entry'ler (60)

başlık listesine taşı
  • david graeber

    the dawn of everything kitabını bitirdikten sonra 2020 yılında 59 yaşında iken hayatını kaybeden, yerli tarih anlatısına karşı güçlü bir alternatif anlatı inşa etmiş antropolog, tarihçi.

  • dört devr-i siyaset

    giriş

    türkiye siyasetinin temelinde yer aldığını düşündüğüm bir sorun var ve bunu sizlerle paylaşmak istiyorum. bence bu problem türkiye'de nüfusun siyaseti 4 farklı zaman diliminin diliyle/zihin setiyle/kavramlarıyla anlamasıdır.

    özetle, türkiye'de kırsaldaki nüfus pre-modern dönemin kavramlarını kullanırken büyük kentlerin az gelişmiş ilçeleri ve küçük iller erken modern çağın tartışmalarında kendilerine yer bulmaya çalışıyor. büyük kent merkezlerinde ikamet eden nüfus ise post modern çağı anlamlandırma sürecinin içinde. üstüne, içinde bulunduğumuz çağ tüm bu tartışmaların da sonrasındaki bir tartışma zeminini gerekli kılmakta. toplum olarak bir yol bulamıyoruz zira basitçe; aynı dili konuşmuyoruz. wittgenstein'ın "bir aslan konuşabilse onu anlayamazdık" veczi içinde yaşadığımız topluma maalesef çok uygun düşüyor. sorun aynı yerde yaşamamıza rağmen aynı zamanların değil farklı zamanların dillerini konuşmamız ve bunu farkında bile olmamamız.

    bu zaman dilimlerini kısaca belirtelim:
    1- kırsal alanın pre-modernleri: anadolu'nun unutulmuş kasabaları, aşiretlerin hala sözünün geçtiği ilçeler, köyler. epistemik devrim yok, epistemik tartışma dahi yok.
    2- büyük il taşralarının -istanbul- sultanbeyli örneğin- ve küçük illerin taze modernleri: sadece zenginlerin değil, ilim irfan sahiplerinin de olduğu yerler. epistemik devrim yok ancak epistemik tartışma var.
    3- büyük il merkezlerinin çekingen post-modernistleri. akademisyenlerin görece kabul gördüğü, bireyliğin had safhada olduğu yerler. epistemik devrim yaşanmış, epistemik tartışma var ancak ilerleme için gereken nihayete erdirme iktidarı için zemin bulunamıyor.
    4- yeni sürecin şaşkınları: akademide tek tük yapay zekayı ciddiye alıp almamayı, transhümanizmi değerlendirip değerlendirmemeyi düşünenler. velev ki biz anladık bunları, anlatacak birisini bulabilecek miyiz? ya yeniyi anlamaya çalışırken kadim kavgayı kaçırıyorsak? hem post-modernitenin geldiği gibi gelecekse bu yeni dalga hiç gelmese daha mı iyi?

    tek tek üstlerinde durmadan önce bu kanaate nereden vardığımı açıklamalıyım. dünyadaki kültür gruplarının tarihine baktığımızda 16-17. yy'a kadar hemen hepsinin nev-i şahsına münhasır bir gelişim gösterdiğini rahatlıkla görebiliriz. göreceli üstünlükler olmakla birlikte çin'de başka, avrupa'da başka, islam dünyasında ise bambaşka değerler ve süreçler var. ancak aydınlanmayla birlikte batı dünyasının "kopup gittiğini" görüyoruz. emrah safa gürkan'ın çok güzel belirttiği gibi, biz geri kalmadık, onlar çok hızlı ilerlemeye başladılar.

    bu ilerleme neticesinde bugün siyaset biliminde avrupa-merkezcilik olarak bildiğimiz bir görüş gelişti. avrupa teknik olarak hızlansa da insanlar hala eski dünyanın genetik yatkınlıklarını taşıdıklarından, doğal bir kibirle, batının her zaman en ilerde olan ve ilerlemeyi tarihin başından beri taşıyan grup olduğuna kendilerini çabucak ikna ettiler. her ne kadar son zamanlarda avrupa merkezci düşünceyi eleştiriye açmış olsalar da bunun sebebi hakikati bulmaktan da ziyade artık yepyeni bir sürat elde etmiş olmalarındandır. sapiens'in aşılmış olmasıyla birlikte sapiens'e ait rekabetlerin de ölümünün ilanıdır aslında batı akademisinde gördüğümüz "diğer"lerinin kültürü üzerine çalışmalar. woke, lib-sol, kültürel marksizm şirinlikleri.

    konuya dönersek, batı aydınlanmadan sonra gerçekten de dünyanın kültür liderliğini ele geçirdi ve o noktadan sonra da diğer kültürlerin etkisinde kaldığında çok daha fazla şekilde o kültürleri etkiledi. bu etkilenme dengesizliğinin yarattığı psikolojik ortam ise sadece batının orijinal bir ilerleme kaydetmesini mümkün kıldı. zira batı dışında her yer kendi macerasına dönmeden önce batının izlediği yolla batıyı yakalamak zorundaydı önce. bu sebeple batının özellikle aydınlanmadan sonraki kültürel evrimi diğer coğrafyadakilerden daha orijinaldir. zira onlar etkilenenler, kendilerini bir dış etkene göre değiştirmek zorunda kalanlar, bir hocaya- yol göstericiye sahip olmadan kendi değişimlerini kend iç dinamikleri ile sürdürenlerdi. bu orijinal gelişimi referansı alarak, kendi kültürümüzde neyin ters gittiğine dair bir sonuç çıkarabileceğimizi düşünüyorum.

    şimdi ülkemize dönelim. güzide ülkemizde hem osmanlı hem de cumhuriyet elitlerinin ardına düştüğü tek bir basit mesele vardır: nasıl batıyı yakalayacağız? bu soruya iki yanıt verildi. birincisi batının sadece tekniği alıp devam etmek diğeri ise batının kültür dairesine girmek. birincisi batıyı yakalamayı imkânsız kılarken, zira insanlarınız bir alman kadar disiplinli değilse fabrikalarınız aynı malzemeyle bile almanya'daki gibi çalışmaz- ikincisi köklü bir değişimi gerektirir ki elinizdeki insan kaynağı ile en az birkaç yüzyıl sürer. ülkemizin sosyo-kültürel gelişiminin seyrini bu iki çözümsüzlük arasında hayatta kalmak çabası belirlemiştir.
    şimdi gelelim 1908-2024 yılları arasında anadolu nüfusunun geldiği yere.

    birinci bölüm: dört devir

    1- kırsaldaki pre-modernlik

    anadolu'nun muhtelif yerlerini uzunca bir süre gezmiş bir kimse olarak açıkça söyleyebilirim ki anadolu kırsalındaki sosyal değerler ve yaşam tarzı rahatlıkla pre modern çağlarla kıyaslanabilir. epistemik kaynak hala tartışmasız bir şekilde vahiydir. bireyleşmek ne önerilen ne tolerans gösterilen ne de cezasız bırakılan bir girişimdir. dışarıdan gelen ya da dışarıdan esinlenen her şey kırsal nüfus için özünde yıkıcıdır. herkesin herkesle tanışık olduğu bu yerlerde uzun süredir kabul edilmiş değerlerde yükselmenin dışında bir rekabet yoktur. modernleşmeyle özdeşleştirilen ratio, önceden üzerinde uzlaşılmış olagelen değerler ile uyumlu olduğu kadar değerlidir. daha önceden bilinen bir şeyle alakalı olmayan şeye yaklaşım son derece hasmanedir. imam hala öğretmenden tartışılmaz şekilde güçlüdür. genç kadınlar için sokağa çıkmak her seferinde cesaret isteyen bir eylemdir. kadınlar tartışmasız bir şekilde erkeklerin egemenliğindedir ve eşcinselliğin yer altındaki yerinden çıkması teklif dahi edilemez. bilim, dini ya da tamamen teknik değilse yozlaşmanın afili adıdır.

    buradaki nüfusun tartışma kutupları dinin nasıl yaşanacağına odaklanmıştır. dine dair bir şüphe doğrudan cemaatten dışlanma ve bağlam dışı kalmak demektir. eğer herhangi bir argüman dini bir referansa bağlı değilse ve dini argümanı öne süren, kabul edilebilir bir dini yaşam sürdürmüyorsa tartışma iklimi doğmaz. buradaki entelektüel ortam skolastik dönemi andırır. tanrının varlığı ve birliği, muhammed'in onun kulu ve elçisi olması tartışmaya açık değildir. tartışmalar günlük hayattaki dini uygulamaların içeriğine yöneliktir. alkolden ne kadar sonra namaz kılınabilir, oruçluyken kadına ne kadar yaklaşılabilir, âdem ile havva'nın çocukları kardeşler olarak nasıl cinsel ilişki içine girmiş olabilirler vs. ama islam'ın güzel tarafları da var, buralarda gök yüzüne bakarsak meleklerin altını görür müyüz tartışmasına henüz denk gelinmemiştir fakat çıplak duş alana cinlerin tecavüz edeceğine dair kanaat düşündüğünüzden daha yaygındır.

    buradaki nüfus için modernite henüz ufukta görünmemektedir. bu kitlenin kant'larının derisi yüzülmüş, dönülebilecek antikiteleri moğollar tarafından yakılmış ve luther'leri zindanlarda çürütülmüştür. avrupa'nın parçalı yapısı ya da avrupa'daki yerel aristokratların küstahlıkları bu coğrafyada olmadığından dine kendi içinde bir reform talebi de dayatılamaz. bu talebin doğmasını bir yana bırakın bu talebi üretme potansiyeli olanlar dahi erkenden kontrol altına alınırlar. bu rutine binmiş baskı iklimi moderniteye gidecek akıl yolunu tamamen tıkamıştır.
    bir yandan da örgütlenme hala son derece ilkeldir. pre-modern çağlarda olduğu kadar memleketçiliğe dayalıdır ve osmanlı'dan tanıdığımız kulluk sistemine benzerdir. buralarda ya akrabalarında güçlüsündür ya bir hamin vardır ya da bir avsındır. iyi yaşam zaten hakkedilen bir şey değildir (ite bak yattığı yere bak, olm sen çemişkezek'lisin ne ifade özgürlüğü? ulan öküz anadolulu, sanki paşa sikinden düşmüş vs.), hakkettiğini düşünüyorsan bile bunu talep etmek kibirlilik-küstahlık-had bilmezlik-nankörlük-minnetsizlik-batı özentiliğidir. eğer ağanın ya da o büyük koçarslanbeyhanlılar ailesinin bir üyesi değilsen ölmediğine, hala doktora gidebildiğine, birilerinin gece gelip evini basıp karını kaldırmadığına şükretmen gerekir. buralarda öğrenilmesi gereken ilk şey her şeyin allah'tan geldiği ve bir şeyi değiştirmeye çalışmanın doğrudan allah'ın iradesine karşı çıkmak anlamına geldiğidir. nüfusumuzun kabaca %30'unu bu zihin setindeki insanlar oluşturur.

    2- periferideki modernlik

    büyük il taşralarında ve küçük illerde -gelin bunların ikisine de kasaba diyelim- nüfus moderniteyi zorunlu kılmıştır. kitle kültürü hala aktif olsa dahi yoğun nüfus ve merkezlere kaçınılmaz olarak gelmiş teknoloji moderniteyi tamamen reddetmeyi imkânsız hale getirmiştir. bu alanlarda yaşayan nüfuslar modernitenin ne olduğunu görece anlamış olmakla birlikte pratik hayattaki uygulanışı hakkında farklı görüşlere sahiptir. geniş ailelerden birkaç komünist-dinsiz-milliyetçi-liberal çıkmış, kadınların da çalışabileceği görece kabul görmüştür.
    buradaki entelektüel ortamda modernite tüm renkleriyle ancak aynı hatalı akıl yürütmesiyle kendini gösterir: müslümanlar tanrının varlığını bilimsel yöntemlerle kanıtlamaya çalışır, sosyalistler marks ve engels gibi isimlere referans verir -namedrop seviyesinde- milliyetçiler ise ziya gökalp'ten ve türkeş'in(?) dokuz ışık kitabından haberdardır. ancak tüm taraflar -pre modern kültür hala değişmediği için- bilimin tamamen kendi ideolojilerini desteklediğini ve karşı tarafların ortak bir halde herkesin iyiliğine düşman, kandırılmış kişiler olduğunu düşünür. epistemik kaynak sadece vahyin kendisi değildir artık fakat vahiy gibi dinlenilmesi gereken bir fikirdir. tarih algısı son derece lineer, ecdat mutlak iyi ya da mutlak kötüdür. kasaba yankı odalarının sosyal medyaya özgü bir şey olmadığının, bilakis toplumun olduğu her yerde bir düşünce sisteminin doğal sonucu olduğunun ispatı niteliğindedir. herkes doğrunun tek olduğunu ve herkesin bildiği seçenekler arasından biri olduğunu düşünür. milliyetçilikten vazgeçen islamcılığa, dinden dönen komünizme yönelir, ya da vice versa. hakikat bulunmuş ve sistemleştirilmiştir, geriye kalan, bizim yapmamız gereken tek şey onu uygulamaktır.
    diyaloglar uzlaşma ya da doğruyu bulma amacını taşımaz. diyalog her zaman karşıdakinin görüşlerini temelden çürütme stratejisi ile hareket eden bir çatışmaya evrilir. hiçbir diyalogdan bir sonuç çıkmaz. herkes, doğru olana olan merakından değil zaten doğru olduğunu bildiği şeyde derinleşme niyetiyle okur- eğer okursa. kırsaldan farklı olarak kasabalarda mitingler, gazeteler zaman zaman uğrayan yerel entelektüel ve siyasetçiler vardır. bu nüfus din konsepti dışında da düşünülebileceğini anlamış ancak dindeki doğru ve yanlış dikotomisini aşmayı başaramamıştır. burada her fikir din, her uzlaşmazlık savaş, her şüphe zayıflık ve her soru ihanettir. avrupa'da on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı ve yirminci yüzyılın ilk yarısındaki zihniyet dünyasına benzetebiliriz.

    sanat gelmiştir buralara bir terakki olarak. ancak bu alanlarda sanat kendinden olanınki ise her halükârda güzel, değilse şans vermeye bile değmezdir. her şey yeni keşfedilmiş ve bir din gibi bağlanılmış ideolojilerin arkasından görülür. finansal networklerden, romantik ilişkilere her yere sızmıştır bu "güvenilir birinden duyulmuş" fikir demetleri. orta çağdan kopmuş ancak gidecek bir gelecek bulamamışlardır henüz kendilerine. o yüzden onu inşa etmektir birincil öncelikleri. eğer ideolojilerinin tanrıları kendilerine yardım ederse avrupa'nın 1930'larındaki kafa yapısına yetişmeyi başaracaklardır. sonrasında her şeyi akılla çok güzel yapacaklardır ancak aklın sadece onların olduğu tarafta olduğu önce herkesçe kabul edilmelidir. "eline fırsat geçse" hepsi diğer mahalleyi kılıçtan geçirecektir. ama onlara kızmayın, (bkz: crudelem medicum intemperans aeger facit). ülkemizin %60'a yakın bu zihniyete mensuptur.

    3- büyük il merkezlerindeki post-modernlik

    buradaki nüfusta insanlar birkaç jenerasyondur yüksek eğitim almış ya da yüksek gelire sahip insanlardır. bilginin kaynağının tanrı olmadığı konusunda zımni bir uzlaşma görülür, kimsenin bilimden şüphesi yoktur. modernitenin anti-din radikalliği görece aşılmış durumdadır. ancak aynı gelişme burçların, enerjilerin, budist öğretilerin etkisiyle gerilemiştir. bu nüfus genel olarak post modern denilen modernite eleştirisini fark etmiş ancak bu eleştiri ile ne yapacağına karar verememiştir, tıpkı dünyadaki diğer muadilleri gibi. kadın hakları, 2slgbtqia+ meselesi, hayvan hakları vs. konularda belirli uzlaşmalar sağlanmış olmakla birlikte post-modernin yıkıcılığından sonra ne yapılacağı hiç düşünülmemiştir. büyük anlatıları yıkmakla meşguldürler sonrasının güllük gülistanlık olacağına dair hiçbir kuşkuları yoktur. ah şu dinci, solcu, milliyetçi büyük anlatıları bir yıksak, sonra hiçbir zaman düşünmemize gerek kalmayacak!

    burada virtue signaling sosyalleşmelerinin temelidir. herkes ya hayvanlar ya çevre ya birtakım insanlar konusunda ne kadar duyarlı olduğunu düzenli olarak ispatlamak, futbol, türk halk müziği, halk dansları gibi avam uğraşları ile ne kadar mesafeli olduğunu ve onların yerine ne kadar yüksek şeylerden keyif aldığını sürekli göstermek zorundadır. zira futbol halkı uyuşturur, halk müziği evrensel müziğin yanında çok banaldir ve halk dansları alkolle hiç şık durmaz.
    buradaki entelektüel ortamda epistemik kaynak tek tek -mümkünse fransız, değilse batılı ya da batının ciddiye aldığı doğulu- filozof ve sanatçılardır. temel tartışma modernitenin yarattığı sorunlardan nasıl kurtulanacağıdır. "diğer" insanlar koyun gibi faşist, komünist, dinci fikirlerin peşinden gitmekte ve birbirlerine zarar vermektedirler. çağı yakalayamamış, eski püskü tartışmalara mahkûm kalmışlardır. en güncel tartışmaları anlamak bir yana dinlemezler bile. sürekli geride kalmış halkın geride kalmış fikirlerini değiştirmek ve onları kendileri gibi çağdaş bir hale getirmek isterler. buradaki nüfus örgütlenmek için fazla "kültürlü"dür. diğerleri ile aynı fikre sahip olmayı avamlık sayar, ortak hareketi -eğlenceli değilse- alçaltıcı bulurlar. tanrı ölmüş, büyük anlatılar yıkılmıştır. artık geriye tek görev olarak cahil halkı eğitmek kalmıştır. ancak maalesef cahil halkı eğitmek epey zorlu bir iştir, kararlılık, örgütlenme ve fedakârlık gerektirir. fakat buradaki nüfus bu işler için biraz fazla havalıdır. kendi amaçları için dahi kitleselleşmeyi okumuşluklarına hakaret sayarlar. hem zaten gerekli katkıyı 4 sene önce nobodygivesashit isimli dergide yayımladıkları makale ile ortaya koymuşlardır, daha ne yapsınlardır? üstelik halk kendilerini dinlememektedir, dinleseler de anlayamazlar ya...

    tabi bu kitle de -her kitle gibi- basit bir sapiens grubudur ve yukarıda saydıklarımızla benzer şekilde bir metafizik hikâyeden diğerine savrulmaktadır. nasıl ki pre-modern zamanda düşman kafir olan, modern çağlarda düşman karşıt görüşlü olandır; buradaki kitle için de düşman herhangi bir tutarlılığı savunanladır. tartışma- bazen samimiyetle gerçekleştiğinde- herhangi bir tutarlılığın nasıl hiçbir tutarlılık göstermeden sağlanacağıdır. '69 sonrası avrupa kıyas için uygun olabilir.

    nasıl ki aynı dinin aynı mezhebinin aynı hocasına bağlı olanların teolojik tartışmasında bir ilerleme kaydedilemiyorsa, nasıl ki aynı mahallenin sadece kelimelerde farklı yeni modern ideoloji mensuplarının fikir tartışmalarında bir ilerleme kaydedilemiyorsa, post modern mahallede da asla bir ilerleme vuku bulmaz. günün sonunda tüm tartışmacı taraflar tartışma öncesindeki fikirlerine sadece daha sadık olarak evlerine dönerler. toplumumuzun yaklaşık %10'u bu insanlardan mürekkeptir.

    4- şaşkın günceller

    teknoloji su götürmez bir şekilde bir sıçrama halinde. teknolojideki bu sıçrama her ne kadar son on senedir billurlaşmış olsa da yirminci yüzyılın ortalarından beridir ivmeleniyordu zaten. bugün ise teknoloji, geldiği noktada sorunları çözmekten ziyade çok daha büyük sorunlar yaratmış görünüyor. durumun en basit örnekleri olarak nbeb teknolojileri, yapay zekâ teknolojileri, gözetleme teknolojileri ve imha teknolojileri sayılabilir. iklim krizine girmeye gerek bile yok zira kendi yarattığımız sorunların yanında dünyanın ikliminin değişmesi -inanın- o kadar da önemli değil, hele biz görece gelişmiş ülkeler için.

    peki bu kadar korkunç olan ne bu teknolojilerin gelişiminde? her şeyden önce (bkz: insan değersizleşmesinin adımları) meselesi var. insanın düştüğü hiçlik pozisyonu (bkz: neo-nihilizm)'i zorunlu kılıyor gibi görünüyor. oysa buna kimse hazır değil. bir yandan da tekno-optimist manifesto'da görüldüğü üzere gelecek için çok daha ümitvâr olmamız gerektiğini söyleyenler de yok değil. elbette teknolojinin iyi, hatta çok iyi tarafları var ancak tam olarak aynı derecede de kötü tarafları var. bunların en önemlisi ise benim değinmek istediğim ve konumuzla bağlantılı şekilde dördüncü grupta görülen şaşkınlığın müsebbibi olan radikal yenilik.

    bugüne kadar bildiğimiz dünyada yenilikler görece anlaşılabilir ve kolayca adapte olunabilir şeylerdi. savaş teknolojilerinden tarım ya da sanayi teknolojilerine, değişen şey sadece adaptasyonu gerektiriyordu. toprağı üç parçalı şekilde işlemek, buhardan ya da petrolden enerji üretmek, demirden gemiler yüzdürmek dünyanın görünümünü değiştiriyor olsa dahi yaşamımızın temel taşları yerinden oynamıyordu. ne özgür irademizden gerçek anlamda şüphe duyuyorduk ne ölümsüzlüğe bu kadar yakındık ne de kendi yarattığımız bir şeyin hepimizi imha etme potansiyeli gerçekten vardı. bugün çok kısa bir süre içinde bu gerçeklerin tümüne alışmamız bekleniyor. (bkz: don't look up) ya da (bkz: leave the world behind) filmlerinde aslında gerçek bir tehdide karşı ne kadar hazırlıksız olduğumuz eğlenceli bir şekilde bizlere izletiliyor.

    içinde yaşadığımız yeni gerçekliği anlamlandıramadığımız için onu kontrol de edemiyoruz. daha kötüsü onu bizim yerimize yaratan ve kontrol eden birilerinin varlığından şüphe duymak biraz naif kalmak gibi. bunun üzerine spekülasyon yapmak ise komplo teorisyenliği olarak çoktan yaftalanmış durumda. son sürat ilerleyen bir dalga karşısında çaresizce ne yaptığın bilen birilerinin aynı zamanda iyi niyetli olduğuna inanmaktan başka çaremiz yok.
    işte bu güncel grup bu bilginin bedava ve son derece erişilebilir olduğu bu çağda hiç olmadığı kadar derin bir bilmemezlik içinde çırpınıyor. epistemik temel olarak bilim tartışmasız lider olarak tanınmış durumda. ancak bilim bize asla (bkz: ee?) sorusunun yanıtını vermiyor. üstelik bilim dünyası içindeki skandallar (bkz: sokal vakası) çağı anlamak isteyen herkesi merkezsiz, örgütsüz, lidersiz ve neticede çaresiz bırakıyor. kapitalizmi suçlamak anlamsız zira bugün bir tanesi bile olmadan yaşamayı zül sayacağımız şeylerin neredeyse tamamı kapitalizmin sayesinde. elbette "aslında hiçbir şeye ihtiyacın yok!" kanalından bir itiraz gelecektir ancak bu itiraz iyice pasifleşmiş bir hippiliğin kendini meşrulaştırması ve gerçek bir anlama çabasını engelleme aparatına dönüşmesinden başka bir şey değil. kombiye ihtiyacım var, bilgisayarıma ihtiyacım var, wifi'a ihtiyacım var. sosyal medya üzerinden haberleşmeden görüştüğünüz kaç arkadaşınız kaldı? en son ne zaman uzunca bir metni elinizle yazdınız? ne zaman ateş yaktınız, avlandınız, bir ağaca çıktınız, gerçek bir şey ördünüz, elinizle bir şey yıkadınız? sahi size en yakın su kaynağı nerede biliyor musunuz?

    bu grubun diğer gruplardan farkı bir şeyi anlamaya zamanı da yok. tüm dünya olarak sıçramış batı karşısındaki 3. dünyalılar gibiyiz tam olarak kim olduğunu ve neyi amaçladığını bilmediğimiz bir grup teknoloji devi karşısında. bilmediğimiz bir şey var ve bu bilmediğimiz biz onu bilene kadar çoktan değişmiş oluyor. bilmediklerimiz radikal şekilde artıyor ve özellikle biz türkiye'de katmerli bir şekilde gerçek dünyadan kopuyoruz. zamanın ruhu hepimizi isyan ediyormuş gibi yapan, haline minnettar kölelere dönüştürüyor. sahte gündemlere gömülmek gittikçe gerçekle yüzleşmekten çok çok daha avutucu hale geliyor. cehaleti seçiyoruz zira aklı seçmemiz artık bir tercih değil, imkânsız bir maceraya kalkışmak.

    neticede bu grubun elinde bir tartışma dahi kalmamış oluyor. a kişisinin uzmanlaşmaya çalıştığı mesele o uzmanlaşamadan yeni bir uzmanlık gerektirmeye başlıyor. bunu yaparsa bile bu konuda uzmanlaşan insan sayısı o kadar az ki meseleyi derinleştirecek bir zemin bulunamıyor. böyle zamanlarda geçmiş çalışan insanlar neşeyle kendi güvenli ve kalabalık komünitelerinde sosyalleşirken "hakikat peşinden koşmak artık bir seçenek değil" zımni kabulü gittikçe derinleşiyor.

    hasılı, hayretimiz geçmiyor ki gerçekten bakmaya başlayalım. toplumumuzun aşağı yukarı %1'i de bu insanlardan oluşur diyelim.

    ikinci bölüm: sorunsallar

    peki burada eleştirdiğimiz şey ne? eğer tüm gruplar aşağı yukarı aynı şekilde konuşup hiçbir şekilde değişmeden evlerine dağılıyorlarsa ve en çağdaş olanlarımız bile ne olup bittiğinin anlayamıyorsa nüfusun çoğunluğunun farklı devirlerin dillerini konuşmalarında ne gibi bir mahsur olabilir ki?

    bu soruları iki aşamada yanıtlamak gerekiyor. genel ilerleme sorunu ve bizim ilerleme sorunumuz.

    genel ilerleme sorunu

    genel ilerleme sorununa yukarıda kısaca değindim ancak bu sorun daha derinlemesine bir bakışı hakkediyor. aydınlanmadan sonra gerçek bir fikirsel ilerleme sadece batıda mümkündü zira batının sıçraması globalleşmeyi sağlayacak teknolojilerin de gelişmiş olduğu bir çağda gerçekleşmiş ve diğer kültürlerin tümüne sadece onu anlamak düşmüştü. onu anlamamak bir seçenek değildi zira o kendini dayatıyor ve bunu da kendi dünyasında ahlaki olarak temellendirebiliyordu. (bkz: white man's burden)

    batı dünyasının bu dayatması karşısında doğu her ne kadar direnmeye çalışsa da bunu başaramadı -ki bunu en iyi bilen milletlerden biri biz oğuzlarız. batı karşısında önce şaşkınlığın geçmesini bekleme (17. yy) sonra onun üstünlüğünü kabul etme (18.yy) sonra ona benzemeye çalışma (19.yy) sonra da onun bir parçası olma (20.yy) derken, başaramadığımız bu aşamaların üstüne bir de kendimizi batının bir diğer sıçraması ile karşı karşıya bulduk. biz batıyı yakalayana kadar batı kendisinin bile anlamlandıramadığı şekilde değişti. kendi tarihsel geleneği üzerine bir değişmeye koyulan batı karşısında ne üzerinde bir değişme yapabileceğimiz bir geleneğimiz ne de ne de bu değişime sıfırdan adapte olmak üzerine yöneltebileceğimiz bir mental gücümüz var.

    birinci gündemimiz -tüm batı olmayan dünya için konuşuyorum- batıyı yakalamak olduğundan tüm tartışmalarımızı ve dikkatimizi oraya yönelttik. kendi içimizden bir sıçramanın imkanlarına asla yüz vermedik, batılıdan iyi bilecek değildik ya? iyi niyetli önde gelenlerimiz -imparatorlarımız, sultanlarımız- en iyilerimizi batıya gönderip onları anlamaya çalıştı. batılı da sadece bir insan olduğundan bunu başardılar da ancak halka bunu nasıl anlatacaktık? halka anlatmaya vaktimiz yoktu, zaten gerideydik. o halde halkı zorlamaktan ve bir şekilde duruma uyum sağlamalarını ummaktan başka çaremiz yoktu.

    devletin-egemenin inisiyatif almasıyla birlikte tartışmalar her zaman toplumlarımıza giriş yaptı ancak hiçbir zaman genişçe ve tüm halkın haberdar olacağı şekilde tartışılıp konuşulmadı. yeni tartışmadan haberdar olanlar diğer grupla konuşmayı reddetmek zorundaydı zira konuşulan şey aynı değildi. bir taraf için tartışmanın en önemli kısmı diğeri için çoktan bitmiş bir tartışmanın kaybeden safıydı. onları ikna etmeye çalışmak vakit kaybetmek anlamına geliyordu ve zaten gerideydik. alarmizm diyor buna bizim türk siyasi tarihi çalışan hocalarımız. gecikmişliğin verdiği acelecilik. alarmizm her ne kadar temiz bir ahlakın göstergesi olsa da yan etkileri küçümsenemeyecek kadar çoktur. bunların başında tartışmayı zamana yaymamak böylelikle de pek çok retorik, argümantatif hata yaparak karşı tarafın kendi tezlerine daha çok bağlanmasına sebebiyet vermek gelir. üstelik bir kitleden yıllarca hararetle takip ettikleri tartışmanın son derece demode olduğunu derhal kabul etmelerini beklemek insan fıtratını pek tanımamak demektir.

    böylelikle daha on yedinci yüzyıldan itibaren batının dışında kalan tüm insan grupları bitmiş tartışmaların hatalı taraflarında birikmeye ve ekşileşmeye başladılar. üstelik haklı-ilerde olan aynı zamanda düşman olduğunda yeniden yana olmak sadece bir entelektüel tercih değil, gruplar arasında bir seçim halini de alıyordu. geleneksel tartışmaların dışındaki tartışmalara ilgi göstermek felatun bey olmaya namzet olmak demekti. üstelik kendi mahallenizde, kendi ailenizde, kendi karınıza karşı.

    burada iki uçlu bir sorundan bahsediyorum. birinci uç değişmenin dışardan dayatılmış olması, bunun insan gruplarında yarattığı psikolojik baskı ve karşı koyuş sorunları, ikinci uç ise değişime karşı koymanın yerel yolunu bulacak zamanın ve imkanların olmayışı. bir anda batıda binlerce yılın mirası ile oluşmuş şartları sağlamanız mümkün değildir. daha kötüsü onunla mücadele edecek bir gelişim sürecine de vaktiniz yoktur. zira batılı sıçramanın getirileri ile sürekli üstünüze çullanmaktadır zaten. bu noktada japonya örneği verilebilir ancak japonya'nın kimi istisnai durumları olduğunu hepimiz biliyoruz. örneğin onların batıya açılmaları avrupalılar aracılığı ile değil amerikalılar aracılığı ile olmuştur. kültürel hegemonya konusunda amerikalıların avrupalılara göre çok daha merhametli -aslında umursamaz- olduğunu söylemeye zannediyorum ki gerek yok. ikinci olarak japonya ile amerika hem uzaktır hem de aralarında tarihsel bir toprak paylaşım sıkıntısı yoktur. sevmedikleri ot diplerinde bitmemiştir yani. oysa ruslar, türkler ve afrikalılar için aynı şey geçerli değildir. japonya hakkında son olarak söylenmesi gereken şey ise japonlar tüm erken uyanmışlıklarına rağmen beyaz adam karşısındaki ilk galibiyetlerini ancak yirminci yüzyılda ruslara karşı almış olmalarıdır. ruslar yerine amerikalılar olsaydı ya da ruslar uralların batısında değil de doğusunda yerleşik bir kavim olsalardı işler nasıl gelişirdi kimse bilmiyor. japonya'nın gerçekten bir dünya devleti oluşu ancak ikinci dünya savaşı sonrasında amerikan mandası oluşuyla gerçekleşmiştir. japonların dışında da bugün "batı" ile rekabet edebilecek bir kültürel-teknolojik güç zaten yoktur, avrupa'nın doğusu dahil.

    topluma dayatılan yenilikler her ne kadar bir şekilde taraftar bulmuş olsa da hala kitlenin ekserisinin safı bellidir. dışarıdan gelen değişiklik sadece bir kere ile sınırlı olmadığından ve her gelen yenilik bir önceki yeniliğin açtığı yoldan ilerlemiş olduğundan, muhafazakâr muhalifler tarafından sadece onun bir parçası olarak değerlendirilirler. papalığın sosyalizme "radikal liberalizm" demesi bunun muhteşem bir örneğidir. ülkemizden bir örnek olarak da lgbt hakları savunuculuğunun halk arasında radikal chp'lilik olarak tanınması gösterilebilir. temelde yatan mantık aynıdır; dışarıdan gelen yenilik yerleşmeden bir diğer yenilikle beslendiğinde ilk yeniliğe karşı olanlar hala orada ve güçlü pozisyondalarsa gelen yenilikleri aynı sepete koyar ve "kökü dışarda yeni"ye karşı olmak şeklinde kavramlaştırabileceğimiz bir çeşit muhafazakarlıkta birleşirler. yeni tartışmanın farkında olanlar ise bir önceki tartışmada aynı pozisyonları tutmuş olsalar da tekrar kendi içlerinde bölünürler. bir örnek olarak feminist dalgalara bakalım. birinci dalga geldiğinde toplum ikiye bölünür: (a) kadınlar eşittir diyenler (b) kadınlar eşit değildir diyenler. kadınların eşit olduğu devlet tarafından halka zorla dayatılır ve tam olarak bu sebeple b seçeneğinden yana olanlar arasında özel bir dayanışma kurulmuş olur. ikinci dalga feminizm geldiğinde toplum artık ikiye değil, üçe bölünür: (a1) kadınlar eşittirler ve bu sebeple oy kullanabilmelidir (a2) kadınlar eşittirler ancak politik olarak değil (b) kadınlar eşit değildirler. bu durumda b seçeneğinden yana olanlar doğal olarak a2 seçeneğini savunanlarla iş birliği yaparlar. eğer kazanırlarsa tartışma tekrardan "kadınlar eşit midirler?" noktasına döner. eğer devlet burada da zor kullanarak a1 seçeneğinin kazanmasını sağlarsa üçüncü dalga feminizm yeni argümanlarla gelebilir demektir. kadınlar sorunların temelinin ırkçı patriarşi olduğunu düşünmektedirler ve artık azınlıklar da eşit sayılmalı ve oy kullanabilmelidir. böyle bir durumda seçenekler şunlardır (a11) azınlıklar eşittir ve oy kullanmalıdır (a12) azınlıklar eşittirler ancak şimdilik oy kullanamazlar (a2) kadınlar eşittirler ancak oy kullanmamalıdırlar (b) kadınlar eşir değildirler. bu tartışmada yine a.1.1 yalnız kalırken a.1.2., a2 ve b tarafından desteklenir. ve bir noktadan sonra en ileride olanın karşısındaki toplam muhalefet en ileride olandan daha kalabalık hale gelir. böyle bir durumda ise demokrasi artık regresyon demektir.
    peki eğer doğu batının dayatması karşısında bu regresyona maruz kalıyor ve batı kendi içinden hareketle ilerliyorsa bugün nasıl oluyor da batı da aynı doğu gibi otokratik, ırkçı bir meyil gösteriyor? yanıtı aynı: "dışarıdan gelen ve kendini dayatan değişim". batıyı doğulaştıran gelişme diğer bir kültür değil, kendi içinden çıkmış, aşırı hızlı değiştiği için kendi toplumunun dahi yetişemediği teknolojik devrimdir. bir alman, fransız ya da amerikan orta sınıf mensubu da en güncel yeniliğe on sekizinci yüzyıl osmanlı ulemasının aydınlanmaya olan mesafesi kadar uzak. son dört yüz yıldır batının doğuya yaşattığını, tam olarak bu çektirmişliğin getirileriyle batı kendi halkı için de yaratmayı başardı. doğuda nasıl bu değişimlere tepki geldiyse batı periferisinde de aynı tepki gelişiyor ve aynı "sırf karşı olmak" üzerinden şekilleniyor. yine aynı sebeple left winger olmak gittikçe zorlaşırken right winger olmak gittikçe kolaylaşıyor. güncel yeniliklerin boyutu, ağırlığı ve sürati karşısında bir grup insan değil neredeyse insanlığın tamamı aynı şok içinde. yukarıdaki örnek üzerinden devam edersek bugün en ilerdeki tartışma a.1.1.1.1.1.1.1'de ve tüm bu bölünmelerde karşısında olanlar ise tek bir cephe. bu sebeple trump bu sebeple erdoğan bu sebeple putin.

    bu kısmı bitirmeden son bir not olarak batı bugüne kadar olan tartışmaları kendi nüfusuna zaman içinde yedirerek aştığından geri döneceği nokta da bir önceki pozisyon oluyor. batı nüfusları engizisyona, feodal düzene, imparatorluğa, katolikliğe dönmüyorlar bir önceki nokta olan modernist radikalliğe dönüyorlar. bizim için sorun yeniliğin yarattığı toplumsal bölünmeler zaman içinde aşılamadığından en gerideki noktaya dönme yönünde bir meylin olmasıdır.

    bize bugüne ait sorun

    genel ilerleme sorununu kuş bakışı bir taslak halinde ortaya koyduktan sonra sıra geldi kendi tarihimizde bu dört devir siyasetinin nasıl geliştiğine bakmaya. devletin -en iyilerimizin- zorlaması ile parça parça gelen yenilikler batının son zamanlara kadar bilmediği -ve bilmesinin de mümkün olmadığı- ancak yeni yeni anlamaya başladığı bir toplumsal dinamik yaratıyor. bu dinamiğe genel ilerleme sorunu dedik. bu dinamiği yukarda kısaca açıkladık ancak burada tekrar maddeler halinde netleştirelim:

    1- toplum olumsal şekilde bir yenilik yaratır ve ikiye bölünür:
    1.1. bir kesim bu yeniliği yaratan, taşıyan ya da bundan faydalanandır.
    1.2. bir diğer kesim ise bundan zarar gören ve buna karşı çıkandır.
    2- bir diğer yenilik geldiğinde -ki bu yenilik her zaman ilk yeniliği takip edenler arasından çıkar- ilk yenilik yanlıları ikiye bölünürken ilk yeniliğin karşıtlarına yeni bir "karşıtlar grubu" katılır. bunlar ikinci yenilikten dışlanmış ilk yenilik yanlılarıdır.
    3- yenilikler hızlandıkça ve arttıkça yeniliği taşıyan grup güçlenir ancak sayı olarak azalır. yenilik karşıtları ise zayıflamalarına rağmen kalabalıklaşırlar.
    4- demokrasiler en büyük çoğunluğa yetki verdiği için ise en sonunda bu kitle gücü ele geçirir ve yeniliğe karşı olmaktan başka bir değerleri olmadıkları için bir yere ulaşmak yerine bir şeyden kaçınmak üzere politikalar üretirler ve bu kaçınma politikaları diğer uluslara, devletlere yönelir. böylelikle dünya siyaseti bir anda kendisini kaosun ortasında bulur.

    peki türkiye'nin serüveni bu yolda nasıl şekillenmiştir? yine bir taslak halinde detaylandırmaya çalışalım.

    türkiye'nin bugünkü durumunu açıklama iddiasında olan birkaç temel tezi kısaca hatırlayarak başlayalım. bu tezlerden birincisi tez türk devlet tezidir. bu teze göre türkler orta asya'da kurdukları birinci devlet yıkılınca kitleler halinde batıya göçerek ikinci devletlerini kurmuşlardır ve tüm mesele bu ikinci devleti ayakta tutma meselesidir. tüm iç siyaset de bu devleti ayakta tutmak isteyenler ile onu yıkmak isteyen iç-dış mihraklar arasındadır. bu iç mihraklar bir zamanlar çin'lilerle iş birliği içindelerdi. müslüman olduktan sonra kurulan devletlerde ise azınlıklardı. osmanlı'nın kuruluş ve yükseliş döneminde şii-alevi'ler ve kendi çıkarlarını devlet-i ali'nin çıkarlarının önüne koyan anadolu isyankarlarına dönüşen bu iç mihraklar, osmanlı'nın duraklama ve gerileme döneminde devşirmeler ve batıcılar haline geldiler. parçalanma döneminde ise batıya yaranmaya çalışan tüm entelijansiya bu kategoride değerlendirilir oldu. modern türk devleti kurulduktan sonra önce mürtecilere havale etti iç mihrak olmayı ancak sonrasında siyasal islamın geri gelişiyle "batı özentisi" olanlar tekrar iç mihraklık boşluğunu doldurmaya layık görüldü.

    ikinci ve çok daha bilimsel olan ancak meselenin özünü kaçırdığını düşündüğüm ikinci tez ise türk sol liberallere ait. iletişimciler diyebileceğimiz bu gruba göre ise türkiye'yi anlamanın anahtarı 1908 sonrası gelişmelere bakmaktır. 1908 sonrası halkın yönetime katılması ve kutuplaşma başlamasıyla iki ana akım ortaya çıktı. bu iki ana akım ittihat terakkiciler ve hürriyet ve itilafçılardır. her iki kesim de reform gerektiğini, anadolu'nun geri kaldığını ve ilerlemek için bir şeyler yapılması gerektiğini savunur ancak aralarında bir temel fark vardır. bu fark ittihatçıların itilafçılara nazaran çok daha süratli ve devrimci bir değişimi arzulamalarıdır. bu yaklaşımda toplumda bir blok halinde ilericiler ve bir blok halinde muhafazakârlar vardır. bu teze göre ittihatçılar zamanla chp türevlerine itilafçılar ise zamanla demokrat parti türevlerine dönüştüler. 70'lardan sonra da türk solundan ilericiliği öğrenen kürtler kendi chp'lerini kurmaya yöneldiler. türkiye'nin siyasi spektrumu akp'nin son dönemine kadar böylece kolaylıkla tanımlanmış oluyor: bir yanda bazen kürtlerle bazen milliyetçilerle bazen de komünistlerle birleşen bir chp, karşısında ise yine aynı gruplarla yeni formasyonlar yaratan demokrat particiler, merkez sağcılar.

    iletişimcilerin analizi son derece iyi tahkim edilmiş olsa da meselenin siyaset bilimi dışında kalan sosyoloji, antropoloji, biyoloji ve psikoloji gerektiren taraflarına biraz mesafeli görünüyor. insan toplumlarının örgütlenmesinde diğer bilimlerden destek almadan sadece siyaset -özellikle marksist- felsefesiyle değerlendirilmesi kitlelerin rasyonel hareket etmediği yönünde bir algı yaratıyor. oysa kitle son derece rasyoneldir sadece onun rasyonelliği henüz tam olarak anlaşılmış değildir. bu okuduğunuz metnin muharririnin de temel eleştirisi zaten buradadır. insanlar sırf işletmeleri küçük diye diğer küçük işletmecilerle, sırf bir yerliler diye oralılarla, örgütlenmezler. insan toplulukları eylemlerini meşrulaştırmak zorundadırlar ve bu meşrulaşma ancak kendi inandıkları değerler içinde ve o değerleri kabul edenler arasında mümkündür. değişim bu bağlamda özellikle son üç yüz yılın siyasetinde en önemli kavramlardan biri haline gelir. çünkü zihin setlerini değiştiren yenilikler eğer doğru yönetilmezlerse varoluşsal bir tehdit olarak algılanırlar. bir grubun inanç dünyasını yıkmak onu kültürel olarak öldürmeye eş değerdir. hem ülkemizi hem de son dönemlerdeki batı dünyasının deneyimini bu bağlamda anlamaya çalışmak gerekir.

    ülkemizdeki değişim sürecinin bir dakikalık tarihi

    1908'e kadar bu coğrafyada yaşayan insanlar için siyasi bir yenilik pek bir anlama gelmiyordu. gelse dahi buna karşı yapacak çok bir şey görünmüyordu. siyaset istanbul sınırları dahilinde ve sadece elinde yeteri kadar silah ve asker olan insanların derdiydi. böyle bir ortamda ne sivil toplum ne de kitlesel bir siyasa mekanizması ortaya çıkarmak mümkündü. 1908'den sonra nüfusun bir şekilde oy kullanmaya başlamasıyla birlikte bir taraf seçmek zorunluluğu hasıl oldu. bu taraf seçimi ise her toplumda olduğu gibi ilericiler ve muhafazakarlar arasında oldu. ancak bu siyasete dahil oluş yukarıdan dayatıldığından ve gecikmiş olduğundan halk için gerçek bir anlam ifade etmedi. çünkü köklü değişimler zaten hareket halindeydi ve kitleleri ikna etmeye değil razı etmeye ihtiyaçları vardı. bu da kitle için basitçe celladını seçmek anlamına geliyordu ve "ağaca balta vurmuşlar sapı bendendir demiş."

    bu atmosferde gerçekleşen kemalist türk devriminin sertliği ve kültürü merkeze alışı ilk defa doğrudan kendi muhaliflerini yarattı. türk devriminin gerçekleştiği sırada insanlar hala avrupa'nın pre-modern zamanlarını andırır bir kültür dünyasında yaşadıklarından siyasal alanda yaşanan değişimler doğrudan bu zeminin ortasında değerlendirildi ve doğal olarak muhalefetle karşılaşıldı. ikinci dünya savaşından sonra batı'nın dayatmasıyla geçilen demokrasi ise geniş halk kitleleri nezdinde sadece karşı olduklarını değiştirmek için bir fırsat olarak görüldü ki ilk seçimdeki sonuçlar bu konuda son derece aydınlatıcıdır.

    '60 ihtilaliyle yeniliğin bir mecburiyet olduğu topluma tekrar hatırlatıldı ancak mesaj sadece gençlere iletilebildi. zira bir tek onlar maruz kaldıkları fikirlerin muhtevasını anlayabilecek bir tedrisattan geçmişlerdi. cumhuriyetin kararlı ve dayatmacı eğitimi ile yetiştirilen genç jenerasyon moderniteye, onun kavramlarına ve dünya görüşüne nihayet geçmeyi başarabildi. fakat bu geçiş zamana yayılmış olmadığından ve çatışmacı bir iklimin üzerine, çatışmacı bir dünyada gerçekleştiğinden siyasal görüş ayrılıkları kendilerini doğrudan şiddet olarak gösterdiler. darbe ile birlikte pre modernler tamamen tasfiye edilince pre-modern evlerde doğmuş ancak modernleşmeyi başarmış gençlik farklı kavramlarla aynı kültürü devam ettirdi. mesele kimin haklı olduğunda değil, kimin istediğini dayatabildiğindeydi. '80 darbesi ile modernler de tasfiye edildi ve kenan evren zihniyetinde tecessüm eden yeni düzen modernitenin sorunlarını tartışmayı başaramayan nüfusu neo-liberal olarak adlandırılan ve değerin paraya eşitlendiği bir sisteme geçmeye zorladı. böylelikle modernitenin dinamik kuvvetleri tasfiye edilerek nüfusa onun anlayabileceği bir şekilde -dini şekilde- kemalizm enjekte edildi. bu hareketle toplum farklı siyasi düşünceler arasındaki mücadeleden farklı dinler arasındaki mücadeleye geri döndü. elbette arka planda akan bir "esas olan paradır!" inancıyla.
    burada önemli olan toplumun bunu hemen kabul etmiş olmasıdır. zira ilk defa egemen olan halk kadar eğitimsizdir. mesaj artık herkes için açıktır: bir islam dini vardır bir de bizim istediğimiz atatürk dini. durumun bu şekilde netleştirilmesi ile türkiye pre-modern zihniyet ile modern zihniyet arasında donmaya yönlendirildi.

    tarafların tamamen belli olduğu ortamda post-modernite türkiye'ye giriş yaptı. post modernitenin esas düşmanı büyük anlatılar olduğundan dolayı fikir ilk olarak muhafazakarların dikkatini çekti. böylelikle siyasal islam olarak bilinen, gerçekte "değişime direnen kuvvetler ittifakı" aynı zamanda evrensel olarak geçerliliği olan bir entelektüel zemin edinmiş oldu. arap dünyasında yükselen islamcı kültürün de etkisiyle artık gerçek bir iktidar alternatifi olmaya hazırdılar.

    '80 sonrası çalkantılı dönemde ilericiler ile muhafazakarlar arasındaki çatışma (a) modern gençliğin ezilmesi (b) pkk sorunu (c) teknolojide ve dünya siyasetindeki süratli değişim sebepleriyle ikinci planda kalmış, '80 ihtilalinin ruhuna güvenen ilerici kesim yükselen gerici ittifak tehdidini görememiştir. modern (chp ,dyp, anap, mhp, dsp) partilerin uzlaşamamaları ile birlikte de islamcı hareket iktidara gelmiştir. 28 şubat süreci pre-modern temelli ittifaka her ne kadar kontrolün aslında kimde olduğunu göstermiş olsa da, sonrasında gelen hükümetin katastrofik çöküşü halkın ilericilere karşı duyduğu korkuyu aşmak üzere son bir cesaret aşılamıştır. erdoğan'ın yüksek hitabet beceriler, toplumun yirmi bin insanın öldüğü bir depremin şokunda olması, modern alternatifin büyük başarısızlıkları ve akp hareketinin yumuşak tavrı ile nihayet pre-modern ittifak iktidarı ele geçirebilmiştir.

    zamanın ruhunun da etkisiyle ülkedeki sorunları çözebilen ya da çözüm yönünde inisiyatif alan akp, 2010'ların ortasına kadar objektif olarak başarılı bir hükümet etme süreci geçirdi. ancak zamanın ruhunun tekrar değişmesi ancak bu sefer çok daha köklü bir değişim talep ediyor olması akp hükümetlerinin asla hesaba katamayacağı bir değişken olarak belirdi. hükümet ya değişim için kenara çekilecek ya da en başından beri kendilerinden korkulan şeyi yapacak ve değişimin taşıyıcısı olmak yerine değişimin karşısında olanların ittifakına dönüşecekti. post-modern anlatının kendi aleyhlerine değişmesi ile evrensel entelektüel zeminini kaybeden akp, mhp ile yakınlaşarak yukarıda bahsettiğimiz türk tarih tezi temelinde politikalar gütmeye başlayacaktı.

    netice

    1- ilerleme sorunu türkiye ve tüm global güneyde batıdan farklı bir şekilde cereyan etmiştir.
    2- ilerleme sorunu ile yüzleşilmemiş ve değişim jenerasyonlara yayılmamış olduğundan yenilik karşıtı blok giderek güçlenmiştir.
    3- demokrasi hiçbir dönemde süratli bir geçişi organize edemeyeceğinden nesnenin doğası gereği yenilikçiler aleyhine olan güçlenmeyi meşrulaştırmaya hizmet etmektedir.
    4- batı avrupa daha önceki kırılımları jenerasyonlara yayarak yaşadığında bir gerileme halinde bir adım geriye atacakken küresel güneyde dönüş çok daha eskilere doğru olacaktır.
    5- türkiye özelinde daha önemli olan problem, geç kavuşulan iktidara sahip olanların hem kasti olarak değişimi anlayacak kuşaklar yerine onunla savaşacak kuşaklar yetiştirmeye çalışması hem de değişimi anlayıp onu topluma yayabilecek olanlara karşı aktif bir yok etme politikası gütmesidir.

  • crudelem medicum intemperans aeger facit

    latince "huysuz hasta doktoru zalim kılar" demektir.

  • kitle kristalleri nedir?

    "kitle kristalleri, kitleleri oluşturmaya hizmet eden, son derece dayanıklı ve sabit, küçük, katı insan gruplarıdır. yapılan bir bakışta kavranıp anlaşılmaya uygundur. oluşturdukları bir'lik büyüklüklerinden daha önemlidir. oynadıkları rol bildik olmalıdır, insanlar bu grubun orada niçin toplandığını bilmelidir. işlevleri konusundaki en küçük bir kuşku kitle kristallerini anlamsız kılar. tercihen her zaman aynı görünüme sahip olmalıdırlar ve aynı zamanda birini diğeriyle karıştırmak imkânsız olmalıdır ve bunu da bir üniforma ya da belirli bir etki alanı sağlar.

    kitle kristali sabittir; boyutlarını asla değiştirmez. kitle kristalini oluşturanlar gerek eylem bakımından gerekse inanç bakımından eğitilirler. tıpkı bir orkestradaki gibi farklı bölümlerde işlev görebilirler, ama tek bir birim olarak görünmelidirler; onları gören herkes ilk olarak bunun asla dağılmayacak bir birim olduğunu hissetmelidir. kristalin dışındaki yaşamları önemli değildir. tıpkı orkestrada yer alan müzisyenlerde olduğu gibi, bu birim yalnızca profesyonel bir nitelik taşıdığı durumda dahi, hiç kimse onların özel hayatlarının olabileceğini düşünmez; onlar bir orkestradır. başka durumlarda üniforma giyerler ve yalnızca üniformalarının içindeyken birlikte görülebilirler; üniformasızken bütünüyle farklı insanlardır. bu türün en önemli örnekleri askerler ve keşişlerdir. bunlarda üniforma kristal üyelerinin birlikte yaşadıkları olgusunu ifade eder. birbirlerinden ayrıyken görüldüklerinde bile, insanlar her zaman onların ait olduğu katı birimi, manastın ya da kışlayı düşünürler."

    kaynak
    elias canetti, kitle ve iktidar, ayrıntı yayınları, 6. bs, sf,*

  • aydınlanma

    genel kabul gören haliyle, on yedinci ve on sekizinci yüzyılda başladığı kabul edilen ve aklın merkeze koyulmasını savlayan fikirler bütünü. alternatif bir yaklaşım için #7402

  • evrimsel siyaset felsefesi

    7-b-4

    aydınlanmadan reform rönesans ile başlayan ve günümüzde hala devam eden süreci değil, bütünlük içinde bir anlatıya sahip olan ilk insanın ikna etmeyi başardığı ilk insan grubuyla başlayıp günümüzde öznenin anlamının değişmesi ile birlikte ölümünü yaşadığımız süreci kastediyorum.

    aydınlanma her şeyden önce bir temel kabuldür: her şey açıklanabilir. 18. yüzyıldan sonra bu temel kabulün daha fazla dillendirildiği ve daha aktif bir şekilde ilkeleştirildiği doğrudur ancak bugüne kadar aydınlanma olarak tanımladığımız süreç aydınlanmanın nihayet sadece yer yüzü kökenli bir kaynağa dayanacak cesareti göstermesinden ibarettir. son üç yüz yılın aydınlanmasını seküler aşama olarak tanımlamak mümkün.

    aydınlanma sapiens grubun içindeki -büyük ihtimal yüksek zekaya sahip- bireylerin kendi grupları çıkarlarınca doğa hakkındaki genel açıklamaları ile başlar. dün ayşe fatma'nın ekmeğini çalmıştı, bugün ise ayşe düşüp bacağını kırdı. tıpkı bir hafta önce ahmet'in ali'nin meyvesini çaldıktan sonra ahmet'in karısının çocuğunu düşürmesi gibi. görünen odur ki, toplumsal olarak bize zarar verecek olanların, bizde tiksinti uyandıranların, bedavacıların bunu yapmamasını teşvik eden bir sistem vardır. bu sistemi de biz kurmadığımıza göre görünmeyen, cinler, periler, tanrılar, dedelerimizin ruhları vs. tarafından kurulmuş olmalıdır. tanıdık geldiyse şaşırmayın, aydınlanma din olarak ana rahmine düşer, dinin toplumsallaşması ile doğar, tanrının ölümü ile ölür ve tanrısız bir din olarak yeniden doğar.

    -- -- -- -- -- -- -- -- -- -- -- -- -- -- -- -- -- -- -- -- -- -- -- ---- -- -- -- -- -- -- ---- -- -- -- -- -- -- --

    iddia: yeryüzünde öyle bir an vardır ki tek bir adet mavi gözlü insan vardır. yeryüzünde öyle bir an vardır ki sadece bir kişi ilk defa insani anlamıyla düşünmüştür. yeryüzünde öyle bir an vardır ki sadece bir kişi her şeye anlamını verecek bir metafizik ögenin varlığına ikna olmuştur.

    aydınlanma yukarıdaki iddianın son cümlesindeki kişi ile başlar. büyük ihtimalle de ilk bir kaç on bin denemesinde onunla birlikte ölür. sonrasında binlerce kere daha farklı sapiensler farklı coğrafyalarda aynı patternleri tespit eder ve benzer sonuçlara ulaşır. benzer sonuca ulaşanlar eğer aynı zamanda grubun kalanını ikna edecek siyasi güce sahipse, aydınlanma doğmuş demektir.

    aydınlanmanın bu anlamını doğuşundaki şartları düşüncenin her anında aklımızda tutarak ilerlememiz gerekir. bu patternlerin tespitini ve grupça kabulünü mümkün kılan şey insanın doğa karşısındaki çaresizliğidir. hegel'in efendi ve kölesi, doğa ve insana iki insandan çok daha fazla uymaktadır. acımasız -ilgisizliğin doğal sonucu- doğa hegel'in efendisinin kölesi üzerinde yarattığı baskıyı sapiens üzerinde yaratır. çaresizlik ve korku karşısında ardına sığınılabilecek tek şey ise bilmektir. bu denli yoğun bir çaresizlik halinde neyin neden olduğunu açıklayabilen ve sonraki kötülüklerden bizleri korumanın bir yolunu bilen birilerinin olması ne kadar iyi olurdu öyle değil mi? peki bu bilen nereden öğrenmiştir bunca şeyi? kim bunu ona söylemiştir? tanrılar korkulardan, çaresizlikten, ateşin başında acı içinde sevdiklerinin geleceğini düşünenlerin, şaşkınlığı ile baş edemeyenlerin, sevinçlerini sonsuza kadar korumak isteyenlerin ortak zihinlerinden doğarlar.

    her şeyin açıklanmasının mümkün oluşuyla birlikte her şeyi açıklamanın yollarını aramak ya da her şeyin yollarını açıklamak üzere bir şekilde seçilmek -şizofreni, patolojik yalancılık, epilepsi hastalığı, bolca rüya görme, hikayeler anlatmayı sevme, sanatçılık vs.- değer yaratmaya başlar. zira her şeyi açıklamaya çalışan görevinde başarısız olsa dahi hala açıklayabildiği pek çok şey vardır ve bu açıklayabilirlik kendisine ve etrafındakilere evrimsel avantaj sağlar. zira din, her şeyden önce toplumsallaşmayı sağlamlaştırmaya yarar. barış içinde bir araya getirmek için bahaneler yaratan her şey bir arada yaşamak zorunda olan bir tür için evrimsel avantaja dönüşürler. yağmurun dinmesi için bakire bir kız ve oğlan çocuğu kurban etmek gerekebilir, iyi ihtimalle iki sapiens karşısında doğa olaylarını kontrol etmeyi öğreniriz, kötü ihtimalle bu süreçte yaşanacak tüm fedakarlık temelli ilişkiler ağı yoğun yağmurun sıkıntılarına karşı birbirimize daha fazla yardım etmeyi istememize yol açar. din en kötü halinde bile sapiens için işe yarar zira özünde tek anlamı toplumsal olmasıdır. toplumsal, sorumluluğu paylaşan, güvenli.

    aydınlanma bu anlamıyla tüm patternleri bir bağlama oturtur. papatyayı sıcak suya katıp içmek sakinleşmemizi isteyen metafizik öge -bundan sonra metö diyeceğim her seferinde cin, peri, ruh, dağ, taş saymamak için- tarafından oraya bırakılmıştır. komşusuna kötülük yapanın bacağını kırmasını metö sağlar, marijuanaya onunla daha çok iletişim kurabilmemiz için o yerden çıkarır, güneşi dinlenelim diye o ayla değiştirir.

    patternleri bir bağlama oturtmak ve dolaylı yoldan toplumsallaşmanın esaslarını inşa etmek aynı anda sapiens türünü bir çok beladan kurtarır. öncelikle metö'yü sakinleştirecek işler yapmanın güveni ve metö'nün koruyuculuğuna iman huzurlu bir uykuya yardımcı olur. grubun tüm üyeleri komşularının ne yapıp ne yapmayacağını bilir, birbirine güvenmek için üçüncü bir parti olarak metö her zaman hazırdır. üstelik vicdan azabının anlamı olduğu kadar vicdan azabından kurtulmanın da yoludur. bir metö dışında günahları kim affedebilir?

    artmış dayanışma, bağlama oturtulmuş ve tasnif edilmiş bilgilerin dini kalıplar içinde, dini şekilde ve din için aktarımı ile sapiens artık kendi nüfusu üzerinde çok daha güçlü bir kontrole sahiptir. hastaları kimin nasıl iyileştireceği, neyin yenilip neyin yenilmeyeceği, hangi durumlarda nasıl davranılacağı vs. uğraşmadan edinilmektedir. bu nüfusun artmasına doğrudan katkı sağlar. elbette din savaşları bir gerçektir ancak dinin bir bütün halinde getirileri yanında -plasebo gibi çok önemli etmenlerle birlikte düşünürsek- bu savaşların negatif etkileri ufak çaplı kalırlar. unutmayın bedir savaşında mekkelilerden 70 müslümanlardan 14 kişi ölmüştür *. din için doğanların -ümmetim çoğalınız!- sayısı din için ölenlerin sayısından her zaman fazladır. bugün dahi toplumların nüfus artışında en önemli katkı dini referanslarla hareket eden kitlelerdir.

    -- -- -- -- -- -- -- -- -- -- -- -- -- -- -- -- -- -- -- -- -- -- -- ---- -- -- -- -- -- -- ---- -- -- -- -- -- -- --

    aydınlanma nietzsche'nin çok yerinde tespit ettiği gibi sebepler ile sonuçların birbirine karıştırılması sonucunda kendi antitezine dönüşmüştür. bu durumu doğrudan hristiyanlığa bağlamayı doğru bulmuyorum fakat en doğru şekilde hristiyanlıkta izlenebileceğini söylemek mümkün. sebeplerin sonuçlarla karışmasının altında bir çok sosyo-ekonomik neden olmakla birlikte bu nedenlerin ihmal edilen önemli bileşenlerinden birinin -provokatif şekilde- mehdilik kavramı ile takip edilebileceğini söyleyeceğim.

    barbarlar romayı yıktıklarında sapiens nüfusu içindeki en gelişmiş medeniyet hristiyanlığı kabullenmiş ve isa'nın dönüşünü beklemeye başlamıştı. özellikle avrupa sapiens kültürü açısından bu "bekleme" ruh halinin yeterince ilgi görmediğini düşünüyorum. beklemek bağlayıcı bir eylemdir. bekleyen hareket etmez, plan yapamaz, gelecek ile ilgili tahayyülü kısıtlanmıştır. bekleyen beklediğinin geleceğinden eminse beklerken yaptığı her şey "oyalanmak"tır. beklemek geleceği kısıtladığı gibi şimdinin de anlamını sonuca değil nedene bağlar. olan her şey anın içinde bir sonuç olduğunda, geleceğin anlamı değiştirme ihtimaline karşı bir muhalefet mecburi hale gelir. her şeyin anlamını değiştirecek olan tek beklenendir. böylelikle değişim geleceğe açılmak yerine geçmişin bedelini ödemek olarak belirir. tarihteki bir sonraki olay mehdinin gelişi ve dinin tekrar dünyaya egemen olarak her şeyi yoluna koyacak olmasıdır. bu olay gerçekleşene kadar ya iyilikler artacak ve bekleme ödüllendirilecek ya da kötülükler artacak ve bekleme cezalandırılacaktır. o halde sapiense düşen tek şey iyi olduğundan emin olduğumuz şeyin -metö'nün buyruklarının- denetimini yapmaktır.

    esas işi beklemek ve denetlemek olan en büyük medeniyetin kültür dairesine yeni katılmış olan barbarlar, bu medeniyete beklerken oyalanılacak önemli bir iş çıkarır: hareketli, geleceğe dair planları olan, yaşam isteği ile dolu, diyonizyak kültürlü barbarları bir şekilde kontrol altında tutmak. mesihin geri dönüp dünyayı kurtarmasını beklerken onun sözünü dünyaya duyurmaktan ve geri döndüğünde imanlı bir dünya bulmasından daha iyi hangi iş olabilir? işte batı medeniyetinin skolastik dönemi mezkur barbarı kontrol altında tutmanın felsefesidir. bu amaca yönelik olarak tüm entelektüel enerjisini kullanırken farkında olmadan köklerine karşıt olarak, hareket karşıtı bir din geliştirdi.

    her şeyin yoluna gireceğinden emin olan ve büyük düzeliş için belirsiz bir tarihte gerçekleşecek bir olayı bekleyen din son derece hareketli ve dünyadan başka sermayesi olmayan diğer gruplarla karıştığında kültürel üstünlüğü ile onu kendi din sistemi içine çeker ancak aynı zamanda da kendisinin dünyayla olan bağı zayıf olduğundan "barbar için" leşir. din kendi günahkarını kontrol altında tutmak için evrilir. günahkarın karakteri dinin karakterini doğrudan etkiler.

    hristiyanlık pagan barbarı kendi dini içine çekerken onun şüphesiyle, sorularıyla tekrar canlandı. ona yanıt üretmek üzere kendini tamamladı. roma'nın yıkılışı ile islamın gerçek bir rakip olarak sivrilmesi arasındaki süreci aydınlanmanın birinci evrensel girişimi olarak tanımlayabiliriz. bilinen dünyanın tamamında tüm soruları yanıtlayan, tüm şüpheleri ortadan kaldıran, tüm insanlığa açık, tamamen tarafsız tek şey artık bilinmektedir ve tek mesele bu ateşi, aydınlık kaynağını, hakikati bozulmaktan korumak ve diğer insanlara da ulaştırmaktır.

    --------

    sapiens aydınlanmasının bir sonraki adımı rönesans-reform sürecidir ancak buraya da evrimsel açıdan yeni bir ışıkla bakmak gerekir. sapiens bir bütün olarak ne ara beklemekten sıkılmış, vazgeçmiş ve yanıtların gücüne inanmak yerine yeni sorular sorma ihtiyacı duymuştur?

    ben avrupa düşüncesinin hristiyanlığın avrupa'nın tek dini olmasının durağanlığından reform-rönesans hareketliliğine doğru sıçramasının islam aracılığı ile olduğunu düşünüyorum.

    açıklamam şu şekilde: hristiyanlık romanın mirasını devralarak yeryüzündeki en gelişmiş medeniyete sahip olanların en geniş yanıtı olarak hakikatin kendisi olma iddiasına rasyonel bir dayanak bulmuş oldu. en gelişmiş teknoloji, en güçlü ordular, en kalabalık inanan grubu, en hızlı ve etkili örgütlenme enstrümanı ve en detaylı açıklamalar bir tarafta ise dönemin insanları için mutlak hakikatin o tarafta olduğuna inanmak görece daha kolaydır. bu dönemde dünyada elbette çin'in ve hindistan'ın farklı bir dini ve aşağı yukarı gelişmiş sayılabilecek bir medeniyeti vardır ancak fark avrupa'nın ya da hristiyanlığın yerleştiği alanın çok daha canlı bir etnik ve kültürel parçalılığı barındırmasında yatar. güneyinde son derece büyük ve pek çok farklı etnik grubu barındıran afrika, doğusunda sürekli yeni sapiens gruplarının geldiği avrasya düzlükleri olan avrupa yeryüzünün diğer alanlarına göre çok daha hareketli ve karışıktır. bu hareketlilik rekabeti ve sürekli güncel kalmayı mecburi hale getirir. çin ve hindistan ise sonsuz olanakları, avrupa'ya nazaran çok daha homojen etnik ve dini yapılanmasıyla kendi yanıtlarının yanlış sonuçlarından çok daha az etkilenmektedir. avrupa'da ise hatalar çok daha ağır şekilde cezalandırılmaktadır.

    islam tam olarak bu süreçte devreye girer. islamın yedinci yüzyılda ortaya çıkışı bir tehdit olarak okunamaz. zira islam o dönemde dünyada kendine yer bulan binlerce farklı tanrı anlayışından sadece bir tanesidir. islam ancak 9-10. yy sonrasında gerçek bir rakip haline gelir. islamın kendisini hristiyanlığı da kapsayacak bir yapı olarak ortaya koyuşu ancak hristiyanları savaş alanında yenebilmesiyle bir ciddiyet kazanır. zira kimin tanrısı büyükse onun ordusu savaşlardan galip çıkacaktır. burada gerçek zamanda olan şey göçer kültüre sahip sapiens grubunun savaşçılığının ve safça - tam olarak bu sebeple büyük bir inançla- örgütlenişinin diğer örgütlenişler üzerinde galebe çalışıdır. ispanya'dan çin'e kadar uzanan ve kuralları koyma kudretine erişen bu yeni din istanbul'u alarak hristiyanların sembolik üstünlüğünü sarsınca, onu mutlak hakikatten hakikatlerden biri olma ihtimaline düşürünce, hristiyan zihni yeniliği meşru bir zorunluluk olarak idrak etmeye daha yatkın hale gelir.

    bir üstünlük ihtiyacı doğduğunda sapiens grubun yaptığı ilk şey daha önceki üstünlük anın şartlarını tekrar değerlendirmek, oraya dönmektir. daha önceden bilinen ve iyiye götürmüş bir yolu hayata döndürmek yepyeni bir yol icat etmekten kolaydır. osmanlı'nın 18.yy ıslahatlarında, kültürel üstünlüğün doğuya geçişinden sonra avrupa'nın antik döneme tekrar bakma sürecinde edimleştirici motif budur. bugün putin'in çarlık rusyasına, türkiye'nin osmanlı'ya, çin'in antik hanedanlık dönemine, arapların islama, günümüz avrupa'sının ise adım adım homojen avrupa nüfusuna duydukları ilginin meşruiyeti sapiense ait bu doğal temayülden doğar. her grup mitleştirilmiş ve topluluğa yayılmış bir önceki başarı hikayesini hedef olarak belirler. avrupa'nın bir önceki başarı hikayesi ise savaş sonrası dönemin sosyal refah devletleridir. milliyetçiliğin yükselişi homojen nüfusun iyi niyetli sosyal sözleşmesinin "diğerleri" tarafından suistimal edilmesine bir tepkiden başka bir şey değildir. azınlıklara, yabancılara karşı nefretin esas kaynağı sosyal yardımlara dayanarak yaşamayı kabul etmeleridir. homojen toplumda kimsenin bu yardımları kabul etmeyeceğine, bu yardıma muhtaç olmayacağına en azından bu yardımlardan kurtulmaya çalışacağına dair bir uzlaşma vardı. ancak bu sözleşme azınlıklar, yabancılar ve göçmenler tarafından bozuldu. ahlak sistemleri bu yeni sözleşmeye uygun değildi, bugün görüyoruz ki hala değildir. yeni göç edenler sigortacılık sektörünü çok daha acımasız hale getirenlerdir, kendi akrabalarımdan biliyorum.

    meşru zorunlu arayış bugün aydınlanmanın temeli olarak kabul ettiğimiz epistemik kopuşa tekabül eder. hakikatin kaynağı artık gökler değil yer yüzüdür. hristiyan zihni mutlak hakikatinin pasifliği ve islamın kendini kabul ettirişi ile birlikte hissedilen sıradanlığı ile yeni arayışların keşifleri karşısında komik duruma düşmeye başladı. hristiyan anlatı olumsal şüphe ile ters düştükçe bilginin ne olduğuna ve kaynaklarına dair toplumsal varsayımlar değişti. aydınlanma sekülerleşmiş ve kitleye ait hale gelmişti. özellikle yirminci yüzyılın sonlarına kadar da bir şekilde bu halini korumayı başardı.

    daha sağlıklı bir şekilde tahminler yapabilen bu daha rasyonel pozisyon, sapiens nüfusunun kendi kitlesel varlığı hakkında çok daha doğru şekilde tasarrufta bulunmasını sağladı. bilimin yolu açıldıkça çocuk ölümleri azaldı, ortalama insan ömrü arttı, hastalıkların tedavisinde gerçek yöntemler bulundu. biraz geniş bir pencereden bakarsak kırk bin yıllık bütün insan hastalıkların tedavisi son iki yüz yılda bulundu. kesinlikle insanların nüfusu üzerinde patlama etkisi yapacak bir gelişme ki sadece grafiklere bakarak bunu görebiliriz. bkz

    aydınlanma on binlerce yıla yayılan serüveninin sonunda her şeyi açıklama ümidini temellendirebilen bir uğraş buldu. bu uğraş ortaya çıkabilmesi için tolerans, serbest girişimcilik, temel hak ve hürriyetler ve birikmiş/birikmeye müsait sermaye yapısı gibi bir zemin gerekli olan bilimdir.

    aydınlanmanın sonu derken işte bu bilimin nihayet köklü değişimleri temellendirecek kadar gelişmiş evresinden bahsediyorum. artık genler üzerinde değişim yapabilmek, insanları bilinçlerini makinalara aktarabilmek, nbeb teknolojileri ile bedeni sürekli sağlıklı tutmak kısaca insan nüfusunu bir bütün olarak ele alıp onu çok daha yüksek bir refah içinde -hatta belki sonsuza kadar- yaşatmak mümkün. bugün kullanılan anlamıyla aydınlanma benim anladığım anlamda aydınlanmanın sonunun başlangıcıdır.

    peki bunca iyiliklere sebebiyet veren, insanlığın milyonlarca yıl önceki atalarından beri süregelen, genel olarak insan refahını başarılı bir şekilde yükselten bu aydınlanmanın neden ve nasıl sonu geliyor? benim yanıtım için: (bkz: aydınlanmanın sonu)

    ----------- ----------- ----------- ----------- ----------- -----------

    aydınlanmanın sonuyla birlikte artık bir paradigma değişimi yaşandığını kabul etmek gerekiyor. aydınlanmanın sonunda ortaya saçılan hakikat bombardımanı - ve bu bombardımanın insanın evrendeki yerini daha da daha da küçültmesi- eski tip zihin setlerinde körlüğe yol açtı. bunun adı beyaz körlüktür. her şeyin aşikar olma ihtimali, her büyük sorunun, her ulaşılamaz gibi görünen idealin aslında düşündüğümüzden yakın olmasının dehşeti. insan kötülüğünün kaçınılmazlığının farkındalığı. bu hazmedilmesi zor farkındalık sıçramasını kabul etmek her şeyden önce bilinen bütün etik altyapının değişmesi anlamına geliyor. yeni etik içinse yeni bir ahlak anlayışı. (bkz: organizma ahlakı)

  • evrimsel siyaset felsefesi

    9

    evrimsel siyaset felsefesi özgür irade iddiasını kabul etmez. özgür iradenin var olduğunun kanıtlanması durumunda ise elbette bakış açısında tadilata gidecektir.

    özgür iradenin olmadığı bir noktada evrimsel siyaset felsefesi ahlaki kökenini yukarıda izah ettiğimiz temel amaç'ta bulur.

    temel amaç ile ilgili önemli nokta insan kültürünün etkisinin olumsuzlanmasını temel almasıdır. insan kültürü ile ilgili hiçbir şey temel amacın niteliğine tesir edemez. kültür ona uyum sağlayabilir, onun taleplerini farklı yollardan hayata geçirebilir ancak onu değiştiremez. provokatif olarak ifade edersek sizin çocuk yapmamanızın altındaki kültürel sebepler anlamsızdır, objektif hakikat sizin evrim sürecinde elenmiş olduğunuzdur. tekil olarak temel amacın öncelikli olanını -hayatta kalma- gerçekleştirmenin bedeli üremekten vazgeçmekse ancak bu, evrim tarafından elenmiş olma halini ortadan kaldırır. böyle bir durumda evrimin nihai aşamasına yani bilginin kendisine dönüşmeye odaklanıldığı kabul edilir.

    evrim tarafından elenmiş olan kimi insanların kültürel seviyede önemli şeyler başarmış oluşları bugünün kültür dünyasında özellikle gençler tarafından sıklıkla yanlış değerlendirilir. üremenin yükünden kaçınarak hayatı daha çok yaşamaya, daha önemli işlere odaklanmaya karar vermek sadece insan kibrinin bir diğer semptomudur. bu dünyada bir sınavı geçmek için, büyük işler başarmak için, hayatı yaşamak için bulunmuyoruz. bizler sadece daha fazla kendimize benzer genler üretmekle mükellef organizmalarız. bunun dışındaki tüm görüşler geçici -ve zamanla ne kadar ilkel olduğu ortaya çıkacak- kültürümüzün illüzyonuna aldanmaktan ibarettir.

  • iqsözlük

    hakikati ararken kendimizi kurmaya başladığımız yerdir.

  • 21 kasım 2023 devlet bahçeli açıklamaları

    devlet bahçeli'nin 50+1 sisteminin tartışmaya açılmasına karşı verdiği mücadeleyi izlediğimiz açıklamalardır. bahçeli muhtar seçmiyoruz cumhurbaşkanı seçiyoruz diyerek sistemin arkasında durmuştur.

    eğer erdoğan 50+1 sisteminden çıkabilirse hem tekrar seçilme şansı yaratmış olacak hem de mhp'nin kaprislerinden kurtulmuş olacak. ancak mhp'nin desteği olmadan da bu değişiklikleri gerçekleştirmeleri mümkün değil. böyle bir durumda cumhur ittifakında kriz çıkacağını düşünmek biraz naiflik olur. yerel seçimlerde muhalif kanadın tamamen devre dışı bırakılacağını görmek için çok bir çabaya gerek yok. yerel seçimler sonrasındaki süreç çok kritik. hiçbir güvenilir belediyesi olmayan ve iktisadi kaynaklarından mahrum bırakılmış bir muhalefet 2028'de bir şeyleri değiştirebilir mi söylemesi güç.

    türkiye'nin bir saltanata dönüşmeyeceğine inanmak istiyorum. eğer süreç hükümet tarafından kör göze parmak şeklinde ilerletilmeye devam ederse işte o zaman türkiye için gerçek bir değişim süreci başlayabilir. elimizden gelen şimdiden bu değişime hazırlanmaktır.

  • evrimsel siyaset felsefesi

    8

    (bkz: yaşam nedir?)

    canlıyı tüm canlıları bir şekilde kapsayacak şekilde tanımlamak olanaksız görünüyor ancak bir yerden başlamazsak sonsuza kadar bu soruda takılıp kalacağız. yaşayan şeyi bilgiye göre kendini değiştirebilen reaksiyon olarak tanımlamak bence uygun. eğer bir ateş en yakındaki yanacak şeyi "bilip" kendini ona doğru yönlendirebiliyorsa ateş canlıdır deriz, üremek canlılık için bir koşul sayılamaz.

    kendi tanımımızı devam ettirirsek insandaki temel problem bilgi ile olan bu ilişkisinde yatar. insan sadece etkinliğini devam ettirmekle kalmaz o daha uzun süreleri hesaplayabilir. üstelik sadece etkinliğini devam ettirmek için gerekli olan dikkati göstermesine gerek bile kalmamıştır. avrupa ya da amerika'da bir insanın açlık ya da susuzluktan ölmesi mümkün değildir. sosyal demokrat ülkelerde ise bu insan etkinliğini devam ettirebilmek için barınma ve giyinme ihtiyaçlarını da rahatlıkla karşılayabilecektir. burada soru şudur, onu hayatta tutma garantilendiğinde, bir beden ne işe yarar?

    insanın buna verecek bir yanıtı olmadığından bu yanıtsızlık sömürülmek üzere öylece ortada bırakılır. bir türk veczi durumu aslında çok iyi özetler: kendini meşgul etmeyeni, başkaları işgal eder.

    o halde elimizdeki mesele "x şeyini yapmak üzere son derece spesifik yeteneklere sahip olmuş olan bir organizma, x şeyi ortadan kaldırırsa kendi davranışını ne ile temellendirecektir?" meselesidir. kısa yanıt felsefe ve sanat; yani zamana daha uzun yayılmanın ve yayılınan bu zamanda daha az kötü olmanın yolları. bu temelde inşa edilecek bir insan toplumu ise tüm angaryanın makinalara devrini beklemek zorundadır.

  • !osmanlı travması

    türkiye cumhuriyeti'nin dış politikada, özellikle batıya karşı ilişkilerinde aşamadığını düşündüğüm sendrom. osmanlı'nın batılı güçler tarafından yıkılmış olmasından ve batıda çok uzun yıllar hüküm sürmüş/süren dinci-ırkçılıkla temelleniyor bu travma. türkiye'nin statükodan mı yoksa revizyondan mı yana olacağına bir türlü karar verememesinin altında bu fenomenin yattığını düşünüyorum ben.

    bugünün dünyasında rusya ile çin'in revizyonist bir planları var, tıpkı zamanında almanya ve italya'nın sahip olduklarına benzer. bireyciliğe karşı toplumculuğun politikasını gütmeye çalışıyorlar. rusya da çin de düzeni değiştirmek konusunda türkiye'den daha iddialı zira ikisi de günün sonunda nükleer bir güç. üstelik çin abartılı bir nüfusa sahip ve dünyanın ekonomik liderliği için de yarışın içinde.

    türkiye için ise durum biraz daha girift. çin'den çok rusya'yı andırıyor diyebiliriz. türkiye'nin dünyada sözü geçen milletlerden olma iddiası var, en azından son bin yıldır her zaman o ya da bu şekilde dünyanın hanı olma iddiasını taşıyabilmiş bir sapiens grubundan söz ediyoruz. ancak bir yandan da bu grup coğrafi olarak son derece kısıtlayıcı bir alanda sıkışmış durumda. üç tarafı deniz, bir tarafı da dağ. bu dar alanda ise yüz milyona yakın insan yaşıyor. türkiye'nin nüfusunun asla yüz milyonu bulamayacağı tahmin ediliyordu, artık afganlar, pakistanlılar ve suriyeliler sayesinde yüz elli milyona kadar yolu var.

    bu şartlara ek olarak türkiye batı dünyasına çok yakın, nato üyesi. bunlara rağmen hala istediği yaşam standartlarına ulaşabilmiş değil. bu standartlara ulaşamamasının sebebi ise batıya ve onun değerlerine karşı olan güvensizliği. 2001 2010 arası dönemde türkiye'nin batı ile olan işbirliğinin türkiye'ye nasıl faydalar sağlayabileceği görüldü. batı artık çin gibi hindistan gibi gerçekten sistemi değiştirme gücüne sahip devletlerin ortaya çıkması karşısında tehdit algısını kaydırdığın için türkiye'nin batının bir üyesi olması düşünüldüğü kadar büyük bir muhalefetle karşılanmıyor artık batıda.

    burada sorun türkiye'nin kendisinde. yıllarca bizim düşmanlarımız olduğu bize öğretilen insanlarla yeniden güçlü ilişkiler kurmak haliyle insanlara biraz garip geliyor. ingiliz, fransız, italyan'ın her zaman topraklarımızda gözü var diye düşünmek üzere eğitiliyoruz. e bu da islami dünyanın kafir batıya karşı cihat anlayışını güçlendirmekten başka bir işe yaramıyor. batı konusunda sekülerlerimiz ve islamcılarımız aynı noktada buluşuyor. bir işin yanlış olduğunu anlamak için güzel bir gösterge.

    türkiye erdoğan'ın son dönemiyle birlikte revizyonist tarafa geçmeyi samimiyetle denedi. dünyanın değiştiğini batının zayıfladığını ve yeni bir düzenin yükselmekte olduğunu gördü, buna inandı en azından. dünyanın değiştiği doğruydu, insanlık tarihinde hiçbir zaman hayal dahi edilememiş değişikliklerin döneminde yaşadığımız de doğru ancak bu sürecin nedenlerini doğru okuyamadı. türkiye'nin eksenini kaydırmayı denedi ancak rusya'nın ukrayna'da patlaması ve çin'in ekonomik olarak sallanmaya başlamasıyla batı ile doğunun aralarındaki farkın hala karşılaştırmaya bile değmeyecek kadar açık olduğu görüldü. türk milleti de erdoğan'ı seçmiş olsa bile akp oylarını %35'e çekerek aslında açlığa tahammül etmeyeceğini göstermiş oldu. böylelikle tekrar mehmet şimşek, tekrar batı kulübü.

    türkiye tek başına içinde askeri tedbirlerin de gerektiği bir revizyonu başlatamaz, üstelik isyan bayrağını açmak için batıya çok yakın, finansal olarak ise batıya çok derin bağlarla bağlı. ancak nasıl ki birinden bir kere kötülük görünce ona ve ona ait fikirlere yaklaşmak zor oluyor, türkiye zihninde de böyle bir durum var. kendimizden kaynaklanan bu çekingenliğin neticesi olarak da batı kulübü üyesi olamadığımız gibi batı için güvenilmez de bir portre çiziyoruz. doğu ise ne parçası olmak istediğimiz, ne parçası olmakta bir fayda olan bir yapı. türkiye olarak bize düşen batıyla yeni bir sayfa açabilmek ve ancak batının işe yarar değerlerini tamamen sindirdikten sonra kendi yolumuzu çizmeye çalışmak. batılı değerleri idrak ettikten sonra türkiye enerjisi ve tarihi kimliği ile gücünü batı dünyası ile birleştirmekte zorlanmayacak ve aradığı güçlü ve medeni aidiyeti ancak bu şekilde bulabilecektir.

  • rousseau'nun zincirleri

    jean-jacques rousseau'nun meşhur lafı hemen herkes tarafından bilinir " insan özgür doğar; oysa her yerde zincire vurulmuştur". rousseau bu sözüyle kendi felsefesinin de temelini oluşturan şu akıl yürütmeyi dillendirmeye çalışır: insanlar medeniyet denilen bir kurallar silsilesi tarafından ahlaki olarak denetim altına alınırlar bu da onları ahlaksız köleler haline getirir.

    bu kanıya rousseau'yu ünlü yapan yarışma kazanmış meşhur metnini okuyarak varabiliriz.

    örneğin,
    "hükümet ve kanunlar kadar müstebit olmamakla beraber belki onlardan daha kudretli olan ilim, edebiyat ve sanatlar insanları bağlayan zincirleri çiçeklerle örter; hür yaşamak için doğmuş görünen insanların damarlarında taşıdıkları hürriyet duygusunu söndürür; onlara kölelik hayatını sevdirir; onları medeni milletler dediğimiz kütleler haline sokar."(1)

    ya da

    "sıhhatli ve gürbüz bir adamın alametleri başkadır; onun kuvvet ve kudretini bir saray soytarısının yaldızları altında değil, bir çiftçinin kaba elbisesi altında bulursunuz. sanatın tavır ve hareketlerimizi henüz kalıplara sokmamış ve hislerimize suni bir ifade vermemiş olduğu zamanlar, adetlerimiz kaba fakat tabii idi... hep nezaket icapları, kibarlık zaruretleri içindeyiz hep adetlere, usullere uymaktayız. hiç kendi ruhumuza uyduğumuz yoktur."(2)

    peki rousseau ne önerir? doğaya dönmeyi, özgürleşmeyi. bu pastoral yaklaşımdaki özlemi ve tenkidi anlamak zor değil. gerçekten de insanlar olarak uymamız gereken kurallara uymaya çabalamaktan ne bu kuralların sebepleri hakkında düşünebiliyoruz ne de bu kuralların gerçekten doğamız üzerinde nasıl bir etki yarattığını görebiliyoruz. ancak insanlık tarihi bize bu veryansına şüphe ile yaklaşmak için değerli sebepler veriyor.

    öncelikle rousseau eleştirisinde haklıdır, uygarlık "hayır!" üzerine, kurallar üzerine, toplumsal yaşamın uyumu üzerine ve pek tabii olarak yönetenlerin başına dert açmamak üzere kurulmuştur. tek bir insanın ya da tek tek insanların her biri için düşünüldüğünde bu sanatlarla ve bilimlerle süslenmiş uygarlık zincirlerinin kırılmasında şehrin havasızlığından yaylanın serinliğine çıkmak gibi bir tat alınacağı kesindir. fakat insanlık tarihinin bize gösterdiği şey zincirlere vurulmuş olanların sırf zincirlere vurulmuş oldukları için üretebildikleri tarafından zincirlere vurulmuş olmayanları zincirlere vurabilecek güce ulaşmış olmalarıdır. bu türkçenin radikal kötü kullanımı olan cümleyle şunu söylemeye çalışıyorum; kölelerin uygarlığının ürettiği bombaların hürriyetin gürbüz göğsünü delip geçtiği bir tarihi yok sayamayız.

    sıkıcı, bağnaz ancak kölece çalışkan protestan'ın adamları eğlenceli, özgür ve efendice tembel milyonları dünyanın her yerinde sömürmüş, köleleştirmiş ve aşağılamıştır. türkler olarak kongoluların kaderini yaşamadıysak yine sıkıcı, bağnaz ve kölece çalışkan protestanın ahlakına sahip bir kurmay grup sayesindedir.

    -----

    o halde rousseau'nun mantığı bugün bize insanlığa dair bir paradoksu göstermektedir. kendi kültür grubunun bir parçasının yasa koyucu olmasına ve bireyi köleleştirmesine direnirsen aynı duruma daha az direnen ya da direnemeyen kültür grubunun kölesi olma ihtimalin peyda oluyor. bu durumda güç ilişkileri ağında yükselmek gibi bir derdi olmayan herhangi bir kişi olarak önünde ya senin dilini konuşan insanların kölesi olmak ya da başka bir dili konuşan insan grubun kölesi olmak dışında bir alternatif kalmamış oluyor. rousseau'nun zincirlerinden kurtulmanın tek yolu hem kendi dilini konuşan insanları hem de başka dilleri konuşan insanları köleleştirmeyi başarmaktan geçiyor. işin tuhaf olanı bu vulgar yaklaşımın aslında tam da rousseau'nun yerlere göklere sığdıramadığı soylu vahşi için son derece normal karşılanmasıdır. bildiğimiz kadarıyla insanlar avcı toplayıcı zamanlarında dahi kendileri gibi olmayanları toptan yok etmekten çekinmemişlerdir.

    o halde siyaset biliminin temel sorusuna geri dönmüş oluyoruz: sosyal bir doğaya sahip insan türünün kaçınılmaz hiyerarşisi birey-grup ve grup-grup ilişkisinde nasıl adalet ile dengelenebilir? modern liberalizm en iyi niyetli haliyle özgürlüğü topu tüfeği ile savunuyor olsa da bireyin özgür kaldığı yerlerde yalnızlaştığı ve davranış bozuklukları sergilediği görünüyor. insanlık özgürlük kavramından vazgeçmemek adına kendi doğasından sıyrılmak zorunda bırakılıyor. sapiens teki, yaklaşık kırk bin yıllık tarihinde hiç olmadığı kadar yalnız, dünyadan soyutlanmış ve bir güç odağı karşısında çaresiz durumda.

    rousseau'nun zincirleri tam da rousseau'nun soylu vahşisinin zincire vurulma karşıtı doğası ile barışıklığıyla imal ediliyor. zincirlerden azade olan bu halini ancak diğerlerine zincir vurarak güvence altına alabiliyor. günün sonunda seçenekler zalim ya da mazlum olmaya indirgeniyor. ehveni şer ise ağacın, sapı kendinden olan baltayla kesilmeyi tercih etmesi olarak yaşanıyor.

    -------

    bir diğer temas edilmesi gereken nokta ise sapiens tarihinin zincirlere vurulmak kadar zincirlerden kurtulmanın da tarihi olması. zincirler eğer fazla sıkı olursa direniş yükseliyor, soylu vahşinin ahlaki kodlarına geri dönülüyor, isyanlar ve devrimlerden geçiliyor ve yeni bir sayfa açılıyor. zincirin el değiştirmesi geçici bir ferahlama yaratıyor ancak hür kalabilmek için zalimleşmek zorunda kalan insan toplum yapısı sorunu çözmüyor, sadece sorunlu süreci baştan başlatıyor. aristokratik zincirlenme süreci bitiyor, burjuvanın zincirleme süreci başlıyor.

    insanlık ise bu süreçten her seferinde bir şekilde kaçmayı başarıyor. köleyi köle tutmanın maliyeti arttıkça özgürleşmeye izin veriliyor. zira köleyi köle tutacak olanın yine bir insan zihni olması gerekiyor. bu sebeple tarih sürekli olarak ilerleyip değişebiliyor. soylu vahşilerin seslerini yükseltebilecekleri bir dağ başı, bir bataklık, bir getto her zaman ayakta kalmayı başarıyor.

    bu noktada 2023 yılının sapiensleri olarak gerçekten korkmamız gereken bir dünyaya doğru olan gidişatı görmemiz gerekiyor. rousseau'nun zincirleri insanların insanları bağladığı ve denetlediği zincirlerdi ve tam olarak bu sebeple kırılabilirdi. yeni teknolojik dünyada ise huzurlu ve uyumlu bir toplum için zincirler hepimizden daha verimli olan omniscient ve omnipresent yapay zekanın ellerine verildiği zaman, ondan daha zeki olması mümkün olmayan insanın yeni bir tabula rasa yaratması mümkün olmayacak. ne bir dağ başı, ne bir bataklık, ne bir orman ne de bir getto insan zekasından üstel şekilde üstün olan kontrol teknolojilerinin gözetiminden kaçamayacak. rousseau'nın zincirleri onu ören ve parçalayan soylu vahşinin ahlakı ile birlikte yok olacak.

    ----

    peki bir çözüm yok mu? var. ancak henüz ne tam anlaşılmış ne de tam olarak anlatılmış durumda. (bkz: evrimsel siyaset felsefesi)

    kaynak
    1- ilimler ve sanatlar hakkında nutuk, çev. sabahattin eyüboğlu, m.e.b. yayınları, 1989,s.13
    2- a.g.e., sf.15-16

  • evrimsel siyaset felsefesi

    7

    kısaca toparlayalım.

    a- insanların davranışlarında gözlemlenen karmaşıklık insan davranışının canlı davranışı dışında görülmesini mümkün kılmaz. bir dişi ile çiftleşmek için onun kıçını koklamak, ona bir yuva yapıp içini süslemek ya da ona bir pırlanta vermek arasında evrim açısından hiçbir fark yoktur. yemek için avlanmak, yetiştirmek, toplamak arasında bir fark yoktur. hepsi temel amaca hizmet eder.

    b- insan popülasyonlarının nüfuslarında sıçramalar yaratan hadiseler sapiens tarihinin çağları olarak tanınmalıdır. bu sebeple insan tarihini 6 çağa ayırmak gerekiyor:
    b - 1 - ateşe kadar
    b - 2 - tarıma kadar
    b - 3 - devlete kadar
    b - 4 - aydınlanmanın sonuna kadar
    b - 5- post-organizmaya kadar
    b - 6- bilgiye kadar

    genel şablonu bu şekilde belirledikten sonra siyaset felsefesinin tartışmalarına bu çerçeveden bakabilir ve günümüz bunalımını anlayabiliriz.

    günümüzdeki siyasal bunalım her birini kendi içinde alt başlıklarıyla inceleyeceğimiz üç farklı kökene sahiptir. bu kökenlerden birincisi birey-toplum dengesinin kurulmasıdır. ikincisi farklı sapiens popülasyonlarının farklı çağlarda yaşaması meselesidir (bkz: sapiens nüfuslarının farklı çağlarda yaşaması). üçüncüsü ise evrim sonrası etiktir.

  • değer

    değer, takas öncesi koşulların; vazgeçebileceklerine oranıdır.

    ya da yukarıdaki tanım yolundan gidersek: sende arzu edilenin senin feda edebileceklerine oranıdır.

    sende arzu edilebileceklerin oranı senin ihtiyaç duyduklarından aşağıya düşerse, kendisinden arzu edilebileceklerin oranı kendi ihtiyaçlarının altında kalan arasında bir fark ortaya çıkar. buna statü denir.

  • evrimsel siyaset felsefesi

    6

    bugüne kadar olan insanlık tarihinden öğrendiğimiz şudur: herhangi bir insan grubundaki birey-toplum dengesi ne kadar doğru bir şekilde sağlanırsa hem bireylerin hem de toplumun bir bütün olarak o kadar avantajlı bir pozisyona geçtiğidir. evrimsel siyaset felsefesinin temel amacı öncelikle bu dengenin koşullarını anlamak sonrasında ise bu dengeyi inşa etmeye yönelik çözümler önermektir.

    bir sapiens grubunda iç dinamiklerin nasıl dengelendiğini hürriyet *, ahlak *, devlet * ve adalet * kavramları ile daha da detaylandırmadan önce ele almak istediğimiz esas problemlere biraz daha yaklaşacağız.

    siyaset bilimini evrimsel bir bakış açısından anlayabilmek için bilinen sapiens tarihinin akışını anlamak gerekiyor. sapiensin afrika'dan başlayarak dünyaya yayıldığını ve yol üzerinde bir kaç farklı sapiens-benzeri türü (bkz: neanderthal) (bkz: denisovalılar) * yok ettiğini biliyoruz. bu sürecin salt katliam yahut salt evlilik olarak ilerlemediğini, ikisinin karışımı olarak gerçekleştiği de dna'nın çözülmesi ile kanıtlanmış durumda. insan benzeri türlerin tamamen yeryüzünden silinmesi ile en yakın insan benzeri tür için şempanzeler ya da bonobolara bakıyoruz. ancak şempanzelerle ortak atamız 6 milyon yıl önce, bonobolarla olan ise çok daha önce yaşamıştır. sapiensin kendine benzeyen diğer türleri eritirken kendisinden uzaklaşan ve uzaklaştıkça zihinsel olarak yetkinsizleşen türlere dokunmamasını en çok kendisi gibi olandan koktuğu şeklinde yorumlayabiliriz.

    en önemli dördüncü sıçrama olarak saydığımız aydınlanma ise sapiensin dünyaya yayılmasından çok kısa bir süre sonra ortaya çıkmıştır. insanların amerika kıtasına yayılmalarının da takriben 20.000 yıl önce olduğunu varsayarsak, dünyaya yayıldıktan 1000 kuşak sonra insanlar aydınlanmaya ulaşmış sayılırlar. aydınlanmanın önemi yukarıda da belirttiğimiz üzere bireysel rastgelelik'in insan toplumunda/insan toplumunca bir değer olarak olumlanmaya başlanmasıdır. sapiens türü toleransı ilk defa aydınlanma ile keşfetmiş değildir ancak aydınlanma ve sanayi devrimi ile birlikte sapiens türünün bir kısmı tolerans mantığını dünyaya yayacak güce ulaşmıştır. amacının bu olup olmamasının tartışmada bir anlamı yoktur, önemli olan dünyaya yayılmış bir türün bir kısmının keşfettiği bir evrimsel avantajı kısa sürede dünyaya yayacak olanaklara da sahip olmasıdır. eğer yeterince büyük gemiler ve matbaa antik yunan'da ya da roma'da olsaydı aydınlanmanın tarihi bambaşka olabilirdi.

/ 4 »