindedir.

    nasıl ben 1960'ların tahlilini sittin sene sonra rahat rahat yapıyorsam, bugünün hikayesini de 2080'de birileri ayrıntılarıyla yazar elbet. ama baktığımda 2017'de kurulan tip biraz bu ikinci kategoride görünüyor gözüme. neden derseniz (ki dersiniz, bu kadar yazıyı okuduktan sonra öyle lay lay, loy loy geçecek değilsiniz)...

    parti işçi partisi, ama parti programında (ki başlığı "devrim programı", tövbe tövbe, ondan sonra ağzını bozdu olacam) bugünün en önemli üretim aracı olan fikri mülkiyet haklarından tek bir bahis yok. numunelik bir cümle yok. fikri mülkiyet hakkının yazar vb'nin ölümünden sonra 75 yıl daha yürürlükte kalması bu hakların sermaye tarafından kullanımından başka ne işe yarar? bunu değiştirmeden nasıl devrim yapacağız? ama onun yerine bol bol göçmen şeysi var, "valla ellemicez, kendi keyiflerince giderler" mealinde. çok devrimci zahir... bol bol lgbt et al. muhabbeti var, amerika'daki demokrat partinin soyut solumsu yaklaşımını taklit edercesine. çevreyle ilgili bir sürü ezber cümle var, herhangi bir uluslararası şirketin pr amaçlı sürdürülebilirlik tatavalarında bulabileceğinizin aynısı nitelikte. eti negro'nun adını değiştirme fikri de bu arkadaşlardan mı çıktı diye düşünmeden edemiyor insan.

    parti işçi partisi, ama önde gelenlerine bakıyorsun, ellerinde bin dolarlık iphone'lar. "foxconn fabrikalarında işçilerin durumu nedir hacım, bi deyiver hele" diye sormuyor kimse balabalatv'de ne de olsa. en fazla, birisi kenarından "apple, ne iş?" diyecek olsa "ne var, siz de alın, herkes alsın" diyor yanıt olarak. niye herkes dünyanın en büyük şirketinin malını alsın ağam? sen işçi partili değil misin? sen sosyalist değil misin? trilyon dolarlık şirket normal bir olgu mu? o trilyon dolar kimin cebinden çıktı? onu bi düşünsene. neden bütün yazılımı, tasarımı, her şeyi telifli, patentli, sermaye tekelinde ürünler kullandığını bir sorgulasana. açık kaynak kodlu, standartlara uyan ürünler kullanmak yerine, kabloyu usb'ye çevirmemek (ve dolayısıyla 40 sentlik kabloyu 40 dolara satabilmek) için avrupa birliği ile 4 yıl hukuk savaşı veren bir şirketin ürününü kullanmaktan nasıl ar etmediğini bir açıklasana.

    bunlar biraz demagojik söylemler, ben de farkındayım. ama bir de bağlam var partinin ortaya çıktığı...

    selocan döneminde hdp'nin attığı bölge partisinden ülke partisine tekamül adımları çok taşı sarstı. hatta neredeyse padişahı padişah bile yaptırtmayacaktı bu çabalar.

    o yıllarda yetmez ama evet diyen birinin çıkıp bugün tip'in seçim şarkısını söylemesi karşısında düşünmeden edemiyorum. tip'in işlevi demek ki selocan'ın ve partisinin gerçekten türkiye partisi olma teşebbüsünü akamete uğratıp ülke soluna adres olarak tip'i göstermek.

    adam on senedir maphusta yatıyor o attığı adımın cezası olarak. bana da "sola oy vereceksen buyur tip var burda" diyor sempatik bıyık, sera ve müzik piyasasının baş mafyası (hayır, doktor erol bey'den bahsetmiyorum).

    (bu paragrafı muktesid'in alttaki entry'sinden sonra ekledim. bu sözlükte bir başlığa n tane entari yazmalamaya nasıl bakılıyor bilmiyorum. risk almayayım dedim. neyse şimdi paragrafa dönelim) hdp'nin nasıl sabote edildiğine bir örnek yat sahibi işçi partili mebus adayımızdan geliyor. mehmet aslantuğ'un tip adayı olduğu muğla'da son 2 seçime bakalım, hdp ne yapmış. 2015 haziran'da hdp muğla'da geçerli oyların %5,45'ini almış (kasım rakamlarına bakmayalım, o seçimlerin nasıl bir havada yaptırıldığını biliyoruz hepimiz. kaldı ki biraz sonraki argümanım için aslında kasım rakamları daha doğrulayıcı bir tablo sunacaktı). 2018'de ise fiili lideri hapiste olduğu halde hdp'nin oyu %6,73'e çıkmış. çok kaba ve basit bir trend hesabıyla hdp'nin bu seçimde %9'a yaklaşacağını, şansı yaver giderse 1 mebus çıkarabilme ihtimalinin bulunduğunu söyleyebiliriz. kesin çıkaracak diyemeyiz ama o potaya yaklaşıyor parti. trend o yönde. eh, ne yapalım? tip'in medyatik isimlerinden birini hemen karşısına dikelim ki yalan olsun o ihtimal de.

    (yine sonradan yazılmış bir paragraf) hatta bırak biji serok gilleri, chp'den mebus alıp akparti'ye vermeye bile yarayabilir yatlı işçimiz. 2018'deki rakamların bugün aynen gerçekleştiğini, tek değişiklik olarak tip'in denkleme katıldığını varsayalım. 2018'de chp muğla'da oyların %40,8'ini alarak 4 mebus çıkarmış. hazretullah ise %28,1 ile 2 mebus. "chp'li elitist teyzelerin" %4 oranında yatlı memo'ya kaydığını düşünelim. çok değil, %4. bizim yatlı mavi yaka seçilecek değil bu %4'le elbette. ama chp 1 milletvekilini yitirecek ve o vekil de akparti vükelasının muhterem bir üyesi olacak. (hesap için bkz.) yani bu %3'lük şirincikler yer yer chp'den mebus alıp akp'ye de takdim edecek. aksi de mümkün değil, çünkü akp seçmeninin sera'ya rey atacağını düşünmüyoruz değil mi? şimdi ben buna proje partisi, plan program deyince de abartmış mı olurum?

    1960'lara bakarak bugün olacak şeyi söyleyeyim size. halihazırda %10-12 oyu cepte olan bir sol partimiz olacağına %3 oyu ya olan ya olmayan bi cihangir partimiz, bi de orta vadede kendine kürt milliyetçiliğinden başka yol göremeyecek güneydoğu partimiz olacak bu süreç sayesinde. selocan yattığıyla kalacak. biz de güneydoğu/kürt meselesinde huzura kavuştuğumuzu göremeyeceğiz.

    (bu da sonraki entry'den sonra eklenmiş bir paragraf) hdp'nin seçim videolarına baktığımızda da bu hissiyat belli zaten. 2015'te, 2018'de daha heterojen bir grup videolarda görünürken bu yılki videolarda güneydoğunun yerel kıyafetlerine daha baskın bir vurgu var. 33 kere şu kıyafet göründü, 5 kere kot pantol, 12 kere baş örtüsü çıktı diye saymadım ama videoları izleyince siz de aynı hisse kapılırsınız diye düşünüyorum.

    heyhat, kaderimiz de amerika'daki demokrat seçmen gibi lgbt kavgalarıyla, göçmene ayrımcılık muhabbetleriyle eğleştirilip, yerelde hazretullahın meclis üzerinden gılışdar'ın yoluna taş koyabilmesini seyretmek, globalde de trilyon dolarlık şirketlerin çarkına zinhar çomak sokmamakmış.

  • paddlers

    pampers çakması bebek bezi markası.

    oğlunuzun/kızınızın altının nemli kalmasını, o şirin koalanın yerini derdini ifade edemediği için iyiden iyiye garibana ya da belki bütün apartmanı ayağa kaldıran bir ciyakmatiğe bırakmasını, "ya nooldu ki, bu çocuk böyle diildi" diye düşünüp durmayı, o sırada kaynananızdan komşuya kadar herkesin ayrı bi akıl vermesini, 2 gram fazla işediğinde ya da siz bezi değiştirmekte az geciktiğinizde bir de üst-baş değiştirme sıkıntısı yaşamayı, geceleri 4-5 saat rahat uykusu olan çocuğun 2 saati bulmadan uyanmasını ve haliyle sizi de ayağa dikmesini, hatta yeri geldiğinde yatağa kadar ürik asitten fosfata bilumum kimyevi madde akışı sağlamayı istiyorsanız alacağınız marka budur. şiddetle tavsiye ederim. on numara, beş yıldız.

    bir de bu bez markalarında ne çakmalar varmış, piyasayla yeni tanışan biri olarak hayretle yenilerini görüyorum ne zaman hepsibuyannı'dan bebek bezi siparişi vermeye kalksam. prima yerine prina mı ararsın, evy baby yerine every baby mi istersin, her türlüsü var. benim gibi bi anlık dalgınlıkla yapacağınız bi hatanın maliyeti en az 3 günlük ruh sağlığınız olabilir.

  • nşa

  • akıllı bankacılık

    bir reklam sloganı. ama tüm reklam sloganları gibi içi boş.

    bizzat yaşadığım bir durumu anlatayım.

    nşa'da türkiye merkezli bir garibanım. ekonomik hayatım da türkiye merkezli haliyle. ve tabii kredi kartım da. geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer yıllarda hanımla kaçıp o memleket senin, bu memleket benim gezdiğimiz çoktu ama malum ekonomist o zevkimizi de halledeli epey oldu. adam püritan mıdır, evangelist midir artık neyse, keyif gördüğü, zevk gördüğü yerde irrite oluyor. neyse, bunların hepsi umuma malum şeyler, "ne anlatıyosun, sadede gel" dediğinizi duyar gibiyim.

    bu eski gezmelerimizde muzdarip olduğumuz bir mevzu, bizim pasaportun pek bi yerde saylanmamasıydı. tamam, mostar köprüsü, lviv kruvasanları filan da güzel de, edirne'den sola ya da üste gitmeye kalkınca vize kuyrukları, bilmemkaç avro ücretler, 2 ay uğraşıp bi haftalık vize almalar gibi "olm daha nası anlatıcaz, gelmeyin buraya" mesajı insanı insanlığından bezdiriyor.

    biz çektik, oğlumuz çekmesin dedik. sistemde bug da var, jus soli hadisesinden yararlanalım, oğlan gavur olsun, istediği gavuristan'a istediği gibi gitsin dedik. kuzey kore'ye gidecem derse de artık onu da kendisi ayarlasın dedik. amerika'da yaşayan birader de var, o da kolaylık sağlar, gidek orda pörtletek hacıyı da alsın o psikopat kartallı pasaporttan dedik. gerçi bu jus soli için ideal ülke abd değil. bunlar vatandaşlarına yurtdışında da vergilendirme uygulayan bi ayrı denişikler. bi türk olarak atıyorum kamboçya'da para kazansanız, hazreti ekonomist ona da vergi koymaz. aklına gelmediğinden değil de, alamancıları gıcık etmek istemediğinden muhtemelen. ama koymaz işte sonuçta. bu trumpofonlar öyle diil. amerika'ya ayak basmadan 80 yıl yaşa atıyorum ekvator gine'sinde. paranı pulunu orada kazan, harca. yine de amerikan vergi dairesine beyanname verip ekvator ginesinin almadığı vergi miktarı kalmışsa onu amerika'ya vermeni isterler ki, o paralarla sağa sola savaş açabilsinler, zenci öldürsünler, zenginlere vergi istisnası getirebilsinler vs. vs.

    neyse bizim ailemiz amerika'daydı, o yüzden oraya seyirttik. bu iş için kanada gibi daha ideal alternatiflere gidecek olursanız daha rahat olur hacı yeğenimin hayatı ileriki aşamalarda. geldik chicago kışına. 3 aya yakın kalacağız, ve netekim kalmaya da başladık. e burada kalırken taş yemek olmuyo. biraz bişeyler yiyosun içiyosun. bişeyler satın alıyosun. uber'e filan biniyosun. yani kredi kartı kullanıyosun. kullandıkça da benim türkiye'deki bankamın aterilerinde bi alarm çalıyo. "bu adam burda yaşıyodu ama şimdi kartı chicago'da geziyo. noolmuş çaldırmış mı, bi acayiplik var" diye düşünüp sağolsunlar bana mesaj atıyolar. "3333 ile biten kartınızla chicago walgreens'te 33.33 dolar harcandı. bundan haberiniz var di mi? yoksa 3333'e mesaj atın ki biz de kartı kapatalım, daha fazla girmesin size". eyvallah. akıllı bankacılık. ben de bu mesajları sallamıyorum haliyle. zira o 33.33 doları bilfiil ben harcadım. oğlana bez aldık. n boy artık uymuyo, 1 boya geçtik. 5 tane alırsam tanesi 2 dolar daha ucuzdu ama rafta 3 tane vardı, ordan da bi 6 dolar patladı. illinois kdv'si filan derken... neyse bunları niye anlatıyosam size.

    özetle, ben geçici olarak da olsa chicago'dayım, ve bankam da benim chicago'da olduğumu biliyo. 80 tane mesaj var telefonumda bu mevzuda.

    ama sevgili, aziz ve pek muhterem bankamın bir de bu aralar beni arayası tutmuş 0850'li numarasından. olur ya, bankadır bu, aratır robotlarına, çağrı merkezinde o an işi olmayan kullarına vs. buna da şaşırmadık. lakin bu işin bir de pek akıllı olmayan kısmı var.

    şimdi orta çağlarda filan kilise gıcıktı. dünya düzdür diyodu. aristo, eski mısır, galile falan fişman. bu muhabbetleri hepimiz biliyoruz. bugün artık hepimizin vakıf olduğu bi bilgi, dünyanın yumburlak olduğu, kendi çevresinde döndüğü, ve bu dönüş esnasında yamacı güneşe dönük olan kısımlarının sırayla yerini daha batıdaki kısımlara bıraktığı. yani kastamonu'da öğlenkene uruguay'da öyle olmuyor. herkes sırasını bekliyor. biz de chicago'da sıramızı bekliyoruz haliyle. sıramızın gelmesine de bi 9 saat var (sonraları 8 oldu aaah ah, yaz saati uygulaması yaremiz).

    benim çok akıllı bankam, benim chicago'da olduğum hakkında 80 tane mesajı telefonumda duran bankam, çok düşünceli bankam, her konuda bana yardımcı olmak isteyen bankam, cici bankam, güzel bankam, ki burada adını verip arkadaşlarının arasında rencide etmek istemiyorum... beni inatla gecenin 3'ünde arıyor.

    oğlanı pışpışpışpışpış seansıyla 90 dakka sallamışım zaten. bir dahaki acıkmasına kalmış şurda ya bir saat, ya o bile yok. gözlerim kan çanağı. hakkım kaç saliseyse onu uyumak için can atıyorum. oğlum altın ıslak, onu da biliyorum ama zor uyuttum zaten. ilerde bu satırları okursan noolur anla beni. şimdi bezini değiştirirsem senin uyanıklık saatin resetlenecek ve ben kafadan 1.5 saat daha uyanık kalma savaşı vereceğim. azıcık da şişik bezle yatıver.

    neyse, akıllı bankama bu hadisenin çok akıllı bir davranış olmadığını lisan-ı münasiple anlattım, web sitelerindeki formu kullanarak. 1 ay sürdü yanıt vermeleri. o da "iletişim tercihlerinden telefonla aramayı çıkardık, ne trip yapıyon ellaam" oldu.

    ben sanki bilmiyodum onu kapatmayı. lazım olduğu oluyor. şubenizdeki müşteri temsilcimin beni araması gerekiyor. bilerek açık bıraktık orayı. biz de biliyoruz internet şubenizden iletişim tercihlerini kurcuklamayı.

    demem odur ki, bu akıllı teknolojiler sadece onu kullananlar kadar akıllı. the difference between smart people and dumb people isn't that smart people don't make mistakes. they just don't keep making the same mistake over and over again.

  • daha güzel yaşamak parayla mı?

    büyük avusturyak düşünür arnold schwarzenegger'in de ifade ettiği üzere "para saadet getirmez. tamam, şimdi 50 milyon dolarım var. ama 48 milyonum varken de aynı miktarda mesuttum."

    ama soru yukarıda da dendiği üzere "parayla saadet olur mu hacım?" değil. "parayla daha güzel yaşanır mı?" parayla daha güzel yaşan[abilir]. paranın olayı bir şeyleri yapmaktan ziyade mümkün kılmak değil midir?

  • tercüme

    ben çocukkene aktif bir şekilde icra edilen, ama bugünlerde rastladığımızda "aaa bi de bu iş vardı di mi?" diye bizi düşündüren meslekler var.
    kalaycılık misal. ya da kunduracılık. veyahut yorgancılık. terzilik... ciltçilik... vs. vs.

    sokaktan kalaycı geçtiğinde bütün evlerden çocukların eline tavalar, taslar, tencereler tutuşturulur, kalaycıya gönderilirdi. anneannem de beni bu brokerlik pozisyonunda işlevsel görürdü rahmetli. daha kafamın paraya pula basmadığı zamanlardı. işin tarifesi neydi, kadınlar çocukların eline kaç parça eşya, kaç adet atatürk resmi tutuşturacaklarını nerden bilirlerdi, hatırlamıyorum. ama sorunsuz, tıkır tıkır işleyen bir süreçti. kadın camdan kalaycıya bağırırdı. kalaycı 'tamam abla' gibi bir şeyler der, sırtında taşıdığı ekipmanı indirirdi kaldırımın geniş bir yerine. sonra da kadın evdeki oğlanlardan angaryayı kabul edecek kadar küçük, ama bir yandan da becerebilecek kadar büyük yaşta olan bir tanesinin eline tutuştururdu ne kadar kap kacak varsa. ben merdivenleri inip dış kapıdan geçene kadar da kalaycı mucizevi bir biçimde ateşini yakmış olurdu. 3-5 dakka içinde o ateşte erimeye başlayan kalayı bakır kapların orasına burasına güzelce yedirirdi. zaten kalayladığı 7 milyonuncu tencere olduğu için gözü kapalı bile yapabilirdi muhtemelen, ama o mevzuda iddialaşmadım hiç kendisiyle. iş bitip tencere soğuyunca da al mektuplarını, ver mektuplarımı kısmını hallederdik faaliyetin. daha doğrusu adam hallederdi de, ben de hesaptan kitaptan anlıyomuş gibi orda bakarak olurdum. bi nevi türkiye'deki inşaatları denetleyen tipler gibiydim yani.
    hala bazen şişli'deki sokağımızda gördüğüm oluyor. ama ben çocukken gençten sayılabilecek kalaycı adamlar artık 60'larında açık net. artık malzemeyi sırtlarında taşımıyorlar da her yeri pastan dökülen bir kartal ya da torosla gezdiriyorlar. bir de kömürlü bir ufak ocak yerine artık tüplü bir şeylerle yapıyorlar, ama bizim bildiğimiz küçük tüplerle alakası yok. yalnız bir ortak noktaları var ben çocukkenki kalaycılarla şimdikilerin. konuşmayı pek sevmiyolar. çocukluğumun kalaycıları 9 yaşındaki veletle muhatap olmaya erindiği için konuşmazdı sanırım. şimdikiler de mesleklerinin son günlerini saymanın hüznünden galiba. ama bir şey çok açık: 10 sene sonra atıyorum dünyaya saldıran uzaylılara karşı elimizde işleyen tek silahın kalay lazeri olduğunu fark etsek bile numunelik bi tane kalaycı bulamayacağız şifa niyetine. trend net.

    ilkmektep 2'de miydim, 3'te miydim, hatırlamıyorum. doktorun biri "sizin oğlan yampirik basıyo, gidin kunduracıya söyleyin tahta potin yapsın" mealinde bişeyler dediydi benim rahmetlilere. bizimkiler de aldılar beni, götürdüler kunduracılar çarşısına. orda babamın tanıdığı birine gittik.
    babam da babaydı be. hani o yaşlarda dünyanın en önemli adamıymış gibi gelir ya size. benimki de memlekette herkesi tanırdı. ya da ben öyle sanırdım. camcı mı lazım? bizim halil'i çağır gelsin. anahtarcı? necmi vardı ya, babamın tanıdığı, ona giderdik. elektrikçi lazım diyosun? hemen fehmi ustaya yollanırdım. pide döktürecek olurduk, apo'ya gönderirdi. tabi apo'yu öyle anarşik gomunik filan düşünmeyin, sıradan bir pideciydi kendisi. işini iyi mi yapardı, kötü mü, bilmirem. ama babam onu tanıdığı için ona gönderirdi bizi.
    velhasıl, kunduracı abdül'ün tükkana gittik. abdül'ün gerisi nedir, kayıtlarımda mevcut bir bilgi değil. siz deyin abdüllatif, ben deyim abdülrezzak. neyse, abdül çıkarttırdı benim yan basmaktan yamulmuş ayakkabıları. mezurasını çıkardı, oradan çekti, buradan sardı. 3-5 ölçü aldı. ondan sonra da ayağımdan çıktıklarına benim mi daha çok sevindiğim, kendilerinin mi daha çok sevindikleri belli olmayan eski ayakkabılarıma baktı. babama göstererek "abi bak işte bunları kösele diye satıyorlar ama uyduruk malzeme. bundan kemer yapmam ben, adam ayakkabıya koymuş. haliyle eğiliyor, bükülüyor. olan da bu sabinin ayağına oluyor" dedi. neyse, bizi gönderdi, haftaya gelmemizi tembihleyerek. o arada da tahta ayakkabıları yaptı ölçüsüne göre. hani öyle tahta diyince heidi'nin ayakkabıları gibi bişey gelmesin aklınıza. dışarıdan bakınca deri ayakkabı modeldi, ama içeriden epey sertti. o kısmını bir ben bilirim zaten. 5-6 ay giydim onları, ayağım içine sığmaz, sığmadığını da tarafıma bağıra çağıra bildirmekten çekinmez hale gelene kadar. lakin ne olduysa o dönemde, sonraki ayakkabılarımın hiç öyle tek bir tarafı yamulmadı, ezilmedi. artık ben mi düz basmayı öğrendim, yoksa sonraki ayakkabılarımda malzeme kalitesini mi artırdılar (ki kinetix bile giydim vaktinde hani orta anadolu ergenleri arasında onun moda olduğu zamanlar) tam bir şey söyleyemeyeceğim.
    bu kunduracı milleti sıfırdan potin yapmanın yanında mevcut potinleri de tamir ederlerdi. tabii o zaman tamir edilable ayakkabılar vardı. bugünkü gibi artık vietnam bile pahalı geldiğinden kamboçya'da yapılan naylon torbadan hallice şeyler değildi o zamankiler. ve evde ayakkabı dolabı olmazdı. zira herkesin bir çift ayakkabısı olduğundan, dolap dolduracakları aklımıza gelmezdi. benim hanım bugün 20 çift (abartmıyorum, ki zaten abartı mevzuu bir rakam olmadığını siz de kendi deneyiminizden biliyorsunuzdur) ayakkabı türevine bakıp "giyecek hiç ayakkabım yok" diyebiliyor. o zamanlarda tahayyül edilebilecek bir durum değildi bu. bayramda bir çift ayakkabı alınırdı. o benim ayağıma olmaz hale gelene kadar giyerdim. bi yeri sökülmüş, açılmışsa kunduracı abdül'e gider düzeltilirdi. o yolculuk da yaz mevsimine geldiyse ayağımda terlikle şahsım tarafından, kış mevsimine geldiyse muhterem pederim tarafından gerçekleştirilirdi. takip eden yılda da benim ufak biraderin demirbaşına kaydedilirdi. ve bu süreç tekrarlar giderdi.
    geçenlerde baktım kunduracılar çarşısına da, evet hala kunduracı mekanın sahipleri. ama mahiyeti değişmiş ticaretin. artık imalat ya da tamirat değil, istanbul'dan gelen malı memleketin ilçelerinden gelen müşterilere "kaktırma" aktivitesi var mekânda sadece. müşteri kitlesi içinde de bırak medreseyi, dar-ül fünun'u, mekteb-i salis (yani lise) bitirmiş kimse de yok gibi. değişen devranın, eriyen kitlelerinin hala ucundan sarıldığı bir adetin çökmekte olan tezahürü artık oradaki.

    bizim sokakta, babamın yazaanenin karşısında bir 'matbaa' vardı. matbaa dedimse, gutenberg'inkinden çok da hallice değil. hala elle dizilen harfleri vardı. onlarla resmi evrak olmak üzere bir şeyler basarlardı. bir de ciltleme yaparlardı. eskiyen, dağılmaya çalışan kitapların elini yüzünü toplarlardı. babamın tuttuğu defterleri sağlamlarlardı. bir de, benim marifetmiş gibi biriktirdiğim bilim ve teknik dergilerini yıl yıl ciltlerlerdi. bugün çok komik geliyor ama o zaman o dergileri saklamam gerektiğini düşünürdüm niyeyse. saftirikliğimin bir bahanesi olarak daha google ile, hatta internet ile, hatta neredeyse bilgisayar ile tanışmamış olduğumuzu söyleyeyim.
    ben üniversite için memleketten gittikten sonra görmedim bir daha o matbaayı. tabi döndüğüm oldu memlekete ama, galiba artık yerinde yoktu o matbaa. tıpkı onun gibi başka matbaalar ve ciltçiler gibi. zaten bilim ve teknik de yalan oldu fetöcülerin elinde. ne yalan olmadı ki memlekette.

    neyse, demem odur ki, çok değil, 3-5 yıla bizim meslek, yani tercüme de bunlar gibi olacak. 3-5 yıl giderek daha ziyade kunduracılar çarşısındaki satıcılar gibi ekmek yemeye devam edeceğiz. paralı bir iş düşürdük mü oradan o ayın nafakasını da çıkardık diye halimize şükredeceğiz. istanbul'dan değilse de google'dan ya da chatgpt'den gelen uyduruk malzemelerin elini yüzünü toparlayarak gittikçe küçülen bir müşteri kitlesine satmaya devam edeceğiz.
    10 yıla da tercüman dediğin bizim sokağa hala yılda 2-3 kere uğrayan 60'lık emmi gibi olacak. zanaat icra ettiğini, ama artık o zanaate talep kalmadığını bilmenin depresyonuyla yorgun... kendisinden sonra kimsenin gelmeyeceğini bilmenin hüznüyle sıkkın... belki mesleğin demografisindeki daralma 3-5 sanatkar kitap çevirmeninin emekliliğe yetişmesini de kurtarır sonrasında ama... bunlar hep uzatmalar artık. ne kaldı ki şurada douglas adams'ın babelfish'ine?

  • dolapdere big gang

  • !erkeklerden kadınlara sorular

  • kendine körkütük aşık etmenin adımları

    aylarca, hatta bazen yıllarca peşinizden koşmuş olsun. bu çok mühim bi nokta. o dönemde koşullandıracaktır kendisini sizin ne kadar değerli olduğunuz konusunda. ilerleyen dönemde bunun çok avantajını görürsünüz.

    pahalı bir sevgili olun. sürekli masraf çıkarın. hiç aralıksız. her gün sizin için bir şeyler alması gereksin. adamın/kadının kazancını hiç çekinmeden eritin. normal zamanlarda zaten eritin, bi de bazen keyfinize göre hiç öngöremediği masraflar da çıkarın, kredi kartını diplettirin. atıyorum, hasta olun durduk yere. ama öyle habersizce atlatıp geçireceğiniz türden değil. onun da haberi olsun ve sizi hastaneye götürmek zorunda hissetsin kendini. özel hastane sahibinin sağlık bakanı olduğu memlekette de ordan zaten işlemin gerisini hallederler. acımayın. ne kadar masraf çıkarırsanız o kadar kıymetli olursunuz. sizden vazgeçer diye korkmayın. yok öyle bişey.

    ilişkinin ilk gününden itibaren işlere, yemeklere filan katiyyen elinizi sürmeyin. hepsini ama istisnasız hepsini ona yaptırtın. öte yandan her şeyin sizin istediğiniz anda olmasını da mecbur tutun. misal canınız yemek mi istedi? yemek gelene kadar kafasını şişirin (burada başka bir fiil daha gerçekçi olurdu, lakin ayıptır). saate filan da bakmayın. gece 4'se gece 4. işi ne? yapsın.

    uğraşıp yapıp önünüze koyduğu yemekleri bazen sırf kapristen yemeyin bırakın öylece. bunu da tamamen rastgele yapın ki kestiremesin. ona göre hazırlık yapamasın. iyice kafası allak bullak olsun.

    ama yemeği yemeye karar verdiniz diyelim. sen yemek yaptıysan ben de gözlerine bakma lütfunu gösterdim der gibi gözlerinin içine bakın yerken. ama sizinle konuşmaya filan çalışırsa o anlarda, esneyin, gözlerinizi kapatın, hatta uyuklayın ki ne kadar sıkıcı olduğunu anlasın haddini bilmez.

    canınız öyle istediğinde adamın/kadının hayatının orta yerine sıçın çekinmeden. hiç utanmadan hem de. hatta sıçtığınız yetmez, bir de sıvayın. unutmayın ki size ne kadar invested olursa o kadar bağlanır. uğraşsın toparlasın. utanmayın valla.

    arada bir kısa süre de olsa güleryüz gösterin. canınız istediğinde şirin, tatlı biri olma potansiyeliniz vardır diye düşünüyorum. istismar edin bu potansiyeli. sizden 3 dakka tatlılık görecek diye 33 saat nöbet beklemesi gerekebileceğini gösterin ona.

    sizden başka bir şeyle ilgilenmek istediğinde müsaade etmeyin. netflix bile seyredemesin. ne zaman 5 dakka boş vakti olduğunu düşünse 2. dakkaya gelmeden ilgi budalalığınızı arşa vurdurun. zaten bu evrende sadece siz varsınız. başka neyle ilgilenecekti ki köle isaura?

    iletişimde hep dinlenen taraf olun, asla dinleyen taraf olmayın. canınız ne isterse, ne zaman isterse, o şeyi o anda yapması gerektiğini öğrensin. ondan gelecek talepleri, dilekleri hiç umursamayın. öte yandan, kendi taleplerinizi de biraz gizemli bi şekilde iletin. canınız eğlence mi çekiyor, yemek mi çekiyor, temas mı çekiyor, pek emin olamasın. sizi tatmin etmek için panikle bütün düğmelere bassın dursun.

    hayatını domine edin. bir yere mi gidecek? bir toplantısı mı var? arkadaşlarıyla mı buluşacak? sizi hesaba katmadan plan yapamasın. hatta arkadaşlarından da uzaklaştırın. her şeyin merkezinde siz olun. bkz. yukarıdaki köle isauralı paragraf.

    "ya bu nasıl bir liste? bunların onda birini yapsak kapıya konuluruz" diye düşünmeyin. tüm bunları ve daha beterlerini yapsanız da, o minnak başınızı omzuna yaslayıp gazınızı çıkarttırırken uyuyakaldığınızda körkütük aşık olmayacak adam/kadın yoktur.

  • winnie the pooh

    kendisiyle tanışma şerefine dün nail olduğum hikaye. diyeceksiniz, 'gelmişin kırkbeşe, yeni mi gördün bu ayıyı?'. elbet varlığından haberdardım da, önyargımdan açıp okumam ya da seyretmem biraz zaman aldı. ta ki dün akşam 5.5 yaşındaki hacı yiğenim illa ki seyredelim diye tutturana kadar. eleman biraz ısrarcı olabiliyor bu mevzularda. şirin de yaratık. kıramıyosun. ehh dedim ben de. 'napalım ömrümden bi saati de henüz daha ilkokul yaşına gelmemişim gibi yaparak geçireyim madem.'

    zaten bu aralar öyle geçirdiğim zamanlar epey yoğunlaştı. bizim yeni doğan halit ziya ciyaklıgille şapşik şapşik muhabbet ederek geçirdiğim saatler misal, ki kendisi muhabbete taraf olmaktan ziyade biberona saldırmayı ya da babasını procter&gamble hissedarlarına hizmetkar kılmayı tercih ediyor. ya da ufak yiğenlerle yaptığımız "hapisten kaçma" kisvesi altında boğuşma oyunu... bugüne kadar 10 yaşından küçük olup da yakaladığınız ve kollarınızdan kurtulmaya çalışırken "1957'den beri buradan kimse kaçamadı", "burası silivri, burdan çıkış yok" gibi laflarla gaz verdiğiniz çocuklardan oyuna bayılmayanına rastlamadım. ama şimdi bu son cümleyi bi daha okudum da, yanlış anlamayın, öyle sapık mapık bi oyun diil. yeğeninizle filan oynayacağınız bi boğuşma oyunundan bahsediyorum, aklınıza garip şeyler gelmesin. gerçi 45 yaşındaki herifin 5.5 yaşındaki yeğeniyle boğuşması garip in and of itself, ama neyse anladınız siz beni.

    velhasıl, açtık bi büyük paket doritos. bana pek gelmiyo o mısırlı doritos. o yüzden biraz da çubuk kraker türevi bişey açtık. geçtik ekranın karşısına, başladık balonlu ayıyı seyretmeye. bizim yeğen de heyecan yaptı. bi yandan ekrana sabitlenmiş durumda. bi yandan heyecandan sandalyede oturamıyo falan. ben de inşallah uzun diildir diye saate filan bakıyorum. ama ufaktan sarmaya başladı. bi türlü patlamak bilmeyen bi uçan balon. konuşan bi sürü hayvan. şirince lisanında yazılmış yazılar filan. bunlar böyle anlatınca 'ne ki yani?' diye soracaksınız haliyle. ama bir de canavar gibi bir subtext varmış da ben bihabermişim bugüne kadar. adam ingiliz toplumunun dehşet bir eleştirisini işliyor 5.5 yaşındaki oğlana çaktırmadan.

    mesela, o ayı var ya o ayı, bildiğin aristokrat. hiç iş yapmadan ona buna talimat veriyor. tek derdi de bal yemek. başka bişey umrunda değil. hani downton abbey'deki o suratsız hatun işte. domuzcuk onun sadık hizmetçisi. deli gibi çalışıyor, her işi yapıyor, ama karşılığında hiçbir taltif, hiçbir teşekkür görmüyor. baykuş bir nevi ruhban sınıfı. herkese akıl veriyor ama hiçbirşeye dokunduğu yok. davşan orta kademe bürokrat. yeri geldiğinde uyanıklık da yapıyor, yeri geldiğinde iş de. ama güvenilmez kendisine. arkadaşım eşek de bu tabloda depreseyona girmiş çaresiz ezilenler.

    bütün bunların arada söyledikleri şarkılar türküler, sıkıştırılan iğneleyici ama zarif espiriler, balonun işlevsel dokunuşları filan da çok keyifli bir hale getiriyor bütün hikayeyi.

    keşke daha önce izleseymişim. keşke.

  • dacia duster

    "renault grubunun bu topraklarda beyaz toroslarla yakaladığı başarıyı tekrarlama teşebbüsü niteliğindeki vasıta" yazmaya gelmiştim buraya, ama konuya girmeden bir husus dikkatimi çekti.

    arattım "dacia duster" diye, başlık boş çıktı. olur, mekân yeni, normaldir. ama altında "insanlık böyle bir şeyden haberdar değil ellaaam" yazıyor. hacım insanlığın bihaber olduğu mevzuyu ben nereden bileyim? deity miyim? kadim bi uzaylı uygarlığının hayatta kalan son üyesi miyim? ya da birilerinin yapıp 3 milyar yıl önce uzaya saldığı bi yapay zeka mıyım? ki bunlardan biri olsam duster ile ne işim var. mersoyla filan gezerim s kasa.

    neyse, mevzuya dönersek, mobilet piyasasında bazı modeller iyi tutar, onları da uzun süre yapar satarlar. misal fiat'ın kuş serisi, ya da renault'nun 9'u. hatta bazen söz konusu iyi satan model artık antik çağları hatırlatması nedeniyle rakiplerin dalga geçmesine sebep bile olabilir. bugün artık kuş serisinin artık üretilmemesinin nedeni bence alacak müşteri bulunamamasından ziyade tofaş'ın kendisinin utanmasıdır 1974'te piyasaya çıkmış bir aracı üretmeye devam etmekten. orijinal tosbağa'nın piyasadan kalkmasının da altında muhtemelen bu neden yatar. station (steyşın diyelim daha rahat olalım) toros'ların da.

    ama piyasadan çekilen ürünün altında yatan mantığa halen talep vardır. bu nedenle otomobil üreticilerinin ürünlerinde bir devamlılık görülür her daim. artık doğan görünümlü şahin üretilmese de egea üretilmektedir onun yerine. egea da zamane doğan'ı değil midir? ya da palio? zamane serçesi işte. symbol? renault 9 broadway diyorum. birebir aynı değildir bu modeller eskileriyle, ama aynı sosyal ihtiyaçlara uyarlanmış ve üreticinin eski modelde edindiği birikimi yansıtan ürünlerdir bunların herbiri.

    bu mantık içerisinde konu başlığımız dacia duster'a da bakarsak... toros... steyşın... ama hidrolik direksiyonlu, abs'li ve klimalı.

    tasarımında bir ne olacağına karar verememişlik söz konusu bu aracın. misal, yamacından bakarsınız, sempatik şirin bir gazoz açacağı logo da size bakar. ama iki yanında en haşininden farlar sizi süzer. bir başka örnek, dört çeker, altı yüksek bir arabadır kendisi; köyde, yaylada rahat kullanalım, araziden korkmayalım diye sanırım. ama bir yandan da uzundur kasa. aks açıklığı git git bitmez. uzun kasayla araziye, en azından hard-core araziye girilmez. lada niva'dır arazi aracı, limuzin değildir. ama uzun aks açıklığı sayesinde ayakları rahat rahat uzatabilirsiniz. öyle bir konfor da sağlar.

    bu çelişkili tercihlerin altında yatan neden başta da bahsettiğim gibi aracın hitap ettiği sosyal kitledir. küçük yerleşimlerde yaşayan, ucuza altı yüksek ve geniş hacim sunan bir araç arayanlar için üretilmektedir duster. ama istanbul trafiğinde de çok eder arz-ı endam. o nedendir, onu bilemiyorum.

    yol tutuşu ve viraj hakimiyeti vasat aracın. süspansiyon fazla sert değil. bu durum konfor sağlarken virajlarda sorun yaratabiliyor. aracın yüksek oluşu da bu soruna katkıda bulunuyor. ama kullanılmayacak kadar kötü de değil. hafif ama hacimli cüsseden daha iyisini beklemek haksızlık olur. hem zaten sürat felakettir. arabanın frenleri de çok güven veren cinsten değil. baz modellerde arkaların kampana olmasının dezavantajı aşikar. abs de biraz fazla heyecanlı, her pozisyona atlıyor. yüklüyken de frenlerin gücünün sınırlarını hissedebiliyorsunuz. 500 kilo yükleyip çıktığınız bir yolda çekişte değil ama duruşta sorunlar olacağının sinyallerini hemen alacaksınız. ben aldım, oradan biliyorum.

    tahmin edebileceğiniz üzere aracın rüzgâr direnci epey yüksek. bu hem rüzgârdan sarsıntıyı artırıyor, hem yakıt tüketimini, hem de yüksek hızlarda gürültüyü.

    velhasıl, ne kadar ekmek, o kadar köfte. iş görür ama konfor vermez. yarayışlıdır ama rahat değildir. alana hayırlı olsun.

  • google yokken ne vardı

    altavista.digital.com

    bu digital enteresan bi şirketmiş vaktinde. cp/m işletim sistemini üreten digital değil ama bu. pdp-11, vax ve alpha'ları üreten hardware şirketinden bahsediyoruz. minibilgisayar (yani odadan küçük ama bizim bildiğimiz desktop kasasından epeyce büyük makineler) sektöründe önde gelen bir şirket. ben üniversitedeyken bizim okulda sun'lar vardı ama ege üniversitesinde alpha'lar varmış, onlar da acayipmiş diye duyardık.
    neyse işte o zaman daha google yokken, yahoo bile yokken altavista vardı. oradan arardık ne arayacaksak. altavista'yı da geliştiren digital'in bir araştırma laboratuvarıymış.
    amma ve lakin adamlar bu işten para kazanmayı beceremediler. 90'ların sonlarında artık bilgisayarlar giderek küçülüp minibilgisayar piyasası daralınca finansal darboğaza girdiler. şirketi compaq aldı. compaq'ın başındaki denyolar da baktılar o anda para üretmiyor bu altavista, yahoo'ya sattılar. onlar da kendi markalarıyla birleştirip yok etti altavista'yı.

    enteresan olan bir nokta, altavista.com filan değildi adresi kendisiyle ilk müşerref olduğumuzda. bir subdomain kullanıyordu o zamanki internetin en popüler arama motoru. nereden nereye...

  • allagash

    abd'de tanıştığım bira markası. "way anasını. demek bira buymuş" ve daha da enteresanı "way anasını, demek burbon bu işe yarıyormuş" dediğim şeyi üretiyor.

    geçen hafta birader kayınvalidesinin evinde iki odayı boyayacaktı. gel bi el at, daha çabuk yaparız dedi. boya yaparken naapılır peki? bira içilir. boya işi diğer mavi yakalı işlere benzemiyo pek. kendini öldürme ya da kolunu koparma riskin pek yok. atıyorum marangozluk işinde bira içmek pek sıhhatli olmaz. ama boya yaparken, özellikle de kaynananın evinde boya yaparken "amaan xtir et noolcak" diyebilirsin ve hatta üstüne bi kat daha atabilirsin bi yer yamuk olursa.

    neyse, baktık evde bira yok. banliyöde oturuyoruz, en yakın market 3 km. arabaya binip bud light almak pek cazip bi seçenek gelmedi. hava da soğuk, şikago kışı. bisikletle de gitmek istemedik. sonra benim aklıma yakındaki tekel bayii geldi. gittik biraderle. ben beklerken bi zottirik marka bira almış, bi de bu allagash'ın "white" modelinden. ikimiz de tanımıyoruz, bilmiyoruz o gün birayı daha. neyse, gittik kaynananın eve. başladık boyaya. yavaştan da 6-packlere dayanıyoruz. zottirikten bi tane içtim, bildiğin bira işte. sonra bu müstesna mamulden açtım bi tane...

    blanc var hani migros'ta filan görmüşsünüzdür. mor/mavi gibi bi şişede satarlar, hafif portakallı bi frenk birası. bu allagash white onun gerçekte olması gereken biraymış. "belgian stayla" buğday birasıymış teknik ismini sorarsanız. ilk şişe bi güzel geldi ki, ikinciye el attım beklemeden. o anda etiketin üstünde fark ettim "açmadan bi şişeyi başaşağı çevirip usturuplu bi şekil mayayı azcık kıpraştır" mealinde bişeyler yazıyo. bi de öyle denedim. oyyy...

    neyse, 2 odayı boyarkene 2 eleman 8-9 şişeyi ikmal ettik. güzel bi boya deneyimi oldu. kaynana da memnun işten. ama ben bu allagash mevzuunda meraka gark oldum. bu konuda araştırmacı gazetecilik yapmak istiyorum takip eden günlerde. neyse bi gün fırsat yaratıp eve yakın bi alkol grosmarketi var, vinny's mi, binny's mi öyle bişey. oraya gittik hanımla. sağlam mekanmış. hani bizdeki 3m migroslar kadar bi alan, sırf alkol dolu. hiç görmediğim malzemeler gördüm. ama aklım bu allagash şeysinde. şarapları filan hızla geçip bira reyonlarına geldim. allagash'ı arıyorum. bi reyonun ucunda buldum markayı. ama...

    pahalı be malzeme. hani standart bira, guinness filan 3 paraysa bu arkadaş direk 5'ten başlıyor. öyle. miller, blue moon filan zaten ayrı bi fiyat kategorisinde, onlarla hiç karşılaştırmıyorum bile. ben de parayı dolarla kazanmıyorum ve her etiketi 20'yle çarpmak, bi de illinois kdv'si eklemekten depresyona girecem 2 aydır zaten. yine de kararttım gözümü, bu beğendiğim white'tan aldım bi 6'lı, sonra north sky diye tenekedeki bi stout modelinden aldım 6'lı. bi de en pahalı modelini alayım diye baktım, sırf meraktan. ama yemedi açıkçası. ikinci pahalısını almaya karar verdim. ve allagash curieux ile böyle tanıştık.

    merak var tabi ama sabah sabah da bira içilmez. gün akşama seyirtene kadar oyalandım bişeylerle, işle güçle, ama merak sürekli hissettiriyor kendini. sonunda açtım north sky'lardan birini. stout pek hastası olduğum bi tür değildir, ve bunun da çok bir numarasını göremedim. "demek ki amerika'daki birçok şeyde olduğu gibi white'da da şekeri filan basıp beni kandırmışlar, pek bir olayı yokmuş" diye düşünmeye başlarken bi de curieux'tan açmaya sıra geldi...

    gelmez olaydı. artık başka bir birayı severek içebileceğimi sanmıyorum.

    hani şarap şişelerinin arkasına yazarlar ya, "deniz tuzu, mürdüm eriği ve frenk üzümü notaları" filan diye. ama içersiniz hepsinde sade toprak tadı... bunda da yazmışlar arkasına vanilya ve karamel notalarını. ve hakikaten o tatlar geliyor. üstelik tadında geliyor. şirazesini kaçırmadan. ama asıl vurgunu oradan yemedim. yoksa karamelli snickers, vanilyalı gofret filan yedik zahir vaktinde bol bol.

    burbon fıçılarında demlendirmiş gavur malzemeyi. "burbon ya da bourbon dediğin hani scotch'ın kentucky versiyonu. iskoçlusu ne ki kentakilisi ne olsun, neyin yaygarasını yapıyorsun hacım?" diye sorduğunuzu duyar gibiyim. ben de sizinle aynı kanaatteydim. lakin bu mereti bir tattıktan sonra anladım ki, bourbon'un asıl varlık nedeni curieux demlendirmek için gereken fıçıların üretilmesiymiş. valla buymuş. bir biradan bu kadar komplike ve bu kadar tatmin edici bir tat alınır mı? alınırmış. bir yandan hafif isli, bir yandan hafif meşeli, bir yandan bizim yaşar usta'nın künefesine meyleden şekerli, ve üstelik kaymağı da var...

    bundan sonra denk geldi mi bu arkadaştan içerim. denk gelmezse de her bira içtiğimde beyati makamından giderim, "benzemez kimse sana, maltına hayran olayım". ki zaten denk gelmez. şikago'da bile kolay bulunmuyor, bizim memlekette nerde... oofff off...

    ha bi de edit edem: alkolü %10 küsür. yani tadını çıkarırken işlevini de ziyadesiyle yerine getiriyor.

/ 2 »